ENBİYÂ SÛRESİ

﴿ وَدَاوُ۫دَ وَسُلَيْمٰنَ اِذْ يَحْكُمَانِ فِي الْحَرْثِ اِذْ نَفَشَتْ ف۪يهِ غَنَمُ الْقَوْمِۚ وَكُنَّا لِحُكْمِهِمْ شَاهِد۪ينَۙ ﴿٧٨﴾ فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمٰنَۚ وَكُلًّا اٰتَيْنَا حُكْمًا وَعِلْمًاۘ وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُ۫دَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَۜ وَكُنَّا فَاعِل۪ينَ ﴿٧٩﴾

78-79. Ey Resûlüm! Dâvud’u ve Süleyman’ı da zikret. Hani onlar, kavmin koyunları ekini yediği vakit, ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların hükümlerine şâhit idik.* Ve o hususta nasıl hüküm verileceğini Süleyman’a bildirdik. Her ikisine de Peygamberlik ve ilim verdik. Dağları ve kuşları, Dâvud ile beraber tesbih etmek üzere onun emrine verdik. İşte bunları yapan Biz idik.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak şu hâdise nakledilmiştir:

Bir gün, Dâvud Aleyhisselâm’ın huzuruna iki adam geldi. Birisinin bahçesine diğer birinin yüz koyunu girmişti. Bahçede her koyun kendi fiyatından daha fazla ziyanlık yapmıştı. Koyun sahibinin, koyunlarından başka hiç malı yoktu, bahçe sahibinin de bahçesinden başka hiç malı yoktu. Dâvud Aleyhisselâm ikisine de acıyordu. Nihâyet koyun sahibine:

- Sen koyunlarına bakmadın, onun bahçesinde yayıldı. Onun bahçesi gelip, senin koyunlarına yem olmadı. Onun için koyununun hepsi bahçe sahibinindir, diye koyunları bahçe sahibine verdi. İkisi de çıkıp giderken, Dâvud Aleyhisselâm’ın oğlu Süleyman Aleyhisselâm bunları gördü. Birisi gözleri yaşarmış ağlıyor; diğeri seviniyor, gülüyordu. Yedi yaşında olan Süleyman Aleyhisselâm bunlara sordu, onlarda olayı anlattılar. Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm: ″Babam yanlış yapmış, bu mahkemede iki tarafı da sevindirmek lâzım″ dedi ve babasının yanına geldi. Mahkemeyi yanlış yaptığını, birisinin sevinip, diğerinin ağladığını söyledi. Babası adamları tekrar çağırıp, Süleyman Aleyhisselâm’ı hâkim yaptı.

Süleyman Aleyhisselâm ikisini de dinledi; ″Ben, ikinizi de sevindireceğim″ dedi. Bahçe sahibine: ″Bu yüz koyun senin yanında emânet kalsın. Koyunun yünü, kuzusu, sütü senin. Koyunun anası koyun sahibinin″ dedi. Koyun sahibine de: ″Bu bahçeyi al ek, verimli hâle getir, yüz koyununu teslim al, bahçesini teslim et″ dedi. Koyun sahibi çok sevindi; ″İki üç ay çalışır, bahçeyi eker, yetiştirir, koyunlarımı alırım″ dedi. Bahçe sahibi de: ″Ben, koyunların yününü, sütünü alırsam, bahçeme de kavuşursam, buna râzıyım″ dedi. İkisi de sevinip çıkıp gittiler. Süleyman Aleyhisselâm, babası Dâvud Aleyhisselâm’a: ″İşte iki tarafı da düşünmek ve sevindirmek lâzım″ dedi. Babası bu mahkemeye hayran kalmıştı.

Bu hâdisede olduğu gibi birçok içinden çıkılması zor olan meseleyi Süleyman Aleyhisselâm, en adâletli şekilde hükme bağlardı.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَتْ امْرَأَتَانِ مَعَهُمَا ابْنَاهُمَا جَاءَ الذِّئْبُ فَذَهَبَ بِابْنِ إِحْدَاهُمَا فَقَالَتْ صَاحِبَتُهَا إِنَّمَا ذَهَبَ بِابْنِكِ وَقَالَتْ الْأُخْرَى إِنَّمَا ذَهَبَ بِابْنِكِ فَتَحَاكَمَتَا إِلَى دَاوُدَ فَقَضَى بِهِ لِلْكُبْرَى فَخَرَجَتَا عَلَى سُلَيْمَانَ بْنِ دَاوُدَ فَأَخْبَرَتَاهُ فَقَالَ ائْتُونِي بِالسِّكِّينِ أَشُقُّهُ بَيْنَهُمَا ... (خ عن ابى هريرة)

Vaktiyle iki kadın ve bu kadınların birer oğlan çocuğu vardı. Bunlar (yolda giderken) kurt gelerek bunlardan birisinin (büyük kadının) çocuğunu kapıp götürmüş. Bunun üzerine (çocuğunu kurt kapan büyük) kadın, diğer (küçük) kadına: ″Kurt senin çocuğunu götürdü″ der. Öbür kadında: ″Hayır, senin çocuğunu götürdü″ der. Nihâyet bu iki hasım, mahkemelerini Dâvud Aleyhisselâm‘a arz ederler. O da oradaki büyük kadına hükmeder. Kurdun kaptığı çocuk, küçük kadına ait olur. Bunlar mahkemeden çıkıp Dâvud‘un oğlu Süleyman‘a giderler. Ve babasının hükmünü ona bildirirler. O da: ″Haydi, bana bir bıçak getirin. Çocuğu iki kadın arasında paylaştırayım″ demiş. Bunun üzerine küçük kadın: ″Aman öyle yapma, Allah sana rahmet etsin!″ der. Bunun üzerine, ″Çocuk bu kadınındır″ diyerek, Süleyman Aleyhisselâm, çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetmiştir.[1]

Bu hâdise de Süleyman Aleyhisselâm, bir annenin kendi çocuğunun bilerek öldürülmesine râzı olmayacağını bildiği için gerçek annesinin bu şekilde ortaya çıkacağını anlamıştı.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de: ″Dağları ve kuşları, Dâvud ile beraber tesbih etmek üzere onun emrine verdik. İşte bunları yapan Biz idik″ diye buyrularak, Dâvud Aleyhisselâm’a birçok farklı özelliğin verildiği de beyan edilmiştir.

Bu husus Sûre-i Sâd, Âyet 16-19’da da şöyle geçmektedir:

Kâfirler: ″Ey Rabbimiz! Hesap günü gelmeden evvel amel defterimizi bize acele ver, görelim″ diye alay ederler.* Ey Resûlüm! Onların bu gibi sözlerine sabret ve kuvvet sahibi olan kulumuz Dâvud’u yâd et. Şüphesiz o, dâimâ Allah’a yönelirdi.* Muhakkak ki dağları onun emrine verdik, onunla beraber akşam ve işrak vakti tesbih ederlerdi.* Kuşları da toplanmış olarak onun emrine verdik. Hepsi de ona yönelmişlerdi (Dâvud Aleyhisselâm ile berâber tesbihe devam ederlerdi).

Dâvud Aleyhisselâm, dağların tesbihini ve zikrini işitir, onlarla beraber tesbih ve zikir ederdi.

Canlı ve cansız her şeyin, Allah’ı zikrettiğine dair Sûre-i İsrâ, Âyet 44’te şöyle buyrulmuştur:

″Yedi gök, yer ve onlarda bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O, Halîm’dir (cezâ vermekte acele etmez), çok bağışlayandır.″

Dâvud Aleyhisselâm‘ın, sesi çok güzeldi. Dâvudî ses dedikleri onun sesidir. Kendisi, Zebur okurken havada uçan kuşlar geri döner, onun okuması bitene kadar dinler, ondan sonra uçar giderlerdi.

Dâvud Aleyhisselâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

خُفِّفَ عَلَى دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلَام الْقُرْآنُ فَكَانَ يَأْمُرُ بِدَوَابِّهِ فَتُسْرَجُ فَيَقْرَأُ الْقُرْآنَ قَبْلَ أَنْ تُسْرَجَ دَوَابُّهُ وَلَا يَأْكُلُ إِلَّا مِنْ عَمَلِ يَدِهِ (خ عن ابى هريرة)

″Dâvud Aleyhisselâm’a Zebur’u okumak kolaylaştırıldı. O, kendi binit hayvanının hazırlanmasını emrederdi de, onlar eğerlenirdi. Ve bunlar eğerlenmezden evvel kendisi Zebur’u okur, hatmederdi. Yine Dâvud Aleyhisselâm, elinin emeğini yerdi.″[2]

Zamanın mekâna, mekânın zamana tebdil olması, Dâvud Aleyhis-selâm’a da verilmişti. Yoksa atların hazırlanması beş on dakikada biterdi. Zebûr büyük bir kitaptır. Hatmedilmesi çok daha uzun sürerdi.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de Dâvud Aleyhisselâm hakkında şu hâdiseyi anlatmıştır:

لَمَّا خَلَقَ اللّٰهُ آدَمَ وَنَفَخَ فِيهِ الرُّوحَ عَطَسَ فَقَالَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ فَحَمِدَ اللّٰهَ بِإِذْنِهِ فَقَالَ لَهُ رَبُّهُ يَرْحَمُكَ اللّٰهُ يَا آدَمُ اذْهَبْ إِلَى أُولَئِكَ الْمَلَائِكَةِ إِلَى مَلَإٍ مِنْهُمْ جُلُوسٍ فَقُلْ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ قَالُوا وَعَلَيْكَ السَّلَامُ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ ... (ت عن ابى هريرة)

Allah‘u Teâlâ, Âdem‘i yarattığı ve ruh üflediği zaman, o hapşırdı ve ″Elhamdulillâh″ diyerek, izni ile Allah’a hamdetti. Rabbi Teâlâ da ona: ″Yerhamukallâh (Allah sana rahmet etsin) Ey Âdem! Mukarreb (Allah’a en yakın olan) meleklerden şu oturan gruba git ve -Esselâmü aleyküm- de″ dedi. Âdem de öyle yaptı. Hitap ettiği melekler: ″Ve Aleyke‘s-selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuh″ diye karşılık verdiler. Sonra Âdem, Rabbine döndü. Rabbi Teâlâ ona: ″Bu cümle, senin ve evlatlarının aralarındaki selamlaşmadır″ dedi. Allah‘u Teâlâ elleri kapalı olduğu halde, Âdem‘e: ″Dilediğini seç″ dedi. Âdem: ″Rabbimin sağ elini seçtim! Rabbimin iki eli de sağdır, mübârektir″ dedi.[3] Sonra Allah‘u Teâlâ sağ elini açtı. İçinde Âdem ve onun zürriyeti vardı. ″Ey Rabbim! Bunlar nedir?″ dedi. Rabbi Teâlâ: ″Bunlar senin zürriyetindir″ dedi. Her insanın, iki gözünün arasında ömrü yazılıydı. Aralarında biri hepsinden daha parlak, daha nûrlu idi. ″Ey Rabbim! Bu kimdir?″ dedi. Rabbi Teâlâ: ″Bu senin oğlun Dâvud’dur. Ben ona kırk yıllık ömür takdir ettim″ dedi. ″Ey Rabbim! Onun ömrünü uzat″ talebinde bulundu. Rabbi Teâlâ: ″Bu ona takdir edilmiş olandır″ deyince, O: ″Ey Rabbim! Ben ona kendi ömrümden altmış senesini verdim″ diye ısrar etti. Bunun üzerine Rabbi Teâlâ: ″Sen ve bu talebin berabersiniz″ buyurdu.

