BAKARA SÛRESİ

﴿ سَيَقُولُ السُّفَهَٓاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّت۪ي كَانُوا عَلَيْهَاۜ قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُۜ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿١٤٢﴾

142. İnsanlardan birtakım akılsızlar: ″Müslümanları yöneldikleri kıbleden (Beyt’ül-Makdis’ten) çeviren nedir?″ diyecekler. Ey Resûlüm! De ki: ″Doğu da batı da Allah’ındır. O, dilediğini doğru yola iletir.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Berâ İbn-i Azib Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُحِبُّ أَنْ يُوَجَّهَ إِلَى الْكَعْبَةِ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ {قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ} فَتَوَجَّهَ نَحْوَ الْكَعْبَةِ وَقَالَ السُّفَهَاءُ مِنْ النَّاسِ وَهُمْ الْيَهُودُ {مَا وَلَّاهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمْ الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ} (خ عن البراء بن عزب)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kıblenin Kâbe’ye çevril-mesini çok istiyordu. Bu nedenle Allah’u Teâlâ: ″Ey Habîbim! Biz senin (kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi hususunda vahiy gelmesini bekleyerek) yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz…″[1] diye devam eden âyeti indirmiş ve yönünü Kâbe’ye doğru çevirmesini emretmiştir. Halkın akılsızları olan kimselerden bâzılarının ki, onlar Yahudilerdir. Onlar bu hususu hoş karşılamayınca da, insanlardan birtakım akılsızlar: ″Müslümanları yöneldikleri kıbleden (Beyt’ül-Makdis’ten) çeviren nedir?″ diyecekler. Ey Resûlüm! De ki: ″Doğu da batı da Allah’ındır. O, dilediğini doğru yola iletir″ diye geçen Sûre-i Bakara, Âyet 142 nâzil olmuştur.[2]

﴿ وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِۜ وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً اِلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ ﴿١٤٣﴾

143. Ey Mü’minler! Böylece, sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık ki, mahşerde insanlara şâhit olasınız ve Resûl de size şâhit olsun. Ey Habîbim! Evvelce yöneldiğin Beyt’ul-Makdis’i kıble yapmamız, Resûle tâbi olanlar ile ondan ayrılıp küfrü seçenleri ayırt etmemiz içindi. Kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerden başkalarına elbette ağır geldi. Allah’u Teâlâ sizin îmanınızı (Beyt’ül-Makdis’e yönelerek kıldığınız namazları) zâyi etmez. Şüphesiz Allah’u Teâlâ insanlara karşı elbette çok şefkatli, çok merhametlidir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Mü’minler! Böylece, sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık″ diye buyrulmaktadır. Ey Müslümanlar! Biz sizi hidâyete erdirdiğimiz ve İbrâhim Aleyhisselâm’ın kıblesine dönmeyi nasip ettiğimiz gibi, sizi başkalarından üstün de kıldık. Sizi, seçkin ve âdil bir ümmet yaptık, demektir. Yani buradaki ″Orta yol″dan maksat, iki uç tarafın or­tası, demektir. Müslümanlar dinlerinde orta yolu tutmuşlardır. Onlar ne Hristi­yanlar gibi ruhbanlıkta aşırı gitmişler ve Hz. Îsâ hakkında onu ilahlık derecesine çı­karacak sözler söylemişler, ne de Yahudiler gibi Peygamberleri öldürerek mâsiyete düşmüşlerdir. Bilakis Müslümanlar, itidali muhafaza etmişler, ifrat ve tefritten kaçınmışlardır.

Müslümanların diğer ümmetlerden üstün olduğu, Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 110’da da şöyle geçmektedir: ″Ey Mü’minler! Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz...″

Âyet-i Kerîme’de geçen ″Şâhitlik″ ise, Allah’u Teâlâ’nın insanlara doğru yolu gösterdiğine, bunun için Peygamberler gönderdiğine ve bu Peygamberlerin Allah’ın emirlerini ümmetlerine tebliğ ettiklerine dair Ümmet-i Muhammed’in şâhitlik etmesi ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de kendi ümmetinin bu beyanına şâhit olmasıdır. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَجِيءُ النَّبِيُّ وَمَعَهُ الرَّجُلَانِ وَيَجِيءُ النَّبِيُّ وَمَعَهُ الثَّلَاثَةُ وَأَكْثَرُ مِنْ ذَلِكَ وَأَقَلُّ فَيُقَالُ لَهُ هَلْ بَلَّغْتَ قَوْمَكَ فَيَقُولُ نَعَمْ فَيُدْعَى قَوْمُهُ فَيُقَالُ هَلْ بَلَّغَكُمْ فَيَقُولُونَ لَا فَيُقَالُ مَنْ يَشْهَدُ لَكَ فَيَقُولُ مُحَمَّدٌ وَأُمَّتُهُ فَتُدْعَى أُمَّةُ مُحَمَّدٍ فَيُقَالُ هَلْ بَلَّغَ هَذَا فَيَقُولُونَ نَعَمْ فَيَقُولُ وَمَا عِلْمُكُمْ بِذَلِكَ فَيَقُولُونَ أَخْبَرَنَا نَبِيُّنَا بِذَلِكَ أَنَّ الرُّسُلَ قَدْ بَلَّغُوا فَصَدَّقْنَاهُ قَالَ فَذَلِكُمْ قَوْلُهُ تَعَالَى {وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا} (ه عن ابى سعيد(

