YÂSîN SÛRESİ

﴿ وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا اَصْحَابَ الْقَرْيَةِۢ اِذْ جَٓاءَهَا الْمُرْسَلُونَۚ ﴿١٣﴾ اِذْ اَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُٓوا اِنَّٓا اِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ ﴿١٤﴾

13-14. Ey Habîbim! Onlara, o şehir ahâlisini misal olarak ver. Resullerin oraya geldiği vakti zikret.* O vakit, onlara iki Resûl göndermiştik de onları yalanlamışlardı. Biz de (o ikisini), bir üçüncü Resûl ile takviye etmiştik. Bunlar, şehir ahâlisine dediler ki: ″Biz sizi dîne dâvet için gönderilen Resulleriz.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Resûl″ ifadesi, mânâ itibariyle elçi ve uyarıcı anlamına gelmektedir. Genel olarak Peygamberler, evliyâlar ve hattâ melekler[1] için de kullanılan bir tabirdir. Nitekim bu âyetlerde geçen Resuller de, Îsâ Aleyhisselâm’ın havârilerinden olan evliyâlardır.

Âyet-i Kerîme’de geçen iki elçi, ilk olarak Antakya şehrinin dışında koyunlarını otlatan yaşlı bir adamla karşılaştılar. Bu yaşlı kişi de, Sûre-i Yâsîn, Âyet 20’de: O esnâda şehrin öbür ucundan bir adam (Habib-i Neccâr) koşarak geldi″ diye sözü edilen Habib-i Neccâr idi. Onu, Allah’ın dînine dâvet ettiler: ″Bizler, Hz. Îsâ’nın elçileriyiz. Seni Allah’a îmana dâvet ediyoruz″ dediler. O yaşlı adam, onlardan bir alâmet isteyince, ″Biz hastaları şifâya kavuştururuz″ dediler. Onun yatalak olan hasta bir oğlu vardı. Bu Resûller, ellerini ona sürerek İncil’den âyetler okuyup üflediler ve Allah’ın izniyle o hasta, sağlıklı bir şekilde ayağa kalktı. Bunun üzerine o adam da Allah’u Teâlâ’ya îman etti.

Habib-i Neccâr, onların bu durumunu etrafa anlattı. Bu Resûller, birçok hastayı şifâya kavuşturdular. Bu hâdise kralın dikkatini çekti ve onlara elçi göndererek soru sormalarını emretti. Her ikisi de: ″Biz Hz. Îsâ’nın elçileriyiz″ dediler. Kendilerine: ″Peki delili­niz nedir?″ diye sorunca, ″Biz, anadan doğma körü, ebraslıları ve hasta kimseleri Allah’ın izni ile iyileştirir, seni de bir olan Allah’a îman etmeye dâvet ederiz″ dediler.

Daha sonra kral, onları hapset­ti ve onlara yüzer sopa vurdurdu. Bunların durumu, bu iki elçiden ilim olarak daha üstün olan üstadlarına ilham olunca, onlara yardım için şehre geldi. İşte Âyet-i Kerîme’de: ″Biz de (o ikisini), bir üçüncü Resûl ile takviye etmiştik″ diye buyrulan bu zâttır.

Nakledildiğine göre bu Resûllerin başı olan Şemun es-Safa Hazretleri idi. Hz. Şemun, ilk önce kendini gizledi ve hükümdarın yakınları ile iyi ilişkiler kurdu. Daha sonra bunlar, Şemun’dan hükümdara bahsettiler. Hükümdar, bu kimseyi çok beğendi. Şemun günün birin­de hükümdara: ″Duyduğuma göre sen, Allah’a dâvet eden iki kişiyi hapse atmışsın. Onların durumu nedir?″ diye sordu. Hükümdar: ″Kızgınlığım, onların istediklerini gerçekleştirmeme engel oldu″ dedi. Şe­mun: ″Onları huzura getirsen″ dedi. Kral da huzura getirilmelerini emretti.