Sonra Âdem, Cennete yerleştirildi. Allah’u Teâlâ‘nın dilediği kadar orada kaldı. Sonra Cennetten yeryüzüne indirildi. Âdem, burada kendi ecelini yıl be yıl sayıp hesaplıyordu. Derken ölüm meleği geldi. Bunun üzerine ona: ″Acele ettin, erken geldin. Bana bin yıl ömür takdir edilmişti″ dedi. Melek: ″İyi ama sen oğlun Dâvud‘a altmış senesini verdin″ dedi. Ne var ki o bunu inkâr etti, zürriyeti de inkâr etti; o unuttu, zürriyeti de unuttu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ilâve etti: ″O günden itibaren yazışmak ve şâhit tutmak emredildi.″[4]

﴿ وَعَلَّمْنَاهُ صَنْعَةَ لَبُوسٍ لَكُمْ لِتُحْصِنَكُمْ مِنْ بَأْسِكُمْۚ فَهَلْ اَنْتُمْ شَاكِرُونَ ﴿٨٠﴾

80. Dâvud‘a, sizi savaş zamanlarında düşmanlarınızdan muhafaza için, zırh yapma sanatını da öğrettik. Artık siz, (bu nîmetlerimize karşı) şükrediyor musunuz?

İzah: Demircilerin piri, Dâvud Aleyhisselâm‘dır. Onun mûcizesiyle, demir avucunda erir; hamur gibi istediği şekilde bükülürdü. Demir, kendinin emrine itaat ederdi. Onunla zırh, kılıç, kalkan ve harp aletleri yapardı.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا أَكَلَ أَحَدٌ طَعَامًا قَطُّ خَيْرًا مِنْ أَنْ يَأْكُلَ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ وَإِنَّ نَبِيَّ اللّٰهِ دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلَام كَانَ يَأْكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ (خ عن المقدام)

Hiç kimse elinin emeğinin mahsûlü olan yemekten daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın Nebîsi Dâvud Aleyhisselâm da elinin emeğini yerdi.″[5]

﴿ وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَاۜ وَكُنَّا بِكُلِّ شَيْءٍ عَالِم۪ينَ ﴿٨١﴾ وَمِنَ الشَّيَاط۪ينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذٰلِكَۚ وَكُنَّا لَهُمْ حَافِظ۪ينَۙ ﴿٨٢﴾

81-82. Şiddetli esen rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. Rüzgâr, onun emriyle, hayır ve bereketi çok olan yere eserdi. Biz her şeyi biliriz.* Ve cinlerden[6] dalgıç olanları ve dalgıçlıktan başka diğer işleri yapanları da Süleyman’ın emrine verdik. Ve Biz onları onun emrinde tutuyorduk.

İzah: Süleyman Aleyhisselâmın çok büyük köşkü, sarayı vardı. O sarayın üzerinde atlar koşar, askerler tâlim yapar ve her mahlûkun padişahları orada olurdu. Kuşlar, sürüyle saati geldikçe gelir, sarayın üzerinde oturan insanlara gölgelik yaparlardı. Aslanlar, kaplanlar, yırtıcı hayvanlar sarayın kapısında bekçilik görevi yaparlardı. Allah’u Teâlâ’nın emri ile dünyâ yüzündeki cinler ve hayvanlar, Süleyman Aleyhisselâm’ın emri altına girmişti. Bu sebeple ona itaat etmek zorunda idiler. Rüzgâr da onun emrine verilmişti; ne kadar emrederse, o kadar eserdi. Yine bu husus Sûre-i Sebe, Âyet 12’de şöyle geçmektedir:

″Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgâr estiğinde sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar bir aylık yol kat ederdi. Onun için erimiş bakır mâdenini sel gibi akıttık ve Rabbinin emriyle hizmetinde bulunan cinleri onun emrine verdik ve onlardan Süleyman’a itaat etmeleri için vukû bulan emrimize muhalefet edenlere alevli ateş azabını tattırırız.″

Süleyman Aleyhisselâm, rüzgâra emrettiğinde, onun sarayını havanın yüzünde götürürdü. Âyette de geçtiği gibi güneşin doğmasıyla batması arasında iki aylık yol uçardı. İsterse de uçmaz, havada dururdu. Yaz günü sıcaklarda, yaylalara uçar, orada konaklardı. Hava soğuyunca da oradan iklimi sıcak olan yerlere giderdi. Ne kışın bir soğuk, ne yazın bir sıcak görmezdi.


[1] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1394; Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ul-Enbiyâ 38.

[2] Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ul-Enbiyâ 35.

[3] Burada geçen ″Allah’ın eli″ ifadesi müteşabih olan bir husustur. Allah’ın elinin nasıl olduğunu kimse bilemez, tarif de edemez.

[4] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 8.

[5] Sahih-i Buhârî, Buyû 15; Râmûz’ul-Ehâdîs, s 371/10.

[6] Âyetin metninde şeytanlar diye bir ifade kullanılmakta ve bu ifadeyle cinler kastedilmektedir. Nitekim cin için şeytan ifadesi, bâzen de şeytan için cin ifadesi kullanılmaktadır. Bu hususta Sûre-i En’âm, Âyet 128, Sûre-i Hicr, Âyet 27 ve izahlarına bakınız.


NEML SÛRESİ

﴿ فَلَمَّا جَٓاءَتْهُمْ اٰيَاتُنَا مُبْصِرَةً قَالُوا هٰذَا سِحْرٌ مُب۪ينٌۚ ﴿١٣﴾ وَجَحَدُوا بِهَا وَاسْتَيْقَنَتْهَٓا اَنْفُسُهُمْ ظُلْمًا وَعُلُوًّاۜ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ۟ ﴿١٤﴾

13-14. Apaçık mûcizelerimiz, Firavun ile kavmine geldiği vakit, ″Bu, apaçık bir sihirdir″ dediler.* Mûcizelerin Allah tarafından olduğunu kesin olarak bildikleri halde, sırf zulümleri ve kibirleri yüzünden o mûcizeleri inkâr ettiler. Ey Resûlüm! Bak, fesatçıların âkıbeti nasıl oldu?

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm’ın Firavun ile olan mücâdelesi hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 103-141 ve izahlarına bakınız.

﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ وَسُلَيْمٰنَ عِلْمًاۚ وَقَالَا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي فَضَّلَنَا عَلٰى كَث۪يرٍ مِنْ عِبَادِهِ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٥﴾ وَوَرِثَ سُلَيْمٰنُ دَاوُ۫دَ وَقَالَ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ وَاُو۫ت۪ينَا مِنْ كُلِّ شَيْءٍۜ اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُب۪ينُ ﴿١٦﴾

15-16. Yemin olsun ki, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar: ″Bizi, birçok Mü’min kullarına üstün kılan Allah’a hamd olsun″ dediler.* Süleyman, Dâvud’a vâris oldu ve dedi ki: ″Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve her nîmetten verildi. Şüphesiz ki bu, açık bir üstünlüktür.″

İzah: Süleyman Aleyhisselâm’a gökten bir yüzük taşı indirilmişti. O da, bu taşı yüzüğüne yerleştirdi. O yüzük sayesinde hayvanlara, insanlara ve cinlere hükmediyordu.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَ فَصُّ خَاتَمِ سُلَيْمَانَ بْنِ دَاوُدَ سَمَاوِيٍّ فَأُلْقِىَ اِلَيْهِ فَأَخَذَهُ فَوَضَعَهُ فِى خَاتَمِهِ وَكَانَ نَقْشُهُ أَنَا اللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا أَنَا مُحَمَّدٌ عَبْدِى وَرَسُولِى. (طب وابن عساكر عن عبادة)

″Dâvud oğlu Süleyman’ın yüzük taşı semâvî olup kendisine gökten indirilmişti. Onu alıp yüzüğünün üzerine koymuştu. Bu taşın üzerinde şu ibâre nakşedilmişti: ″Ben Allah’ım ki, Benden başka ilah yoktur. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem kulum ve Resûlümdür.″[1]

Rivâyet edildiğine göre, Süleyman Aleyhisselâm parmağındaki yüzükle tuvalete gitmez, tuvalete gideceği zaman parmağındaki yüzüğü hanımına verirdi. Bir gün yine tuvalet ihtiyacı gelmişti. Parmağındaki yüzüğü çıkarttı. Cinnilerden birisi aynı hanımının sûretine girdi. Süleyman Aleyhisselâm da, onu hanımı zannedip yüzüğü ona verdi. İfrit yüzüğü alıp oradan uzaklaşınca; diğer ifritler yüzüğü ondan almak için üzerine atıldılar. Çünkü yüzük kimde ise, Süleyman odur. Parmağına takan, bütün insanlara, hayvanlara, cinnilere her mahlûkata hükmedecekti. Bir denizin üzerinde birbirlerinin elinden yüzüğü almak için boğuşurlarken, yüzüğü denize düşürdüler. Denizdeki bir balık yüzüğü yuttu. Yüzük gidince, Süleyman Aleyhisselâm‘ın başında kimse kalmadı, herkes dağıldı ve mallarını da kapıştılar. Kendisi fakir düştü. Süleyman Aleyhisselâm gezmeye başladı. Nihâyet deniz kenarında, bir köye çoban oldu.

Süleyman Aleyhisselâm sarayında iken, yüzük elinden gitmeden önce, bu köyde çok çirkin bir kız görmüş ve ″Bu kızı da isteyip, dünür gönderip alanlar olacak mı?″ diye kalbinden geçirmişti. Bu düşünceyle, Allah‘u Teâlâ’ya karşı terk-i edepte bulundu. Allah’u Teâlâ da: ″Yâ Süleyman! Sen, o kızı alabilmek için çok yalvaracaksın, çok ricâ edeceksin. Yalvara yalvara alacaksın″ diye buyurmuştu.

İşte Süleyman Aleyhisselâm, aynı köye çoban olmuş idi. Her gün bir evde yemek yiyordu. Derken bu kıza dünür gönderdi. Kız: ″Ben bir sığır çobanına varmam″ dedi. Süleyman Aleyhisselâm, çok zaman arkasında dolaşıp, araya çok adam koydu ve kızın gönlünü zorla yaptılar. Kızın adı, Sultan idi. Bununla evlenince kendi kendine: ″Ben, Sultan‘ı da alacak, dünür gönderecek bulunur mu, bunu kim alır? diye aklımdan geçirmiştim. Bu düşüncem Allah’u Teâlâ’nın ağrına gitti. Bana bu belâyı vererek her şeyimi elimden aldı ve Sultan’a muhtaç etti″ diye düşündü. Ve tevbe ederek şöyle dedi: ″Ben, Allah’u Teâlâ’ya karşı terk-i edepte bulundum. Bu sebeple benim ismimden önce onun ismini söyleyin. Yani bana ″Sultan Süleyman″ diye hitap edin″ dedi. Bunun için padişahların isminden önce ″Sultan″ ifadesinin kullanılması bu hâdiseden kalmıştır.

Bir Yahudi, kâhinlere sorarak, Süleyman Aleyhisselâm‘ın yüzüğünün denizde bir balığın karnında olduğunu öğrenmişti. Bunun için bütün balıkçıları çağırtmış, hepsine ücretlerini verip balık tutturmuştu. Maksadı yüzüğü bulmaktı. Yalnız tutulan balıkların karınları yarılacak, balıkçılara geri verilecekti. Balıkçılar, balıkları alıp satacaklar. Hem de Yahudi‘den ayrıca ücret alacaklardı.