Mahşer günü, bir Peygamber beraberinde ümmeti olarak iki adam olduğu halde gelir. Bir başka Peygamber, beraberinde ümmeti olarak üç kişi bulunduğu halde gelir. Bundan fazla ve az ümmetle gelen Peygamberde olur. Sonra o gelen her Peygambere: ″Sen kendi kavmine dîni tebliğ ettin mi?″ diye sorulur. O da, ″Evet″ der. Sonra onun kavmi huzura çağrılarak, ″Peygamberiniz size dîni tebliğ etti mi?″ denilir. Onlar: ″Hayır″ derler. Bunun üzerine onların Peygamberlerine: ″Kavmine, senin dîni tebliğ ettiğine dair şâhidin kimdir?″ denilir. O da, ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem ve ümmeti″ der. Bunun üzerine Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti çağrılır ve onlara: ″Bu Peygamberler, kavmine dîni tebliğ etti mi?″ diye sorulur. Onlar da, ″Evet″ derler. Sonra Allah’u Teâlâ Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetine: ″Bu Peygamberlerin, kendi kavmine dîni tebliğ ettiğine dair bilginiz nedir?″ der. Onlar da, ″Peygamberlerin, kendi kavimlerine dîni tebliğ ettiklerini bize Peygamberimiz haber verdi, biz de onu tasdik ettik″ derler. İşte bu açıklama Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Bakara, Âyet 143’te: ″Ey Mü’minler! Böylece, sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık ki, mahşerde insanlara şâhit olasınız ve Resûl de size şâhit olsun…″ diye geçen buyruğunun muhtevâsıdır.[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

يَجِيءُ نُوحٌ وَأُمَّتُهُ فَيَقُولُ اللّٰهُ تَعَالَى هَلْ بَلَّغْتَ فَيَقُولُ نَعَمْ أَيْ رَبِّ فَيَقُولُ لِأُمَّتِهِ هَلْ بَلَّغَكُمْ فَيَقُولُونَ لَا مَا جَاءَنَا مِنْ نَبِيٍّ فَيَقُولُ لِنُوحٍ مَنْ يَشْهَدُ لَكَ فَيَقُولُ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأُمَّتُهُ فَنَشْهَدُ أَنَّهُ قَدْ بَلَّغَ وَهُوَ قَوْلُهُ جَلَّ ذِكْرُهُ {وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ} وَالْوَسَطُ الْعَدْلُ (خ ت ه عن ابى سعيد(

Mahşer günü, Nûh ve ümmeti gelir. Allah’u Teâlâ ona: ″Tebliğ ettin, dînimi duyurdun mu?″ diye sorar. ″Evet, Ey Rabbim!″ diye cevap verir. Allah’u Teâlâ bu sefer ümmetine sorar: ″Nûh size tebliğ etmiş miydi?″ Onlar: ″Hayır! Bize Peygamber gelmedi″ derler. Bu sefer Allah’u Teâlâ Nûh’a yönelerek: ″Söylediğin şey hususunda sana kim şâhitlik edecek?″ diye sorar. ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem ve ümmeti″ der. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in ümmeti: ″O tebliğde bulundu″ diye şâhitlikte bulunur. Bu duruma Sûre-i Bakara, Âyet 143’te: ″Ey Mü’minler! Böylece, sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık ki, mahşerde insanlara şâhit olasınız ve Resûl de size şâhit olsun…″ diye geçen buyruk işâret eder. İşte (âyetin metninde geçen) ″el-Vasat″ kelimesi, ″Adl″ mânâsındadır.[4]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَا وَأُمَّتِى يَوْم الْقِيَامَة عَلَى كَوْم مُشْرِفِينَ عَلَى الْخَلَائِق مَا مِنْ النَّاس أَحَد إِلَّا وَدَّ أَنَّهُ مِنَّا وَمَا مِنْ نَبِيّ كَذَّبَهُ قَوْمه إِلَّا وَنَحْنُ نَشْهَد أَنَّهُ قَدْ بَلَّغَ رِسَالَة رَبّه عَزَّ وَجَلَّ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن جابر بن عبد اللّٰه)

″Ben ve ümmetim mahşer gününde yüksekçe bir yerden halkı gözetleriz. Her­kes ister ki, kendisi de bizden olsun. Hangi Peygamberi kavmi yalan­larsa, biz o Peygambere şâhitlik eder ve o Peygamberin Rabbi Azze ve Celle’nin emirlerini tebliğ ettiğine şâhitlik ederiz.″[5]

Bu Âyet-i Kerîme’nin son kısmında geçen ifade ile ilgili de şu hâdise nakledilmiştir:

Kıble değişince, bu olayı fırsat bilen Yahudiler, ″Bu hâl hidâyet ise Beyt’ül-Makdis’e doğru kıldığınız namazlarınız dalâlet üzere miydi? Oraya doğru namaz kılıp ölenlerin namazı bâtıl mıydı?″ deyince, Allah’u Teâlâ: ″Allah’u Teâlâ sizin îmanınızı (Beyt’ül-Makdis’e yönelerek kıldığınız namazları) zâyi etmez″ diyerek onlara cevap vermiştir.