Bu ikisi huzura getirildi. Onlar üstadları Hz. Şe­mun’u kralın yanında görünce tanıdılar. Hz. Şemun, onları tanımamazlıktan geldi. Onlar da böyle olması gerektiğini anladılar ve kendileri de üstadlarını tanımamazlıktan geldiler. Hz. Şemun onlara: ″Siz hastaları elinizi sürüp okuyarak iyi ediyormuşsunuz. Size anadan doğma bir kör getirsek, onun da gözünü açabilir misiniz?″ diye sordu. Onlar da üstadlarının bu sözünde hikmet olduğunu düşünerek, ″Evet″ dediler. Bunun üzerine anadan doğma, göz­leri kör bir çocuk getirildi. Gözlerinin bulunduğu yer, tıpkı alnı gibi düz idi. Bu ikisi açıktan, üstadları da içinden Allah’a duâ ettiler. O çocuğun gözlerinin yeri açıldı, çamurdan iki fın­dık büyüklüğünde bir parça alıp gözlerinin yerine koydular. Bu iki çamur par­çası hemen göz oluverdi ve onlarla görmeye başladı.

Bu olaydan sonra Hz. Şemun, kralın nabzını yokladı. Kralda hâlâ bir şüphe olduğunu gördü ve tam îman etmediğini anladı. Bunun üzerine krala: ″Bunlardan daha zor ve imkansız olan bir şey isteyelim, bir ölüyü diriltsinler″ dedi. Kral da, bu ikisinden bir ölüyü diriltmelerini istedi. Bunlar da, ″Diriltilmesini istediğiniz ölünün kabrini siz gösterin″ dediler. Bunlara herkesin bildiği eski bir mezar gösterildi ve mezarın üzerini açarak ″Haydi bunu diriltin″ dediler.

Resuller, açıkça Allah’a duâ ettiler, Hz. Şemun da gizlice duâ etti. Ölü dirilmiş olarak kabrinden ayağa kalktı ve insanlara dedi ki: ″Ben müşrik olarak ölmüştüm. Bu bakımdan ateş dolu yedi vâdiye girdirildim. İçinde bu­lunduğunuz halden sizi sakındırıyorum, Allah’a îman edin. Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur, birdir, ortağı yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Hz. Îsâ, Allah’ın ruhu ve kelimesidir[2] ve şehâdet ederim ki, bun­lar da Hz. Îsâ’nın elçileridir.″

Hz. Şemun, bu olay üzerine yine krala dönerek, ″Bu adamların dîni haktır, bunlara îman edilmesi gerekir″ dedi. Bunun üzerine kral ve saray erkanının hepsi îman ettiler. Hükümdar, halkına da îman etmeleri için uyarıda bulundu ve yaşanan olaylar tamamen anlatıldı. Buna rağmen azgın halk îman etmeyerek ayaklandılar ve saraya saldırdılar.

Habib-i Neccâr da koşarak bunların yanına gelip, yaptıklarının yanlış olduğunu ve o kişilerin dîninin hak olduğunu söyleyince, bu azgın halk Habib-i Neccâr Hazretlerini de şehit ettiler. Ve halk sarayın içlerine kadar girerek kralın askerlerini, kralı ve bu üç Resûlü şehit ettiler. Bunun üzerine Allah, onları helâk etmiştir. Bu helâk olan kavimin, şu anki Antakya halkıyla bir alakası yoktur.

Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, İslâmiyetin ilk yıllarında Peygamber Efendimizin emriyle Hz. Câfer b. Ebû Tâlib, Habeşistan’a hicret ettiği vakit, onlara Meryem Sûresi’ni okumuş ve sûre tamamlanıncaya kadar orada bulunan Hristiyan cemaatinin hepsi ağlamışlardı. Daha sonra Hz. Necâşi, kendi kavminin ulemâsından İslâm’a meyleden yet­miş kişiyi Fahr-i Kâinat Efendimize göndermiştir. Resûlü Ekrem de onlara Yâsîn Sûresi’ni okumuş, onlar da ağlayarak hemen Müslümanlığı kabul etmişlerdi.

Bu husus Sûre-i Mâide, Âyet 83’te şöyle geçmektedir:

″Onlar, Resûle nâzil olan Kur’ân’ı dinledikleri vakit görürsün ki, hakkı bildikleri için onların gözleri yaşla dolar. Derler ki: ″Ey Rabbimiz! Biz de îman ettik, bizi de şâhitler (Mü’minler) arasında kaydet.″

İşte Yâsîn Sûresi’nde, Îsâ Aleyhisselâm’ın ümmetinden olan bu büyük zâtların kıssası anlatılmıştır. Hz. Necâşi’nin gönderdiği adamların Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e; Îsâ Aleyhisselâm hakkında sorduklarında, Resûlü Kirâm Efendimiz Yâsîn Sûresi’ni onlara okudu. Bunlar, Îsâ Aleyhisselâm’ın ümmetinin ulemâlarından oldukları için, Antakya’ya gönderilen Resullerin kıssasını çok iyi bilmekteydiler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Yâsîn Sûresi’ni okurken bunların ağlamaları işte bundan dolayı idi ve hemen Müslüman oldular.