Süleyman Aleyhisselâm, yedi yıl sığır çobanlığı yaptı. Çobanın karısı Sultan; balıkçılara gider, balıkçılar ona hergün bir balık verirlerdi. O da evde pişirir, Süleyman Aleyhisselâm ile beraber yerlerdi. Bir gün Sultan, yine gitmiş ve ayakta balık bekliyordu. Yahudi‘nin adamları gelmemişlerdi. Balıkçının bir tanesi Sultan‘a acıyarak, ″Yahudi nerden duyacak, şuna bir balık vereyim gitsin″ dedi ve karnı yarılmamış bir balık verdi. Sultan, o balığı eve getirdi. Balığın karnını yardı. İçinden yüzük çıktı. Yüzüğü rafa koydu. Akşam Sultan ile Süleyman Aleyhisselâm yemeklerini yediler. Süleyman Aleyhisselâm yüzüğü gördü, tanıdı. Baktı ki, kendisinin yüzüğü! Hanımı Sultan‘a: ″Bunu nerden, nasıl aldın?″ diye sordu. Sultan, olanları anlattı. Süleyman Aleyhisselâm: ″Bize bundan sonra yokluk yok″ dedi. Yüzüğü parmağına taktı. Bütün cinler, mahlûkat her şey yine emrine girdi ve ayrıca Allah’u Teâlâ Süleyman Aleyhisselâm’a rüzgârı da emrine vererek, onu daha güçlü bir şekilde saltanatına tekrar kavuşturdu.

Bu husus Sûre-i Sâd, Âyet 35-36’te şöyle geçmektedir:

″Yâ Rabbi! Beni bağışla ve bana bundan sonra kimseye nasip olmayan bir mülk bahşet. Şüphesiz Sen, Vehhâb’sın (çok bahşedensin)″ dedi.* Bunun üzerine Biz de rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr onun emriyle onun istediği yere kolayca eser giderdi.″

Yine Sûre-i Sebe, Âyet 12’de de şöyle buyrulmaktadır:

″Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgâr estiğinde sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar bir aylık yol kat ederdi. Onun için erimiş bakır mâdenini sel gibi akıttık ve Rabbinin emriyle hizmetinde bulunan cinleri onun emrine verdik ve onlardan Süleyman’a itaat etmeleri için vukû bulan emrimize muhalefet edenlere alevli ateş azabını tattırırız.″

Süleyman Aleyhisselâm, daha önceden Sultan’ı gördüğünde: ″Bunu kim alır?″ diyerek kalbinden geçirmişti. Bu ise, Allah’u Teâlâ’ya karşı terki edep olmuştu. İşte Allah’u Teâlâ onun bu düşüncesinden dolayı yüzüğü elinden alarak, kendisini o kadına muhtaç edip, o kadının eliyle de yine kendisine o yüzüğü nasip etmişti. Bu hâdiseden sonra Süleyman Aleyhisselâm, kendi tahtının yanına daha büyük bir taht yaptırdı ve o tahta da hanımı Sultan’ı oturttu ve kendisinin isminin önüne Sultan ismi konularak, ″Sultan Süleyman″ diye hitap edilmesini istedi.

Ayrıca Allah’u Teâlâ, Süleyman Aleyhisselâm’a kuşların dilini de öğretmiş ve her nîmetten de vermişti. Bu sebeple Süleyman Aleyhisselâm kuşlar ve diğer hayvanlarla da konuşurdu. Nitekim hemen aşağıdaki âyetlerde Sultan Süleyman Aleyhisselâm’ın karıncalarla konuştuğu anlatılmaktadır.

﴿ وَحُشِرَ لِسُلَيْمٰنَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ ﴿١٧﴾ حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَوْا عَلٰى وَادِ النَّمْلِۙ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَٓا اَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْۚ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمٰنُ وَجُنُودُهُۙ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿١٨﴾ فَتَبَسَّمَ ضَاحِكًا مِنْ قَوْلِهَا وَقَالَ رَبِّ اَوْزِعْن۪ٓي اَنْ اَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلٰى وَالِدَيَّ وَاَنْ اَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضٰيهُ وَاَدْخِلْن۪ي بِرَحْمَتِكَ ف۪ي عِبَادِكَ الصَّالِح۪ينَ ﴿١٩﴾

17-19. Süleyman için cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı. Bunlar, hep birlikte düzenli olarak sevk ediliyordu.* Nihâyet karınca vâdisine geldiler. Bir karınca: ″Ey karıncalar! Meskenlerinize girin. Süleyman ve ordusu farkında olmaya­rak sizi telef etmesin″ dedi.* Süleyman, karıncanın bu sözünden dolayı, tebessüm edip güldü ve dedi ki: ″Yâ Rabbi! Bana ve anneme babama ihsan ettiğin nîmetlere karşı, şükürde ve Senin rızâna uygun olan sâlih amelde devam etmeyi bana kolay kıl ve rahmetinle beni sâlih kullarının arasına kat.″

İzah: Süleyman Aleyhisselâmın çok büyük köşkü, sarayı vardı. O sarayın üzerinde atlar koşar, askerler tâlim yapar ve her mahlûkun padişahları orada olurdu. Kuşlar, sürüyle saati geldikçe gelir, sarayın üzerinde oturan insanlara gölgelik yaparlardı. Aslanlar, kaplanlar, yırtıcı hayvanlar sarayın kapısında bekçilik görevi yaparlardı. Allah’u Teâlâ’nın emri ile dünyâ yüzündeki cinler ve hayvanlar, Süleyman Aleyhisselâm’ın emri altına girmişti. Bu sebeple ona itaat etmek zorunda idiler. Rüzgâr da onun emrine verilmişti; ne kadar emrederse, o kadar eserdi.[2]

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَ دَاوُدُ النَّبِيُّ فِيهِ غَيْرَةٌ شَدِيدَةٌ وَكَانَ إِذَا خَرَجَ أُغْلِقَتْ الْأَبْوَابُ فَلَمْ يَدْخُلْ عَلَى أَهْلِهِ أَحَدٌ حَتَّى يَرْجِعَ قَالَ فَخَرَجَ ذَاتَ يَوْمٍ وَغُلِّقَتْ الدَّارُ فَأَقْبَلَتْ امْرَأَتُهُ تَطَّلِعُ إِلَى الدَّارِ فَإِذَا رَجُلٌ قَائِمٌ وَسَطَ الدَّارِ فَقَالَتْ لِمَنْ فِي الْبَيْتِ مِنْ أَيْنَ دَخَلَ هَذَا الرَّجُلُ الدَّارَ وَالدَّارُ مُغْلَقَةٌ وَاللَّهِ لَتُفْتَضَحُنَّ بِدَاوُدَ فَجَاءَ دَاوُدُ فَإِذَا الرَّجُلُ قَائِمٌ وَسَطَ الدَّارِ فَقَالَ لَهُ دَاوُدُ مَنْ أَنْتَ قَالَ أَنَا الَّذِي لَا أَهَابُ الْمُلُوكَ وَلَا يَمْتَنِعُ مِنِّي شَيْءٌ فَقَالَ دَاوُدُ أَنْتَ وَاللَّهِ مَلَكُ الْمَوْتِ فَمَرْحَبًا بِأَمْرِ اللّٰهِ فَرَمَلَ دَاوُدُ مَكَانَهُ حَيْثُ قُبِضَتْ رُوحُهُ حَتَّى فَرَغَ مِنْ شَأْنِهِ وَطَلَعَتْ عَلَيْهِ الشَّمْسُ فَقَالَ سُلَيْمَانُ لِلطَّيْرِ أَظِلِّي عَلَى دَاوُدَ فَأَظَلَّتْ عَلَيْهِ الطَّيْرُ حَتَّى أَظْلَمَتْ عَلَيْهِمَا الْأَرْضُ فَقَالَ لَهَا سُلَيْمَانُ اقْبِضِي جَنَاحًا جَنَاحًا قَالَ أَبُو هُرَيْرَةَ يُرِينَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَيْفَ فَعَلَتْ الطَّيْرُ وَقُبِضَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَغَلَبَتْ عَلَيْهِ يَوْمَئِذٍ الْمَصْرَخِيَّةُ (حم عن ابى هريرة)

Dâvud Peygamberde şiddetli bir kıskançlık vardı. Evinden çıktığı zaman kapılar kapatılır ve o dönünceye kadar ailesinin yanına hiç kimse girmezdi. Bir gün çıktı, kapılar kapatıldı. Hanımlarından biri evin içinde dolaşırken birdenbire evin ortasında bir adam gördü. Evde olan birisine: ″Ev kapalı, kilitli iken şu adam nereden girdi? Allah’a yemin olsun ki, biz Dâvud Aleyhisselâm’ın yanında rüsvây olacağız″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm gelip de adamı evin ortasında durur görünce, ona: ″Sen kimsin?″ diye sordu. O: ″Krallardan korkmayan ve örtülerin kendisini engelleyemediği kimseyim″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm: ″Allah’a yemin olsun ki, o halde sen ölüm meleğisin. Elbette Allah’ın emrinden hoşnutuz″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm olduğu yerde elbisesine büründü de rûhu alındı. O vefât edip güneş doğduğunda, Süleyman Aleyhisselâm kuşlara: ″Dâvud Aleyhisselâm’ı gölgeleyin″ diye buyurdu. Kuşlar onu gölgelediler. O kadar ki, yeryüzü o ikisinin üzerine karardı. Süleyman Aleyhisselâm kuşlara: ″Kanatlarınızı birer birer kapatın″ diye emretti.

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu: ″Yâ Resûlallah! Kuşlar nasıl yapmıştı?″ diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem elini kapattı ve şöyle buyurdu: ″O gün o emre kerkes kuşu gâlip gelmişti.″[3]

Allah’u Teâlâ’nın emri ile dünyâ yüzündeki cinler ve hayvanlar, Süleyman Aleyhisselâm’ın emri altına girmişti. Bu sebeple ona itaat etmek zorunda idiler. Rüzgâr da onun emrine verilmişti; ne kadar emrederse, o kadar eserdi.

Bu husus Sûre-i Enbiyâ, Âyet 81-82’de de şöyle geçmektedir:

Şiddetli esen rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. Rüzgâr, onun emriyle, hayır ve bereketi çok olan yere eserdi. Biz her şeyi biliriz.* Ve cinlerden[4] dalgıç olanları ve dalgıçlıktan başka diğer işleri yapanları da Süleyman’ın emrine verdik. Ve Biz onları onun emrinde tutuyorduk.″

Süleyman Aleyhisselâm, sarayı ve içindeki insanlar ve mahlûkat ile birlikte havanın yüzünde uçup gidiyordu.