Bu hususta Berâ Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:

أَنَّهُ مَاتَ عَلَى الْقِبْلَةِ قَبْلَ أَنْ تُحَوَّلَ رِجَالٌ وَقُتِلُوا فَلَمْ نَدْرِ مَا نَقُولُ فِيهِمْ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ تَعَالَى {وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ} (خ عن البراء)

Kıble, Mescid-i Aksâ’dan Kâbe yönüne çevrilmeden önce, evvelki kıbleye karşı namaz kılan bâzı Müslümanlar ölmüş veya öldürülmüştü. Onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerineAllah’u Teâlâ: ″… Allah’u Teâlâ sizin îmanınızı (Beyt’ül-Makdis’e yönelerek kıldığınız namazları) zâyi etmez...″ diye geçen âyeti indirdi.[6]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Şüphesiz Allah’u Teâlâ insanlara karşı elbette çok şefkatli, çok merhametlidir″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna (Havâzin kabilesinden) bâzı esirler gelmişti. Esirler arasında emzikli bir kadın vardı. Çocuğunu kaybetmişti. O kadın, göğsüne biriken sütü sağıyor, çocuklara veriyor, emziriyordu. Bu kadın, esirler arasında çocuğunu bulunca, hemen alıp sinesine bastı ve derin bir şefkatle çocuğunu emzirmeye başladı. Bunu görünce Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bize:

أَتُرَوْنَ هَذِهِ طَارِحَةً وَلَدَهَا فِى النَّارِ قُلْنَا لَا وَهِيَ تَقْدِرُ عَلَى أَنْ لَا تَطْرَحَهُ فَقَالَ: لَلّٰهُ أَرْحَمُ بِعِبَادِهِ مِنْ هَذِهِ بِوَلَدِهَا (خ م عن عمر بن الخطاب)

″Şu kadının kendi çocuğunu ateşe atabileceğini düşünür müsünüz?″ dedi. Biz de: ″Hayır, bunu asla yapmaz!″ dedik. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″İşte Allah’u Teâlâ kullarına, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden daha merhametlidir″ buyurdu.[7]

﴿ قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَٓاءِۚ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَاۖ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ ﴿١٤٤﴾

144. Ey Habîbim! Biz senin (kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi hususunda vahiy gelmesini bekleyerek) yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Seni arzuladığın kıbleye çeviriyoruz. Sen de yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ey Müslümanlar! Namaz için her nerede olursanız yüzünüzü Kâbe tarafına çevirin. Ehl-i Kitap, bunun Rablerinden bir hak olduğunu elbette bilirler. Allah’u Teâlâ, onların yaptıklarından gâfil değildir.

İzah: Ehl-i Kitab’ın kıblesi, Beyt’ül-Makdis idi. Onlar, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Sen Peygambersen, dînin ayrı ise, niçin bizim kıblemize dönüyorsun?″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de Kâbe’ye doğru namaz kılmayı çok arzuluyordu. Nihâyet Resûlü Ekrem Efendimiz, Ashâbıyla birlikte namazda iken, Allah’u Teâlâ, ″Yönünü Kâbe’ye çevir″ diye emretti.

Böylece namazda yönlerini Kâbe’ye çevirdiler. O mescitte öğle veya ikindi namazının farzının iki rek’atı Beyt’ül-Makdis’e doğru, diğer iki rek’atı da Kâbe’ye doğru kılındığı için, o mescide, ″Mescid-i Kıbleteyn (iki kıbleli mescit) denildi.[8]

Kıblenin çevrilmesi hususunda Sûre-i Bakara, Âyet 115’in izahına bakınız.

﴿ وَلَئِنْ اَتَيْتَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ اٰيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ وَمَٓا اَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْۚ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ اِنَّكَ اِذًا لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ ﴿١٤٥﴾

145. Ey Resûlüm! Yemin olsun ki sen, Ehl-i Kitab’a her ne kadar burhan getirsen, yine onlar senin kıblene tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine tâbi olmazsın. Nitekim onlar birbirlerinin kıblesine de tâbi olmadılar. Yemin olsun ki, sana gelen ilimden sonra, onların hevâlarına uyacak olursan, şüphesiz sen de o zaman zâlimlerden olursun.


[1] Sûre-i Bakara, Âyet 144.

[2] Sahih-i Buhârî, Salât 31; Sahih-i Müslim Mesâcid 2 (11 Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6784.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 34.

[4] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 3, İ’tisam 19; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 3; Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 34.

[5] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 1, s. 455.

[6] Sahih-i Buhârî, Îman 29; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6783.

[7] Sahih-i Buhârî, Edeb 18; Sahih-i Müslim, Tevbe 4 (22).

[8] Yine bu hususta bakınız: Sünen-i İbni Mâce, İkâmet’üs-Salât 56.