﴿ قَالُوا مَٓا اَنْتُمْ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَاۙ وَمَٓا اَنْزَلَ الرَّحْمٰنُ مِنْ شَيْءٍۙ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَكْذِبُونَ ﴿١٥﴾ قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ اِنَّٓا اِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ ﴿١٦﴾ وَمَا عَلَيْنَٓا اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ ﴿١٧﴾ قَالُٓوا اِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْۚ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿١٨﴾ قَالُوا طَٓائِرُكُمْ مَعَكُمْۜ اَئِنْ ذُكِّرْتُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ ﴿١٩﴾

15-19. Şehir ahâlisi dediler ki: ″Siz de ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahmân, bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.″* Resuller dediler ki: ″Rabbimiz biliyor ki, muhakkak biz size gönderilen Resulleriz.* Biz açık tebliğden başka bir şeyle mükellef değiliz.″* Bunun üzerine onlar dediler ki: ″Biz sizinle uğursuzluğa düştük. Yemin olsun ki, bu sözlerinizden vazgeçmezseniz, elbette sizi taşlarız ve bizden size elim bir azap dokunur.″* Resuller de dediler ki: ″Uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size nasihat ediliyorsa, bu uğursuzluk mudur? Bilakis siz, haddi aşan bir kavimsiniz.

﴿ وَجَٓاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَل۪ينَۙ ﴿٢٠﴾ اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْـَٔلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ ﴿٢١﴾ وَمَا لِيَ لَٓا اَعْبُدُ الَّذ۪ي فَطَرَن۪ي وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٢٢﴾ ءَاَتَّخِذُ مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةً اِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمٰنُ بِضُرٍّ لَا تُغْنِ عَنّ۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـًٔا وَلَا يُنْقِذُونِۚ ﴿٢٣﴾ اِنّ۪ٓي اِذًا لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٢٤﴾ اِنّ۪ٓي اٰمَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِۜ ﴿٢٥﴾

20-25. O esnâda şehrin öbür ucundan bir adam (Habib-i Neccâr) koşarak geldi ve şehir ahâlisine şöyle dedi: ″Ey kavmim! Bu Resullere tâbi olun.* Sizden hiçbir ücret istemeyen ve hidâyete ermiş olan bu kimselere tâbi olun.* Ben, niçin beni yaratana ibâdet etmeyeyim? Halbuki O’na döndürüleceksiniz.* O’nu bırakıp da başka ilahlar mı edineyim? Eğer Rahmân, bana bir zarar vermeyi dilese, taptıklarınızın şefaati bana fayda vermez ve onlar beni kurtaramaz.* O takdirde ben, apaçık bir sapıklık içinde olurum.* Şüphesiz ben sizin Rabbinize îman ettim, artık beni dinleyin.″

İzah: Şehrin öbür ucundan gelerek bu Resûllere uymaları gerektiğini söyleyen kişi Habib-i Neccâr Hazretleridir. Bu zât, âyette geçen ifadeleri söyleyince, o kavim, üzerine atılıp onu öldürdüler. Bu hususta İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu dedi ki:

Bağırsakları çıkıncaya kadar onu ayak­larıyla çiğnediler. Daha sonra onu bir kuyuya attılar. İşte ″Ress″ diye bili­nen kuyu budur, Sûre-i Furkân, Âyet 38’deki, ″Ashâb-ı Ress″ diye bahsedilen kavim de, o zulmü yapanlardır.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’ya göre; Ashâb-ı Ress, Yâsin Sûresi’nde kendilerinden söz edilen ve kavmine ″Ey kavmim! Bu Resullere tâbi olun″ diyen kişinin kavmidir. Kavmi onu öldürüp ″Ress″ diye bilinen bir kuyuya attılar. Bu sebeple bu kuyunun ismi ile anıldılar.