Bir karınca dedi ki: ″Ey karıncalar! Meskenlerinize çekilin, Süleyman‘ın askeri geçiyor.″ Bu sesi havanın yüzünde uçup giden Süleyman Aleyhisselâm duydu. Rüzgâra emretti. Rüzgâr karıncayı avucunun içine getirdi. Süleyman Aleyhisselâm dedi ki: ″Ey hayvan! Ben zâlim miyim? Süleyman‘ın askeri geliyor, sizi telef eder, dedin.″ Karınca: ″Hayır, sen zâlim değilsin. Havanın yüzünde sarayınla, bu saltanatla uçtuğunu, Allah‘u Teâlâ bana bildirdi. Belki de aniden konaklarsınız. Sizin askeriniz, bizim karıncaları görmez veya ehemmiyete almaz. Yüz binlerce insan ve hayvan onları tepeleyerek öldürür diye korktum″ dedi. Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm rüzgâra: ″Bunu, yuvasının başına bırak″ diye emretti ve rüzgâr karıncayı oraya bıraktı.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

نَهَى رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ قَتْلِ أَرْبَعٍ مِنَ الدَّوَابِّ النَّمْلَةِ وَالنَّحْلِ وَالْهُدْهُدِ وَالصُّرَدِ (ه عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şu dört hayvanı öldürmeyi yasakladı: ″Karın­ca, Bal Arısı, Hüdhüd ve Göçeğen Kuşu.″[5]

Ebu’s-Sıddîk en-Nâcî’den de şu hâdise nakledilmiştir:

خَرَجَ سُلَيْمَان بْن دَاوُد عَلَيْهِمَا السَّلَام يَسْتَسْقِي فَإِذَا هُوَ بِنَمْلَةٍ مُسْتَلْقِيَة عَلَى ظَهْرهَا رَافِعَة قَوَائِمهَا إِلَى السَّمَاء وَهِيَ تَقُول اللّٰهُمَّ إِنَّا خَلْق مِنْ خَلْقك وَلَا غِنَى بِنَا عَنْ سُقْيَاك وَإِلَّا تَسْقِنَا تُهْلِكنَا فَقَالَ سُلَيْمَان اِرْجِعُوا فَقَدْ سُقِيتُمْ بِدَعْوَةِ غَيْركُمْ (تفسير ابن ابى حاتم عن ابى الصديق الناجى)

Dâvud Aleyhisselâm’ın oğlu Süleyman Aleyhisselâm, yağmur duâsına çıkmıştı. Sırtı üzerinde uzanmış, ayaklarını göğe kaldırmış bir karınca gördü. Karınca: ″Ey Allah’ım! Biz, Senin yarattıklarından bir yaratığız. Senin bizi sulamana muhtacız. Eğer bizi sulamayacak olursan, bizi helâk edersin″ diyormuş. Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm: ″Dönün, şüphesiz sizden bir başkasının duâsıyla size yağmur verildi″ diye buyurmuştur.[6]


[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32338; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 337/11.

[2] Bu hususta bakınız: Sûre-i Sebe, Âyet 12.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 9063.

[4] Âyetin metninde şeytanlar diye bir ifade kullanılmakta ve bu ifadeyle cinler kastedilmektedir. Nitekim cin için şeytan ifadesi, bâzen de şeytan için cin ifadesi kullanılmaktadır. Bu hususta Sûre-i En’âm, Âyet 128, Sûre-i Hicr, Âyet 27 ve izahlarına bakınız.

[5] Sünen-i İbn-i Mâce, Sayd 10.

[6] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 15127.


SEBE SÛRESİ

﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلًاۜ يَا جِبَالُ اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَۙ ﴿١٠﴾ اَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحًاۜ اِنّ۪ي بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ ﴿١١﴾

10-11. Yemin olsun ki, Dâvud‘a tarafımızdan bir fazilet verdik ve ″Ey dağlar ve kuşlar! Dâvud ile beraber tesbih edin″ dedik ve demiri onun için yumuşattık.* Ve ona, ″Zırhlar yap ve halkalarını münâsip sûrette tanzim et. Ey Dâvud ailesi! Sâlih amelde bulunun. Şüphesiz Ben, yaptıklarınızı görürüm″ diye vahyettik.

İzah: Allah’u Teâlâ Âyet-i Kerîme’de, Dâvud Aleyhisselâm‘a fazilet olarak vermiş olduğu nîmetleri zikretmetedir. Allah onu hem Peygamber seçmiş hem de dağ­ların, taşların ve kuşların kendisiyle birlikte Allah’ı zikredeceği güzel bir ses vermiştir.

Ebû Mûsâ el-Eşarî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, onun için şöyle buyurmuştur:

يَا أَبَا مُوسَى لَقَدْ أُوتِيتَ مِزْمَارًا مِنْ مَزَامِيرِ آلِ دَاوُدَ (خ عن ابى موسى)

″Ey Ebû Mûsâ! Şüphesiz ki sana, Âl-i Dâvud’a verilen güzel nağmeler­den bir nağme verilmiştir.″[1]

Yine Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere demircilerin piri, Dâvud Aleyhisselâm‘dır. Onun mûcizeyle; demir avucunda erir, o da hamur gibi istediği şekilde büküp şekil vererek işlerdi. Demir, kendinin emrine mûtî idi. Onunla zırh, kılıç, kalkan, harp aletleri yapardı.

Bu husus Sûre-i Enbiyâ, Âyet 80’de de şöyle geçmektedir:

″Dâvud‘a, sizi savaş zamanlarında düşmanlarınızdan muhafaza için, zırh yapma sanatını da öğrettik...″

Dâvud Aleyhisselâm‘a verilen bu nîmet hakkında İmam Kurtubî, tefsirinde şu rivâyeti nakleder:

Dâvud Aleyhisselâm’a demiri bükebilecek bir ilim verilmişti. Bu­na sebep de şudur: Dâvud Aleyhisselâm, İsrailoğullarına hükümdar olunca, in­san zannettiği bir melek gördü; bu sırada tebdil-i kıyafet etmiş ve kendi uygulamaları hakkında İsrailoğullarının düşüncelerini öğrenmek için gizlice soruşturma yapıyordu. Dâvud Aleyhisselâm, kendisine insan gibi görünen o meleğe: ″Şu hükümdar (Dâvud) hakkında ne dersin?″ diye sordu, melek de kendisine: ″Bir hasleti olmasaydı, o çok iyi bir kul olurdu″ dedi. Bu sefer Dâvud Aleyhisselâm: ″Bu haslet nedir?″ diye so­runca, melek: ″O beyt’ul-maldan rızkını alıyor. Eğer elinin emeğinden yemiş olsa, faziletleri eksiksiz olurdu″ cevabını verdi. Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm dönerek, Allah’u Teâlâ’ya kendisine bir sanat öğretip bu sanatı kendisine kolaylaştırması için duâ etti. Allah da, ona zırh yapma sanatını öğretti, de­miri ona yumuşattı. O da zırh yapmaya başladı. Bir gün ve bir gecelik süre içerisinde bin dirhemlik zırh yapabiliyordu. Öyle ki, evinin geçiminde genişlik oldu. Fakir ve yoksullara sadaka­lar vermeye başladı. Malının üçte birini Müslümanların menfaatine infak ederdi. Halkalardan ilk zırh yapan odur. Daha önce ise zırhlar plakalar hâlin­de olurdu.

Dâvud Aleyhisselâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا أَكَلَ أَحَدٌ طَعَامًا قَطُّ خَيْرًا مِنْ أَنْ يَأْكُلَ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ وَإِنَّ نَبِيَّ اللّٰهِ دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلَام كَانَ يَأْكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ (خ عن المقدام)

Hiç kimse elinin emeğinin mahsulü olan yemekten daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın Nebîsi Dâvud Aleyhisselâm da elinin emeğini yerdi.″[2]

﴿ وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِۜ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۜ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ ﴿١٢﴾

12. Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgâr estiğinde sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar bir aylık yol kat ederdi. Onun için erimiş bakır mâdenini sel gibi akıttık ve Rabbinin emriyle hizmetinde bulunan cinleri onun emrine verdik ve onlardan Süleyman’a itaat etmeleri için vukû bulan emrimize muhalefet edenlere alevli ateş azabını tattırırız.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın emri ile dünyâ yüzündeki cinler ve hayvanlar, Süleyman Aleyhisselâm’ın emri altına girmişti. Bu sebeple ona itaat etmek zorunda idiler. Rüzgâr da onun emrine verilmişti; ne kadar emrederse, o kadar eserdi.

Süleyman Aleyhisselâm, rüzgâra emrettiğinde, onun sarayını havanın yüzünde götürürdü. Âyette de geçtiği gibi güneşin doğmasıyla batması arasında iki aylık yol uçardı. İsterse de uçmaz, havada dururdu. Yaz günü sıcaklarda, yaylalara uçar, orada konaklardı. Hava soğuyunca da oradan iklimi sıcak olan yerlere giderdi. Ne kışın bir soğuk, ne yazın bir sıcak görmezdi.

Yine bu hususta Sûre-i Enbiyâ, Âyet 81-82 ve izahına bakınız.

﴿ يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ وَتَمَاث۪يلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍۜ اِعْمَلُٓوا اٰلَ دَاوُ۫دَ شُكْرًاۜ وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ ﴿١٣﴾

13. Cinler, Süleyman’a istediği yüksek binalar, sûretler ve havuz gibi çanaklar ve sâbit kazanlar yaparlardı. ″Ey Dâvud ailesi! Şükür için çalışın. Benim kullarımdan şükreden azdır.

﴿ فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِه۪ٓ اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُۚ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ ﴿١٤﴾

14. Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz vakit, onun ölümünü, cinlere ancak dayandığı âsâyı yiyen ağaç kurdu gösterdi. Süleyman’ın cesedi yıkılınca, cinler öldüğünü anladı ki, eğer cinler gaybı (onun öldüğünü) bilselerdi, o aşağılayıcı azap içinde (ağır işler yaparak) yaşamaya devam etmezlerdi.

İzah: Süleyman Aleyhisselâm, ömrünün son zamanlarında Mescid-i Aksâ’yı yaptırıyordu. Ömrü az kalmıştı. Ölürse herkes dağılacak, Mescid-i Aksâ’nın yapımı yarım kalacaktı. Bu işin bitmesi için, kendisi ölümüne yakın bir odaya girdi ve: ″Benim kapımı kimse açmasın, ben buradan bakıyorum. Mescid-i Aksâ tamamlansın″ dedi. Herkes, kendisini ölmedi zannedip Mescid-i Aksâ’yı bitirdi. Her gün gelip baktıklarında, âsâsına dayanmış, kendilerini izliyor ve bakıyor zannediyorlardı. Yedi sene çalıştılar ve nihâyet Mescid-i Aksâ’yı bitirdiler. Süleyman Aleyhisselâm; kapımı kimse açmasın, dediği için kimse kapısını açamıyordu.

Allah’ın emriyle dayandığı âsâya ağaç kurdu geldi ve âsâyı delerek yedi. Bu yedi sene içerisinde âsânın içi boşalarak çürüdü, âsâ kırıldı ve Süleyman Aleyhisselâm yere düştü. Kapıyı açtılar, kendisinin ölmüş olduğunu anladılar. Onu Kudüs şehrine defnettiler.

Âyette geçtiği üzere, cinler gaybı bilmedikleri için Sultan Süleyman Aleyhisselâm’ın öldüğünden haberleri yoktu. Ve uzun bir müddet zor şartlar altında çalışmaya devam ettiler. Eğer bilselerdi, aslâ çalışmaz ve öğrenir öğrenmez dağılırlardı. Nitekim öldüğünü anlayınca, hemen dağılmışlardır. Bu nedenle gaybı Allah’u Teâlâ’dan başka kimse bilemez, ancak Allah’u Teâlâ’nın bildirdiği kişiler, bildirdiği zaman ve bildirdiği kadar bilirler.

Ebû Zerr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَيُّ مَسْجِدٍ وُضِعَ فِي الْأَرْضِ أَوَّلُ قَالَ الْمَسْجِدُ الْحَرَامُ قُلْتُ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ الْمَسْجِدُ الْأَقْصَى قُلْتُ كَمْ بَيْنَهُمَا قَالَ أَرْبَعُونَ سَنَةً وَأَيْنَمَا أَدْرَكَتْكَ الصَّلَاةُ فَصَلِّ فَهُوَ مَسْجِدٌ (م عن ابى ذر)

″Yâ Resûlallah! Yeryüzünde ilk yapılan mescit hangisidir?″ diye sordum. ″Mescid-i Harâm (Kâbe)″ buyurdu. ″Sonra hangisi?″ dedim. ″Mescid-i Aksâ″ buyurdu. ″Bu ikisinin yapımı arasında ne kadar zaman var?″ dedim. ″Kırk sene″ dedi. ″Ondan sonra hangisi?″ deyince de, buyurdu ki: ″Namaz sana nerede yetişirse, namazı orada kıl. İşte orası bir mescittir.″[3]

Hadis-i Şerif’te, yeryüzünde ilk yapılan mescidin Kâbe ve kırk yıl sonra yapılan mescidin de Mescid-i Aksâ olduğu beyan edilmektedir. Kâbe, ilk olarak Âdem Aleyhisselâm zamanında yapılmıştır.[4] Bu hadisten, her iki mescit arasında kırk yıllık bir süreden bahsedildiği, Bu sebeple Mescid-i Aksâ’ı ilk olarak yapan da yine Âdem Aleyhisselâm’dır. Daha sonra Nûh Tufanı sebebiyle veya buna benzer sebeplerle bu mescitler tamamen yıkılıp yok olmuştur. Allah’ın emriyle İbrâhim Aleyhisselâm zamanında Kâbe, Süleyman Aleyhisselâm zamanında da Mescid-i Aksâ aynı yerlerine tekrar inşaa edilmiştir.

Bu mescitlerin önemi hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تُشَدُّ الرِّحَالُ إِلَّا إِلَى ثَلَاثَةِ مَسَاجِدَ مَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَسْجِدِي هَذَا وَمَسْجِدِ الْأَقْصَى (خ م د ن ت عن ابى هريرة)

″Şu üç mescit için yolculuk yapılır: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ.″[5] Bu mescitleri ziyaret etmek ibâdet hükmündedir. Yoksa bu, diğer mescitlere gidilmeyeceği anlamına gelmez.

Yine Sûre-i Sebe, Âyet 14’te açıkça geçtiği üzere, Süleyman Aleyhisselâm’ın öldüğünü cinler, onun âsâsını bir ağaç kurdu yiyip de kırılıncaya kadar anlamamışlardır. Bu da, Peygamber cesetlerinin çürümediğinin bir delilidir. Nakledildiğine göre; Süleyman Aleyhisselâm, bu halde yedi yıl ölmüş olarak âsâsına dayalı kaldı.

Ehl-i Sünnet itikâdına göre; Peygamberler kabirlerinde diridirler. Allah’u Teâlâ, onların bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kılmıştır.

Bu husus Evs İbn-i Evs Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّ مِنْ أَفْضَلِ أَيَّامِكُمْ يَوْمَ الْجُمُعَةِ فِيهِ خُلِقَ آدَمُ وَفِيهِ قُبِضَ وَفِيهِ النَّفْخَةُ وَفِيهِ الصَّعْقَةُ فَأَكْثِرُوا عَلَيَّ مِنْ الصَّلَاةِ فِيهِ فَإِنَّ صَلَاتَكُمْ مَعْرُوضَةٌ عَلَيَّ قَالَ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَكَيْفَ تُعْرَضُ صَلَاتُنَا عَلَيْكَ وَقَدْ أَرِمْتَ يَقُولُونَ بَلِيتَ فَقَالَ إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ حَرَّمَ عَلَى الْأَرْضِ أَجْسَادَ الْأَنْبِيَاءِ (د ن عن اوس بن اوس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı ve o gün vefât etti. Sûra o gün üflenecek ve mahlûkat o gün ölecektir. Bu sebeple Cuma günü, bana çokça salât-u selâm getirin. Zîrâ sizin salât-u selâmlarınız bana arz edilir″ diye buyurunca, Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Vefât ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salât-u selâmlarımız sana nasıl arz edilir?″ diye sordular. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:Allah’u Teâlâ, Peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı″ buyurdu.[6]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 157’te şöyle buyurmuştur:

Yemin olsun ki, Allah yolunda öldürülür yahut ölürseniz, Allah’ın bağışlaması ve rahmeti, kâfirlerin dünyâda topladıkları şeylerin tamamından hayırlıdır.″

İşte bu Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, Allah yolunda mücâhede ederek ölen veya öldürülen kişilerin ölmeyip diri olduğu, cesetlerinin çürümeyeceği bildirilmektedir. Bunlar; Peygamberler, şehitler, Allah yolunda malıyla canıyla Din-i Mübîn’i yüceltmek için mücâdele eden sâlih zâtlardır.


[1] Sahih-i Buhârî, Fedâil’ül–Kur’ân 31.

[2] Sahih-i Buhârî, Buyû 15; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 371/10.

[3] Sahih-i Müslim, Mesâcid 1; Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 10.

[4] Bu hususta Sûre-i Hac, Âyet 26-27’nin izahına bakınız.

[5] Sahih-i Buhârî, Mescid-i Mekke 1, 6; Sahih-i Müslim, Hac 95 (511, 512 Sünen-i Ebû Dâvud, Menâsik 94; Sünen-i Tirmizî, Salât 126; Sünen-i Nasâî, Mesâcid 10.

[6] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 201, Vitir 26; Sünen-i Nesâî, Cuma 5; Sahih-i Müslim, Cuma 5 (18).


SÂD SÛRESİ

﴿ وَقَالُوا رَبَّنَا عَجِّلْ لَنَا قِطَّنَا قَبْلَ يَوْمِ الْحِسَابِ ﴿١٦﴾ اِصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَاذْكُرْ عَبْدَنَا دَاوُ۫دَ ذَا الْاَيْدِۚ اِنَّهُٓ اَوَّابٌ ﴿١٧﴾ اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْاِشْرَاقِۙ ﴿١٨﴾ وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةًۜ كُلٌّ لَهُٓ اَوَّابٌ ﴿١٩﴾

16-19. Kâfirler: ″Ey Rabbimiz! Hesap günü gelmeden evvel amel defterimizi bize acele ver, görelim″ diye alay ederler.* Ey Resûlüm! Onların bu gibi sözlerine sabret ve kuvvet sahibi olan kulumuz Dâvud’u yâd et. Şüphesiz o, dâimâ Allah’a yönelirdi.* Muhakkak ki dağları onun emrine verdik, onunla beraber akşam ve işrak vakti tesbih ederlerdi.* Kuşları da toplanmış olarak onun emrine verdik. Hepsi de ona yönelmişlerdi (Dâvud Aleyhisselâm ile berâber tesbihe devam ederlerdi).

İzah: Dâvud Aleyhisselâm, dağların tesbihini ve zikrini işitir; onlarla beraber tesbih eder ve onlarla beraber zikrederdi.

Nitekim canlı ve cansız her şeyin Allah’ı zikrettiğine dair Allah’u Teâlâ Sûre-i Hadîd, Âyet 1‘de şöyle buyurmaktadır:

″Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih eder. O, her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.″

Dâvud Aleyhisselâm‘ın, sesi çok güzeldi. ″Dâvudî ses″ diye söylenmesi bundan dolayıdır. Kendisi, Zebûr okurken havada uçan kuşlar geri döner, onun okuması bitene kadar dinler, sonra uçar giderlerdi.

﴿ وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ ﴿٢٠﴾

20. Biz, Dâvud’un mülkünü kuvvetli kılmıştık. Ona hikmet ve hakkı bâtıldan ayırma kabiliyeti vermiştik.

İzah: Dâvud Aleyhisselâm’a, Peygamberlik, hikmet ilmi[1] ve meseleleri çözme ve neticeye bağlama kabiliyeti verilmişti. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şu hâdiseyi anlatmıştır:

İsrailoğullarından iki kişi, Dâvud Aleyhisselâm’ın huzurunda dâvâcı oldular. Birisi diğerinin bir ineğini gasp ettiğini iddia ederken diğeri bunu inkâr etti. Dâvâcının delili yoktu. Dâvud Aleyhisselâm onların durumu hakkında hüküm vermeyi ertelemiş; gece olduğunda Dâvud Aleyhisselâm’a rüyâsında dâvâcıyı öldürmesi emredildi. Gündüz olunca Dâvud Aleyhisselâm, o ikisini getirtti ve dâvâcının öldürülmesini emretti. Dâvâcı: ″Ey Allah’ın Peygamberi! Şu adam benim ineğimi gasp etmişken beni niçin öldürtüyorsun?″ diye sorunca, Dâvud Aleyhisselâm: ″Allah’u Teâlâ bana seni öldürtmemi emretti. Hiç şüphe yok ben seni öldürteceğim″ dedi. Bunun üzerine dâvâcı şöyle dedi: ″Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’a yemin ederim ki, Allah’u Teâlâ sana benim öldürülmemi bu adama karşı dâvâcı olmam yüzünden emretmiş değildir. Şüphesiz ben, dâvamda doğru söylüyorum. Allah’u Teâlâ’nın, benim öldürülmemi emretmesinin asıl sebebi; bir zaman bu adamın babasını ani bir baskınla öldürmüştüm ve bunu hiç kimseye hissettirmemiştim.″ Ve Dâvud Aleyhisselâm emretti, o adam öldürüldü.

﴿ وَهَلْ اَتٰيكَ نَبَؤُا الْخَصْمِۢ اِذْ تَسَوَّرُوا الْمِحْرَابَۙ ﴿٢١﴾ اِذْ دَخَلُوا عَلٰى دَاوُ۫دَ فَفَزِعَ مِنْهُمْ قَالُوا لَا تَخَفْۚ خَصْمَانِ بَغٰى بَعْضُنَا عَلٰى بَعْضٍ فَاحْكُمْ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَلَا تُشْطِطْ وَاهْدِنَٓا اِلٰى سَوَٓاءِ الصِّرَاطِ ﴿٢٢﴾ اِنَّ هٰذَٓا اَخ۪ي لَهُ تِسْعٌ وَتِسْعُونَ نَعْجَةً وَلِيَ نَعْجَةٌ وَاحِدَةٌ فَقَالَ اَكْفِلْن۪يهَا وَعَزَّن۪ي فِي الْخِطَابِ ﴿٢٣﴾

21-23. Ey Resûlüm! Sana dâvâcıların haberi geldi mi? Hani onlar, duvarı aşarak Dâvud’un ibâdet ettiği yere girmişlerdi.* Onlar, Dâvud’un yanına girmişlerdi de Dâvud onları görünce korkmuştu. Onlar: ″Korkma, biz dâvâlı iki tarafız. Birimiz diğerine haksızlık etmiştir. Aramızda hak ile hükmet. Zulmetme ve bizi doğru yola hidâyet et″ dediler.* Dâvâcılardan biri dedi ki: ″Şüphesiz ki bu, benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu ve benim de bir dişi koyunum var. Böyle iken, ″Onu da bana ver″ dedi ve beni susturdu.″

﴿ قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ اِلٰى نِعَاجِه۪ۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ الْخُلَطَٓاءِ لَيَبْغ۪ي بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَل۪يلٌ مَا هُمْۜ وَظَنَّ دَاوُ۫دُ اَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَاكِعًا وَاَنَابَ (سَجْدَه) ﴿٢٤﴾