﴿ ق۪يلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَۜ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْم۪ي يَعْلَمُونَۙ ﴿٢٦﴾ بِمَا غَفَرَ ل۪ي رَبّ۪ي وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُكْرَم۪ينَ ﴿٢٧﴾

26-27. (Şehir ahâlisi onu öldürünce, kendisine): ″Cennete gir″ denildi. O da dedi ki: ″Keşke kavmim bilseydi;* Rabbimin beni bağışladığını ve bana ikram ettiğini!″

İzah: Şehrin zâlim halkı tarafından öldürülen bu zâta; îmanının ve sabrının mükâfatı olarak ″Cennete gir″ denildi. İşte bu zât, hayatta iken kavmini hayra ve îmana dâvet ettiği gibi, öldürülmesinden sonra da yine kavminin hidâyete ka­vuşmasını arzulamış ve şöyle demiştir:

- Keşke kavmim, Rabbim Teâlâ’nın beni bağışladığını ve bana ikram ettiğini bilseydi de, onlar da îman edip bu ikramlara erişselerdi.

İbn-i Umeyr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şu hâdise anlatılmıştır:

Sakîf kabilesinden Urve İbn-i Mes’ud, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Beni kavmime gönder de onları İslâm’a dâvet edeyim.″ Peygamberimiz buyurdu ki: ″Seni öldürmelerinden korkarım.″ Urve İbn-i Mes’ud: ″Onlar beni uyurken bile görseler uyandırmazlar″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Hadi git″ buyurdu. Urve İbn-i Mes’ud gitti ve Lât ve Uzza’ya: ″Yarın sen benden hoşlanmayacağın bir şeyle karşılaşacaksın″ dedi. Bunun üzerine Sakîf kabilesi kızdı. Urve İbn-i Mes’ud dedi ki: ″Ey Sakîf topluluğu! Lât, Lât değildir; Uzzâ, Uzzâ değildir; Müslüman olun, selâmet bulun. Ey müttefikler topluluğu! Uzzâ, Uzzâ değildir, Lât da Lât değildir, Müslüman olun, selâmete erin.″ Bunu üç kere tekrarladı. Bir adam okunu fırlattı, onun kolunun ortasındaki damarına isâbet etti ve öldü.

Bu haber Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaşınca, şöyle buyurdu:

هَذَا مَثَله كَمَثَلِ صَاحِب يس قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنْ الْمُكْرَمِين (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابن عمير)

Bunun misâli, Yâsîn Sûresi’ndeki kişinin misâlidir. Nitekim o şöyle demişti: ″Keşke kavmim bilseydi;* Rabbimin beni bağışladığını ve bana ikram ettiğini!″[3]

﴿ وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪ مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ ﴿٢٨﴾ اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ ﴿٢٩﴾

28-29. Biz ondan sonra, kavmini helâk etmek için gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.* Onları helâk eden şey, korkunç bir sesten ibâret idi ki, onunla hemen ateş söner gibi söndüler.

İzah: Resullerin uyarılarını dikkate almayarak îman etmeyen ayrıca Havâriler ile Habib-i Neccâr da dâhil olmak üzere îman eden kişileri öldüren o belde halkı, Cebrâil Aleyhisselâm tarafından vukû bulan müthiş bir ses ile helâk edilmiştir.

﴿ يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِۚ مَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ﴿٣٠﴾ اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ ﴿٣١﴾ وَاِنْ كُلٌّ لَمَّا جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ۟ ﴿٣٢﴾

30-32. Yazıklar olsun o kullara ki, ne zaman kendilerine bir Resûl gelse, muhakkak onu alaya alırlardı.* Onlar, kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve helâk edilenlerin onlara dönmediklerini görmezler mi?* Onların hepsi mutlaka huzurumuzda toplanıp hesap için hazır bulundurulacaklardır.


[1] Melekler için de bu Resûl tabirinin kullanıldığına dair: Sûre-i A’râf, Âyet 37 ve Sûre-i Hûd, Âyet 69’a bakınız.

[2] Hz. Îsâ’ya, ″Allah’ın kelimesi″ ifadesinin kullanılması, onun babasız olarak Allah’ın kendi sözüyle meydana geldiğinden dolayıdır.

[3] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 6, s. 572.