24. Dâvud da: ″Şüphesiz ki, koyununu kendi koyunlarına ilave etmek istemesiyle sana zulmetti. Ortakların çoğu birbirine haddi aşarlar. Ancak îman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar müstesnâ. Bunlar ise azdır″ dedi. Dâvud, bunu imtihan için yaptığımızı anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, secdeye kapandı ve tevbe ederek Allah’a yöneldi. (Secde âyetidir)

İzah: Dâvud Aleyhisselâm ile ilgili olarak bu âyetlerde anlatılan kıssa İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, es-Sa’lebi gibi ve daha birçok ulemâdan nakledildiğine göre, şöyledir:

Allah’u Teâlâ, Dâvud Aleyhisselâm’ı imtihan etti. Çünkü o, Rabbinden kendisini İbrâhim, İsmâil, İshak ve Yâkub Aleyhimüsselâm’ın derecelerine çıkarması için duâ etmişti. Dâvud Aleyhisselâm, Zebur okuduğu bir gün Allah’u Teâlâ ona: ″Onlar başkalarının maruz kalmadıkları belâlarla (illet, zillet ve gıllet ile) imtihan olundular ve bunlara sabrettiler. İbrâhim Aleyhisselâm; Nemrut’la, ateşe atılma ve oğlu İsmâil Aleyhisselâm’ı boğazlamakla; İshak Aleyhisselâm boğazlanmakla, Yâkub Aleyhisselâm, oğlu Yusuf Aleyhisselâm için üzülmekle ve gözlerini kaybetmekle; bunlar bu gibi ibtilâlara sabrederek imtihan olundular. Sen ise böyle ibtilâlara uğramadın″ diye vahyetti. Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi onlara ibtilâ verdiğin gibi bana da ibtilâ ver, ben de ona sabredeyim. Böylece onlara verdiğin yüksek dereceleri bana da ihsan et″ diye duâ etti. Allah’u Teâlâ da duâsını kabul etti. İblis’e izin verip, böylece Dâvud Aleyhisselâm’ı imtihan etti.

Dâvud Aleyhisselâm, güzel sesiyle bir gün yine Zebur okuyordu. Bu sırada pencereye bir kuş kondu. Kuş kendisinin gözüne çok güzel göründü. Halbuki güzel görünen bu kuş şeytandı. Dâvud Aleyhisselâm’ın aklını o kuş karıştırdı. Okumayı bıraktı, kuşu tutmak için kovalıyordu. Kuş da, kanadının ucu kırık gibi bâzen uçuyor, bâzen düşüyordu. Dâvud Aleyhisselâm da onun peşinden gidiyordu. Kuş, nihâyet bir evin üzerine kondu. Dâvud Aleyhisselâm da oraya gelince, kendi komutanlarından biri olan Hürre’nin karısını gördü. Kuşta güzellik kalmamış, güzellik kadına geçmişti. Kadının yanına da gidemezdi. Bu nedenle geri döndü. Kadına âşık olmuş, yemeden ve içmeden kesilmişti. Kimseye içini açamıyordu. Çünkü kadın başkasıyla nikâhlıydı, kendisi de bu sebepten onu nikâhlayamazdı.

Bu husus İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

كَانَ النَّاسُ يَعُودُونَ دَاوُدَ يَظُنُّونَ أَنَّ بِهِ مَرَضَاً وَمَا بِهِ إِلَّا شِدَّةَ الْخَوْفِ مِنَاللّٰهِوَالْحَيَاء (كر عن ابن عمر)

İnsanlar, Dâvud Aleyhisselâm’ı ziyaret ediyorlardı. Onun hasta olduğunu sanıyorlardı. Oysa onda son derece Allah korkusu ile hayâ vardı.″[2]

Dâvud Aleyhisselâm‘ı görenler hasta zannediyorlardı. Aslında hastalık değil, Allah korkusundan hayâ ediyordu. Kumandanlar, ona sıkıntısını sordular. O da, bu sıkıntısını söylemeye utandı. En sonunda sıkıntısını söylettiler. Dâvud Aleyhisselâm: ″Ben, Zebur okuyordum, bir kuş gördüm, güzelliği aklımı aldı. Kuşu tutayım diye peşinden gittim, nihâyet bir evin üzerine kondu. Orada bir kadın gördüm ve ona aşık oldum. Haram olduğu için yanına da gidemiyorum. Yanına gidemediğim için bendeki aşk ateşi hiç gitmiyor″ dedi.

Kumandanlar, o kadının Hürre kumandanın karısı olduğunu öğrendiler ve Dâvud Aleyhisselâm’a: ″O kadın, kumandalarından Hürre‘nin karısıdır. Sen Hürre’yi harbe gönder. Şehit düşerse, o zaman kadını nikahlamak câiz olur″ dediler. Nihâyet Hürre’yi harbe gönderdi. Hürre kumandan her gittiği harpten zaferle dönüyordu. Yine kumandanlar bunun ağlamasına dayanamadılar. Kendisine: ″Hürre’yi harbe gönder, arkasından takviye gönderme″ dediler. Dâvud Aleyhisselâm da öyle yaptı. Hürre şehit düştü.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ دَاوُدَ النَّبِيّ عَلَيْهِ السَّلَام حِين نَظَرَ إِلَى الْمَرْأَة فَهَمَّ بِهَا قَطَعَ عَلَى بَنِي إِسْرَائِيل بَعْثًا وَأَوْصَى صَاحِب الْبَعْث فَقَالَ إِذَا حَضَرَ الْعَدُوّ قَرِّبْ فُلَانًا وَسَمَّاهُ قَالَ فَقَرَّبَهُ بَيْن يَدَيْ التَّابُوت قَالَ وَكَانَ ذَلِكَ التَّابُوت فِي ذَلِكَ الزَّمَان يُسْتَنْصَر بِهِ فَمَنْ قُدِّمَ بَيْن يَدَيْ التَّابُوت لَمْ يَرْجِع حَتَّى يُقْتَل أَوْ يَنْهَزِمَ عَنْهُ الْجَيْش الَّذِي يُقَاتِلُهُ فَقُدِّمَ فَقُتِلَ زَوْج الْمَرْأَة وَنَزَلَ الْمَلَكَانِ عَلَى دَاوُدَ فَقَصَّا عَلَيْهِ الْقِصَّة (الترمذى الحكيم فى نوادر الاصول عن انس بن مالك)

″Dâvud Aleyhisselâm kadını görüp onunla evlenmek isteyince, İsrailoğullarının bir askeri birlik çıkarıp göndermelerini emretti. Birliğin kuman­danına da düşman ile karşılaştığınız vakit, ismini vererek filanı öne geçir, dedi. O kişiyi tabutun önüne kattı. O dönemde o tabut ile zafer talep edilir­di. Tabutun önüne geçirilen kimseler ise, ya öldürülürdü yahut da savaştıkla­rı ordu önlerinden dağılır gider, öyle geri dönebilirlerdi. Kadının kocası öne geçirildi ve öldürüldü. İki melek inerek Dâvud Aleyhisselâm’a âyette geçtiği gibi bu hâdiseyi anlattılar.″[3]

Dâvud Aleyhisselâm, Hürre‘nin ailesiyle nikâh olup gerdeğe girecekleri zaman, insan sûretindeki melekler, kavga ederek Dâvud Aleyhisselâm’ın evinde ibâdet ettiği yere girdiler. Dâvud Aleyhisselâm, bunların hâlinden korktu. Bunlar birbirlerine karşı, ″Ben haklıyım sen haksızsın″ diye bağırıyorlardı. Dâvud Aleyhisselâm, bunları sakinleştirdi ve ifadelerini aldı. Birisi dedi ki: ″Benim doksan dokuz dişi koyunum var, bunun da bir dişi koyunu var. Ben diyorum ki:

- Sen bir koyunu ne yapacaksın? Bunu bana ver, benim koyunum yüz olsun. Diğeri de diyor ki:

- Allah’u Teâlâ sana doksan dokuz koyun verdi, benim bir koyunuma mı gözünü diktin? Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm:

- Senin doksan dokuz koyunun var. Sana yetmiyor mu? Bu adamın bir koyununa niçin göz diktin? dedi. Bunun üzerine bu adamlar kayboldu. Dâvud Aleyhisselâm anladı ki bunlar, Allah tarafından gönderilmişti. Kendisini ikaz etmek için gelen görevli meleklerdi.

Dâvud Aleyhisselâm’ın, ailesi ve câriyesinin toplam sayısı doksan dokuzdu. Hürre’nin ise bir tek karısı vardı. Kendisi, Hürre‘nin karısına gönlünü kaptırmıştı. Fetvâyı kendi kendine verip, kendi kendini haksız çıkardı. Kadının yanına gitmekten vazgeçti ve bu olay onun üzüntüsünü daha da artırdı. Bir odaya çekildi. Odanın zemini topraktı. Orada ağlamaya başladı. Aylarca ağladı ve göz yaşından toprak ıslandı.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا مَثَل عَيْنَيْ دَاوُدَ مَثَل الْقِرْبَتَيْنِ تَنْطِفَانِ وَلَقَدْ خَدَّدَ الدُّمُوع فِي وَجْه دَاوُدَ خَدِيدَ الْمَاء فِي الْأَرْض (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن أبى عمرو الأوزاعيّ)

″Dâvud Aleyhisselâm’ın gözleri su damlatan iki kırba gibi idi. Gözünden akan yaşlar, tıpkı suyun yerde kendisine yatak açması gibi yanağında akacak yerler açmıştı.″[4]

Allah‘u Teâlâ, Dâvud Aleyhisselâm’a: ″Hürre‘nin kabrine git, onunla helâlleş, sonra karısını al″ diye vahyetti. Dâvud Aleyhisselâm, Hürre‘nin kabrine gitti ve ″Sen öldün, ben senin karını alacağım. Bana hakkını helâl et″ dedi. Hürre: ″Bana Allah şehitlik nasip etti. Hakkım sana helâl olsun″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm, eve geldi. Bu sefer Allah’u Teâlâ: ″Yâ Dâvud! Olduğu gibi söylemedin. Olduğu gibi söyle de hakkını helâl ettir″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm, tekrar Hürre’nin kabrine gitti ve dedi ki: ″Ben senin hanımına âşık oldum. Neredeyse helâk olup gidecektim, bu sebeple şehit düşmen için seni kasıtlı olarak harbe gönderdim. Sen her gittiğin harpten zaferle döndün. Bu da benim maksadıma engel oluyordu. Bu sefer seni tekrar harbe gönderdim, fakat takviye göndermedim. Böylece sen şehit düştün. Şimdi ben senin hanımını almak istiyorum, bana hakkını helâl eder misin?″

Hürre’nin kabrinden bir ″Ah!″ sesi geldi ve dedi ki: ″Kesinlikle sana hakkımı helâl etmiyorum.″ Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm: ″Bana hakkını helâl etmen için hiç mi bir imkanı yok?″ diye sordu. Hürre: ″Bir tek imkanı var. Onu yaparsan ne âlâ, yapmazsan hakkımı helâl etmem″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm: ″O nedir?″ diye sorunca Hürre: ″Ben burada, Peygamberlerin makamlarını görüyorum. O makamlar çok yüksek, Allah’a duâ et; bana da Peygamberlik versin. Çünkü senin duân Allah katında geçerlidir. Eğer Allah’u Teâlâ beni Peygamber ederse, hakkımı helâl ederim″ dedi.

Dâvud Aleyhisselâm yine ibâdet ettiği odasına geldi, birçok zaman geceli gündüzlü ağladı, duâ etti: ″Yâ Rabbi! Hürre‘ye Peygamberlik ver″ diye yalvardı. Hücresinde ağlaya ağlaya göz yaşından ot bitti, büyüdü, çiçek açtı. Tohum tuttu. Tam olgunlaşıp tekrar kuruyunca, duâsı kabul oldu. Allah‘u Teâlâ: ″Yâ Dâvud! Ben ona Peygamberlik verdim, onun kabrine git″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm geldi ve Hürre‘ye: ″Bana hakkını helâl ediyor musun?″ diye sordu. Hürre: ″Allah‘u Teâlâ bana Peygamberlik verdi. Senden binlerce defa râzıyım″ dedi.[5]

Dâvud Aleyhisselâm eve geldi. Nikâhları kıyılıp gerdeğe girince baktı ki, doksan dokuz aile ve câriyesinin içinde en çirkini Hürre‘nin karısıydı. Allah onu kendisine çok güzel gösterip aşık etmişti. Bu da Dâvud Aleyhisselâm‘ın derecesini yükseltmek için ona vermiş olduğu bir ibtilâydı. Bu ibtilânın sonunda büyük derece almıştır.

Dâvud Aleyhisselâm’ın oğlu Süleyman Aleyhisselâm’ın an­nesi de o kadındır, diye nakledilmiştir.

Dâvud Aleyhisselâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَ مِنْ دُعَاءِ دَاوُدَ يَقُولُ اللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَالْعَمَلَ الَّذِي يُبَلِّغُنِي حُبَّكَ اللّٰهُمَّ اجْعَلْ حُبَّكَ أَحَبَّ إِلَيَّ مِنْ نَفْسِي وَأَهْلِي وَمِنْ الْمَاءِ الْبَارِدِ (ت عن ابى الدرداء)

Dâvud Aleyhisselâm’ın duâları arasında şu da vardı: Allah‘ım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli taleb ediyorum. Allah‘ım! Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.″[6]

Peygamberlerde İsmet sıfatı vardır. Ancak Peygamberler de beşerdir. Bu sebeple onlar da yanılabilirler. Fakat bunlar o yanılgı ve hatâ üzerinde kalmazlar. Allah onları derhal ikaz edip uyarır. Aksi halde Peygamberler hiç yanılmasaydı, beşer olmaz, melek olurlardı.

Kur’ân’da birçok Peygamberin hatâ yaptıkları ve bu hatâlarından dolayı tevbe istiğfar ettiği ve Allah’ın da onları affettiği anlatılmaktadır. Peygamberler hatâ etmez değil, o hatâ üzere kalmazlar. İşte İsmet sıfatı da bu anlamdadır. Allah onları uyarır, ikaz eder ve onların yapmış oldukları tevbe istiğfar sebebiyle de, onları affederek günahsız olarak mahşere getirir. Meselâ: İlk olarak Âdem Aleyhisselâm’ın Cennette, Allah’u Teâlâ’nın yasaklamasına rağmen o ağaçtan yemesi gibi.

Bu husus, Sûre-i A’râf, Âyet 22-23’te şöyle geçmektedir:

… Rableri de onlara, ″Ben bu ağaçtan sizi nehyetmedim mi? Şüphesiz ki şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır demedim mi?″ diye nidâ etti.* Âdem ile zevcesi dediler ki: ″Ey Rabbimiz! Biz kendi nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, şüphesiz hüsrâna uğrayanlardan oluruz.″

Böylece Âdem Aleyhisselâm, lânetlenmiş ve yeryüzüne gönderil-miştir. Ve yeryüzünde Âdem Aleyhisselâm, kabahati kendi nefsinde bulup çok gözyaşı dökerek tevbe istiğfar etmiş ve sonunda Allah’u Teâlâ da onu affetmiştir. İblis ise, hatâyı kendinde bulmayıp tevbe istiğfar etmediği için affedilmemiştir.

Yine Nûh Aleyhisselâm’ın oğlullarından Kenan gemiye binmemişti. Suda boğulurken Kenan, babasına: ″Baba beni kurtar″ dedi. Nûh Aleyhisselâm da onu kurtarmak için gemiyi oğlundan tarafa çevirince, Allah’u Teâlâ hemen uyarmıştır.

Bu husus Sûre-i Hûd, Âyet 46’da şöyle geçmektedir:

Allah’u Teâlâ da, ″Ey Nûh! O senin ehlinden değildir. Çünkü o, pek kötü işte bulundu. Sen, bilmediğin şeyi Benden isteme. Muhakkak ki, Ben sana câhillerden olmayasın diye öğüt veririm″ buyurdu.

Yine Yunus Aleyhisselâm’a, Allah’u Teâlâ kavminin yaşadığı şehrin sokaklarında gez, bak Ben onlara ne yapmışım gör, diye söylemişti. O ise, gelip kavminin helâk olmadığını görünce, benimle alay ederler diye şehrin içerisine girmeye çekindi ve oraya girmedi. Bu şekilde Allah’ın emrine âsi geldi. Allah’u Teâlâ ona bindiği gemide, cezâ olarak balığın önüne atılacağını Cebrâil vâsıtasıyla bildirdi. Böylece balık onu yuttu. Bir rivâyete göre altı ay balığın midesinde kaldı. Sürekli olarak orada Allah’ı zikrederek tevbe istiğfar etti, Allah’u Teâlâ da kendisini affetti.

Bu husus da Sûre-i Enbiyâ, Âyet 87-88’de şöyle geçmektedir:

Ey Resûlüm! Zünnûn’u (balığın sahibi Yunus Aleyhisselâm’ı) da zikret ki, o vakit, (kazâmızı yerine getirmediğimiz zannıyla) öfkeli olarak ayrılıp gitmişti. Bizim kendisini sorumlu tutmayacağımızı zannetmişti. Nihâyet (balık onu yuttu) karanlıklar içinde, ″Yâ Rabbi! Senden başka ilah yoktur. Sen her türlü noksan sıfatlardan uzaksın. Şüphesiz ben, kendi nefsime zulmedenlerden oldum″ diye nidâ etti.* Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu gamdan kurtardık. Mü’minleri işte böyle kurtarırız.

Yine Mûsâ Aleyhisselâm bir Kıptî’yi öldürmüş, yaptığı bu hatâdan dolayı Allah’u Teâlâ’ya tevbe ve istiğfar etmiş ve Allah’u Teâlâ da onu affetmiştir.

Bu husus da Sûre-i Kasas, Âyet 15-16’da şöyle geçmektedir:

Mûsâ, ahâlinin gâfil oldukları bir zamanda şehre girdi. Orada kavga eden iki kimse buldu. Biri İsrailoğullarından, diğeri de düşmanlarından olan Kıptîlerdendi.[7] İsrailoğullarından olan kimse, düşmanına karşı Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ, Kıptîye bir yumruk vurunca Kıptî öldü. Mûsâ: ″Bu yaptığım iş, şeytan işidir. Şeytanın ise, düşmanlığı ve dalâleti açıktır″ dedi.* ″Yâ Rabbi! Şüphesiz ben nefsime zulmettim, beni affet″ dedi. Allah’u Teâlâ da onu affetti. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

Sâd Sûresi’nde geçtiği üzere, Dâvud Aleyhisselâm da hatâ yapmış ve Allah’a tevbe istiğfar etmiş ve sonucunda Allah’u Teâlâ da onu affetmiştir.

İşte diğer Peygamberlerde de, az veya çok bunlara benzer hatâlar meydana gelmiştir. Allah’u Teâlâ’nın uyarısıyla onlar tevbe ve istiğfar etmişler ve böylece affolunmuşlardır. Nitekim İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri de, ″el-Fıkh’ul-Ekber″ adlı kitabında Peygamberlerden bazen suç ve hatâların vakî olduğunu beyan etmiştir.

Ayrıca Sûre-i Sâd, Âyet 24’ü okuyunca veya dinleyince, ″Tilâvet Secdesi″ yapılması gerektiğine dair Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَرَأَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ عَلَى الْمِنْبَرِ ص فَلَمَّا بَلَغَ السَّجْدَةَ نَزَلَ فَسَجَدَ وَسَجَدَ النَّاسُ مَعَهُ فَلَمَّا كَانَ يَوْمٌ آخَرُ قَرَأَهَا فَلَمَّا بَلَغَ السَّجْدَةَ تَشَزَّنَ النَّاسُ لِلسُّجُودِ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّمَا هِيَ تَوْبَةُ نَبِيٍّ وَلَكِنِّي رَأَيْتُكُمْ تَشَزَّنْتُمْ لِلسُّجُودِ فَنَزَلَ فَسَجَدَ وَسَجَدُوا (د عن ابى سعيد الخدرى)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem minber üzerinde Sâd Sûresi’ni okudu. Bu secde âyetine gelince indi, secde etti. Müslümanlar da onunla birlikte secde ettiler. Bir baş­ka gün yine bu âyetleri okudu. Müslümanlar secde etmek için hazırlan­dılar. Bu sefer Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Bu bir Peygamberin tevbesini ifade etmektedir. Ancak ben sizin secde için hazırlandığınızı gördüm″ deyip minberden indi ve secde etti.[8]

Bu Âyet-i Kerîme’deki secdenin mânâsı; Dâvud Aleyhisselâm, Rabbine zilletle boyun eğip günahı­nı da itiraf ederek, günahından tevbe edip, Rabbine secdeye kapandı. O bakımdan kim burada secdeye kapanacak olursa, bu niyet ile secde etsin. Umulur ki, Allah’u Teâlâ da Dâvud Aleyhisselâm’ın hürmetine onu bağışlar, demektir.

﴿ فَغَفَرْنَا لَهُ ذٰلِكَۜ وَاِنَّ لَهُ عِنْدَنَا لَزُلْفٰى وَحُسْنَ مَاٰبٍ ﴿٢٥﴾ يَا دَاوُ۫دُ اِنَّا جَعَلْنَاكَ خَل۪يفَةً فِي الْاَرْضِ فَاحْكُمْ بَيْنَ النَّاسِ بِالْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعِ الْهَوٰى فَيُضِلَّكَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَضِلُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌ بِمَا نَسُوا يَوْمَ الْحِسَابِ۟ ﴿٢٦﴾

25-26. Biz de tevbesinden dolayı onun bu günahını bağışladık. Çünkü onun için katımızda yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.* Ey Dâvud! Şüphesiz Biz seni yeryüzünde halife kıldık. İnsanlar arasında hak ile hükmet. Nefsin hevâsına uyma. Yoksa o seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah yolundan sapanlar için, hesap gününü unutmaları sebebiyle şiddetli bir azap vardır.

İzah: Adâletle hükmedenler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَحَبَّ النَّاسِ إِلَى اللّٰهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَأَدْنَاهُمْ مِنْهُ مَجْلِسًا إِمَامٌ عَادِلٌ وَأَبْغَضَ النَّاسِ إِلَى اللّٰهِ وَأَبْعَدَهُمْ مِنْهُ مَجْلِسًا إِمَامٌ جَائِرٌ (ت حم عن ابى سعيد)

″Mahşer günü Allah’a insanların en sevgilisi, makamı bakımından O’na en yakını, adâletli hükümdardır. Mahşer günü insanların Allah’a en sevimsizi ve azâbı en şiddetli olanı ise, zâlim hükümdardır.″[9]

﴿ وَوَهَبْنَا لِدَاوُ۫دَ سُلَيْمٰنَۜ نِعْمَ الْعَبْدُۜ اِنَّهُٓ اَوَّابٌۜ ﴿٣٠﴾

30. Dâvud’a, Süleyman’ı ihsan ettik. Süleyman, ne güzel kuldu. Şüphesiz o, dâimâ Allah’a yönelirdi.

﴿ اِذْ عُرِضَ عَلَيْهِ بِالْعَشِيِّ الصَّافِنَاتُ الْجِيَادُۙ ﴿٣١﴾ فَقَالَ اِنّ۪ٓي اَحْبَبْتُ حُبَّ الْخَيْرِ عَنْ ذِكْرِ رَبّ۪يۚ حَتّٰى تَوَارَتْ بِالْحِجَابِ۠ ﴿٣٢﴾ رُدُّوهَا عَلَيَّۜ فَطَفِقَ مَسْحًا بِالسُّوقِ وَالْاَعْنَاقِ ﴿٣٣﴾

31-33. Hani, akşam üzeri ona cins ve süratli atlar arz olunmuştu.* Süleyman dedi ki: ″Ben, atların muhabbetini Rabbimin zikrine tercih ettim. Nihâyet güneş batmıştı (ikindi namazı geçmişti).* Dedi ki: ″Onları bana getirin.″ (Getirdiler) hemen onların bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya (kesip kurban etmeye) başladı.

İzah: Seleften (Sahâbe ve Tabiinden) birçoğunun ve müfessirlerin beyanına göre; atların kendisine arz olunması ile meşgul iken ikindi namazı vakti geçmiştir. Süleyman Aleyhisselâm ikindi namazını kasten değil, unutarak geçirmişti. Nakledildiğine göre, Süleyman Aleyhisselâm, Allah’ın zikrinden yani ikindi namazından kendisini alıkoyduğu için, bu atları kesmiş ve etlerini pay ederek fakirlere dağıtmıştır.[10]

Âyet-i Kerîme’de, bahsi geçen atların önce bacaklarının, sonra da boyunlarının kesildiği söylenmektedir. Ancak aşağıdaki Hadis-i Şerif’te, bu Âyet-i Kerîme’yi açıklarken, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ibâreye sondan başa doğru mânâ vermiş ve ″Önce boyunlarını sonra bacaklarını kesti″ diye buyurmuştur.

Bu Hadis-i Şerif Übeyy b. Ka’b Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي قَوْلِهِ {فَطَفِقَ مَسْحًا بِالسُّوقِ وَالْاَعْنَاقِ} قَالَ: قَطَعَ أَعْنَاقهَا وَسُوقهَا (طس الاسماعيلي في معجمه وابن مردويه عن أبي بن كعب)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: (Getirdiler) hemen onların bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya (kesip kurban etmeye) başladı″ diye geçen âyeti açıklarken; ″Onların boyunlarını ve bacaklarını kesti″ diye buyurdu.[11]

Avf Radiyallâhu anhu der ki: ″Bana bildirildiğine göre, Süleyman Aleyhisselâm’ın kestiği atlar, kanatlıydı ve kendisi için denizden çıkarılmışlardı. Bu atlar ne ondan önce ne de ondan sonra kimseye verilmemiştir.″[12]

Hz. Âişe’den nakledilen Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

قَدِمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ غَزْوَةِ تَبُوكَ أَوْ خَيْبَرَ وَفِي سَهْوَتِهَا سِتْرٌ فَهَبَّتْ رِيحٌ فَكَشَفَتْ نَاحِيَةَ السِّتْرِ عَنْ بَنَاتٍ لِعَائِشَةَ لُعَبٍ فَقَالَ مَا هَذَا يَا عَائِشَةُ قَالَتْ بَنَاتِي وَرَأَى بَيْنَهُنَّ فَرَسًا لَهُ جَنَاحَانِ مِنْ رِقَاعٍ فَقَالَ مَا هَذَا الَّذِي أَرَى وَسْطَهُنَّ قَالَتْ فَرَسٌ قَالَ وَمَا هَذَا الَّذِي عَلَيْهِ قَالَتْ جَنَاحَانِ قَالَ فَرَسٌ لَهُ جَنَاحَانِ قَالَتْ أَمَا سَمِعْتَ أَنَّ لِسُلَيْمَانَ خَيْلًا لَهَا أَجْنِحَةٌ قَالَتْ فَضَحِكَ حَتَّى رَأَيْتُ نَوَاجِذَهُ (د عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Tebuk veya Hayber Gazvesi’nden dönmüştü. Hz. Âişe’nin bulunduğu yerin önünde bir perde vardı. Rüzgâr esip Hz. Âişe’ye ait bezden yapılmış oyuncak bebeklerin üzerindeki perdenin bir ucunu açıverdi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ey Âişe! Bunlar da nedir?″ diye sordu. Hz. Âişe: ″Kızlarım″ cevâbını verdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, kızların arasında geriden iki kanadı olan bir at gördü ve ″Kızların arasında görmekte olduğum bu şey nedir?″ diye sordu. Hz. Âişe de: ″Bir at″ cevâbını verince, Peygamberimiz: ″Peki, atın üzerindeki şey nedir?″ diye sordu. Hz. Âişe: ″Kanatlarıdır″ cevâbını verdi. Peygamberimiz: ″İki kanadı olan bir kısrak!″ diye şaşkınlığını belirtti. Hz. Âişe de: ″Hz. Süleyman’ın kanatları olan atlarını işitmedin mi?″ cevâbını verdi. Hz. Âişe sözüne devamla buyurdu ki: Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem o kadar güldü ki, azı dişlerini gördüm.[13]

Bâzı müfessir âlimleri, Sûre-i Sâd, Âyet 31-33’e şu şekilde farklı bir mânâ da vermişlerdir:

Hani ona, akşam üzeri süratle koşan cins atlar gösterilmişti.* Süleyman dedi ki: ″Ben Rabbimin zikrinden dolayı hayrı severcesine o atları severdim.″ Nihâyet atlar, hicap ile (güneşin batmasıyla) gizlenmiş oldu.* Dedi ki: ″Onları bana getirin.″ (Getirdiler) hemen bacaklarını ve boyunlarını silerek sıvazladı.

﴿ وَلَقَدْ فَتَنَّا سُلَيْمٰنَ وَاَلْقَيْنَا عَلٰى كُرْسِيِّه۪ جَسَدًا ثُمَّ اَنَابَ ﴿٣٤﴾ قَالَ رَبِّ اغْفِرْ ل۪ي وَهَبْ ل۪ي مُلْكًا لَا يَنْبَغ۪ي لِاَحَدٍ مِنْ بَعْد۪يۚ اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ ﴿٣٥﴾ فَسَخَّرْنَا لَهُ الرّ۪يحَ تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ رُخَٓاءً حَيْثُ اَصَابَۙ ﴿٣٦﴾ وَالشَّيَاط۪ينَ كُلَّ بَنَّٓاءٍ وَغَوَّاصٍۙ ﴿٣٧﴾ وَاٰخَر۪ينَ مُقَرَّن۪ينَ فِي الْاَصْفَادِ ﴿٣٨﴾ هٰذَا عَطَٓاؤُ۬نَا فَامْنُنْ اَوْ اَمْسِكْ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٣٩﴾ وَاِنَّ لَهُ عِنْدَنَا لَزُلْفٰى وَحُسْنَ مَاٰبٍ۟ ﴿٤٠﴾

34-40. Yemin olsun ki, Süleyman’ı da imtihan etmiştik. Onu tahtının üzerine bir ceset olarak bıraktık. Sonra o, tevbe edip Allah’a yöneldi.* ″Yâ Rabbi! Beni bağışla ve bana bundan sonra kimseye nasip olmayan bir mülk bahşet. Şüphesiz Sen, Vehhâb’sın (çok bahşedensin)″ dedi.* Bunun üzerine Biz de rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr onun emriyle onun istediği yere kolayca eser giderdi.* Acâyip binalar yapan ve denize dalıp inciler çıkaran cinleri[14]* ve zincirlerle bağlanmış olan diğer cinleri de onun emrine verdik.* ″İşte bu, Bizim ihsanımızdır. Artık istediğine hesapsız ver yahut verme″ dedik.* Şüphesiz onun için, katımızda bir yakınlık ve güzel bir âkibet vardır.

İzah: Hz. Süleyman’ın elinden yüzüğünün gitmesi ile bütün gücünün ve saltanatının yok olması; insanların, cinlerin ve hayvanların hepsi emrindeyken, bir anda bütün kudretinin ve salahiyetinin elinden gitmesi olayı Âyet-i Kerîme’de: ″Şüphesiz ki, Süleyman’ı da imtihan etmiştik. Onu tahtının üzerine bir ceset olarak bıraktık″ diye ifade edilmiştir. Yani bir ceset gibi, hiçbir gücü, salahiyeti kalmamıştı. Bu imtihanın sonucunda da yedi yıl karın tokluğuna çobanlık yapmış ve daha sonra yüzüğe kavuşmasıyla, önceki güç ve saltanatına tekrar sahip olmuştur. Bu hâdise Sûre-i Neml, Âyet 15’in izahında geniş olarak anlatılmıştır.


[1] Hikmet ilmi hakkında Sûre-i Bakara, Âyet 269 ve izahına bakınız.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 337/9.

[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 15, s. 167.

[4] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 15, s. 186. Yine bakınız: Râmûz’ul-Ehâdîs, s.355/1.

[5] Üç kimse duâ ile peygamber olmuştur. Bunlar, Hz. Hürre, Yâkub Aleyhisselâm ve Hârun Aleyhisselâm’dır. Mûsâ Aleyhisselâm’ın duâsıyla Hârun Aleyhisselâm’ın peygamber olması hakkında Sûre-i Şuarâ, Âyet 13’e bakınız.

[6] Sünen-i Tirmizî Daavât 74; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1867.

[7] Kıptî: Mısır halkından olan kimse.

[8] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 333.

[9] Sünen-i Tirmizî, Ahkâm 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10745.

[10] Resûlullah (Sallalahu aleyhi vesellem)’de Hayber Günü’nde evcil eşek ve katır etinin yenilmesini haram kılmış. Ancak at etini haram kılmamıştır. (Sünen-i Tirmizî, Et’ime 3; Sünen-i İbn-i Mâce, Zebaih: 13) Bu sebeple Hanefi Mezhebi’nde İmam-i Yûsuf ve İmam-ı Muhammed, at etinin ve sütünün helâl olduğunu beyan etmişlerdir. İmam-ı Âzam ise, at, savaşlarda kullanılan kıymetli bir hayvan olduğu için, kesilip yenilmesini sakıncalı görmüştür. Fetvâda helâl olan at, nesli saf kan ve katır üretmek için eşekle çiftleştirilmemiş olan atlar ve onların nesilleridir.

[11] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 4575.

[12] Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 12, s. 523.

[13] Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 54.

[14] Âyetin metninde, şeytanlar diye bir ifade kullanılmakta ve bu ifadeyle cinler kastedilmektedir. Nitekim cin için şeytan ifadesi, bâzen de şeytan için cin ifadesi kullanılmaktadır. Nitekim Sûre-i Sebe, Âyet 12’de cinlerin, Süleyman Aleyhisselâm’ın emrine verildiği beyan edilmiştir. Yine bu türden olan kullanım hakkında Sûre-i En’âm, Âyet 128, Sûre-i Hicr, Âyet 27 ve izahlarına bakınız.