ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

﴿ قَدْ كَانَ لَكُمْ اٰيَةٌ ف۪ي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَاۜ فِئَةٌ تُقَاتِلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَاُخْرٰى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِۜ وَاللّٰهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُو۬لِي الْاَبْصَارِ ﴿١٣﴾

13. Şüphesiz ki, Bedir’de karşılaşan iki toplulukta sizin için ibret vardır. Birisi Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfirdi. Müslüman topluluk, kâfir topluluğun sayılarını, kendi sayılarının iki ka­tı olduğunu bizzat gözleriyle görüyorlardı. Allah’u Teâlâ dilediğine yardım eder. Şüphesiz bunda, basiret sahibi olanlar için elbette bir ibret vardır.

İzah: Bedir Savaşı’nı tasvir eden bu Âyet-i Kerîme, önceki âyeti kuvvetlendirmek için Yahudilere hitâben nâzil olmuştur.

Ey Yahudiler! Birbirleriyle karşılaşan toplulukta sizin için bir ibret var­dır. Bunlardan bir topluluk Allah yolunda savaşan Müslümanlardır. Diğeri ise inkârcı olan kâfirlerdir. Müslümanlar, müşrik topluluğun kendilerinin iki katı olduğunu bizzat gözleriyle görmüşlerdir. Buna rağmen yılmamışlar ve onları Allah’ın yardımıyla mağlup etmişlerdir.

Allah’u Teâlâ, müşriklerin gerçek sayısını Müslümanlara az göstermiştir. Çünkü müşriklerin sayısı, Müslümanların üç misli kadar, hattâ üç mislinden de fazla idi. Allah onların sayısını Mü’minlere bu âyette zikredildiği gibi bir ara kendilerinin iki katı kadar gösterdi. Diğer bir durumda da müşriklerin sayısını Müslümanlara kendi sayıları kadar gösterdi.

Abdullah b. Mes’ud Radiyallâhu anhu bu âyeti okuduktan sonra şunları söylemiş­tir: Bu durum, Bedir Savaşı’nda olmuştur. Biz, müşriklere baktık. Onların bizim iki katımız olduklarını gördük. Tekrar onlara baktık. Bu defa onların bizden tek bir kişi dahi fazla olmadıklarını gördük. İşte bu son durum, Sûre-i Enfâl, Âyet 44’te şöyle zikredilmektedir:

″Ey Mü’minler! O vakti zikredin ki, siz düşmanla karşılaştığınız sırada, Allah’u Teâlâ onları size az gösterdi ve bu harbe katılmaları için de onlara sizi az gösterdi. Çünkü Allah’u Teâlâ, mukadder emrini yerine getirecekti. İşlerin hepsi Allah’a döndürülür.″

Allah’u Teâlâ, Müslümanların bu hâlini, iki fırkanın da ger­çek sayısını bilen Yahudilere haber vererek onları, ibret almaya, sayılarının çokluğu ile gururlanmamaya ve müşriklerin başına gelenlerin kendi başlarına gelmesinden kaçınmaya çağırmıştır.

Bedir Harbi’nde, Müslümanların sayısı üç yüz on üç kişi idi. Bu hususta Berâ b. Âzib Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

كُنَّا نَتَحَدَّثُ أَنَّ أَصْحَابَ بَدْرٍ يَوْمَ بَدْرٍ كَعِدَّةِ أَصْحَابِ طَالُوتَ ثَلَاثُ مِائَةٍ وَثَلَاثَةَ عَشَرَ رَجُلًا (ت عن البراء)

″Bedir Günü, savaşa katılan Müslümanların, Tâlut’un adamlarının sayısı kadar; üç yüz on üç olduğunu söylerdik.″[1]

Bedir’de müşriklerin sayısı da, bin kişi kadardı. Müslümanların hem sayısı, hem de harb âletleri müşriklere göre çok yetersiz olmasına rağmen, Allah’ın yardımıyla gâlip gelmişlerdir.

Bedir Harbi hakkında geniş bilgi için yine bu Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 123’ün izahına bakınız.

﴿ وَلَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ بِبَدْرٍ وَاَنْتُمْ اَذِلَّةٌۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿١٢٣﴾

123. Az ve zayıf olduğunuz halde, şüphesiz Allah’u Teâlâ size Bedir’de yardım etti. Allah’tan korkun ki, O’na şükretmiş olasınız.

İzah: Bedir, Medîne’ye seksen mil mesafede bulunan, Mekke ile Medîne arasında bir yerin adıdır. Bedir Savaşı şöyle gerçekleşmiştir.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Medîne’de iken kâfirler, Resûlü Ekrem’in ve Medînelilerin kervanlarını soymuşlar, kervancıları öldürmüşlerdi. Cebrâil Aleyhisselâm Allah’u Teâlâ’dan, Müslümanların da Mekkeli müşriklere aynısını yapmaları emrini getirdi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem dokuz kişilik bir müfreze süvâri hazırlattı. Başkanları, Mikdâd b. Esved idi. Bu İslâm’da kâfire karşı olan ilk savaştı. Mikdâd kumandasındaki dokuz kişi kuru üzüm ile buğday yüklü olan Mekke kervanını soydular, adamlarını öldürdüler, eşyalarını ve yüklerini, develerini ne varsa Medîne’ye getirdiler. Kureyşliler:

- Muhammed kervan soyduruyor diye, yalnız kervan göndermiyor-lardı. Mekke’nin beylerinden olan Ebû Süfyan’ın kervanı ve onun eşliğinde herkes kervanını büyük bir muhafız topluluğuyla süvâriler göndererek güvenliğini sağlıyorlar ve ayrıca hem Medîne’den, hem Mekke’den câsuslar aracılığı ile haber alıp, çok itinalı gidiyorlardı.

Ebû Süfyan’ın çok büyük kervan kafilesi vardı. Mekke’nin diğer beyleri de kendi kervanlarını ona katmışlardı. Bu kâfile Şam’dan Mekke’ye doğru yol alıyordu. Çölde izlerini belli etmemek için yol değiştirerek ilerliyorlardı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de Allah’tan aldığı emirle hazırda bulunan Ashâbla hemen yola çıkmıştı. Medînelilerin çoğu Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gittiği yeri bilmiyordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yola çıktığı haberini, Medîne’de bulunan, Mekkelilere câsusluk yapan, münâfıkların başı ve Medîne’nin en zengini olan Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl Mekke’ye ulaştırmıştı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Medîne’den çıkışı Allah’ın emri idi. Bu emrin, kervanı ele geçirmek için olup olmadığı da belli değildi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in askerinin sayısı üç yüz on üç kişiydi.

Müşrikler, Şam’dan gelecek olan kervanın, Müslümanlar tarafından bir saldırıya uğramasından endişeliydiler. Çünkü Mekke’nin bütün beylerinin bu kervanda malları vardı. Eğer bu kervan da ele geçirilirse, zarar ziyan çok büyük olacaktı. Bu sebeple Ebû Cehil ve diğer on bir bey asker toplamaya başladılar. Her evden yetişkin iki kişiden birisi muhakkak harbe katılacaktı. Harbe gelmeyen de yerine parayla adam tutup gönderecekti. Mekke’ye bir atlı geldi. Gelen atlı kervanlara saldırı olmadığını ve Mekke’ye doğru yol aldığını; Muhammed’in, adamları ile başka istikamette olduğu haberini getirdi. Beyler:

- Demek ki, Muhammed bizim kervanlarımızı ele geçirmeyecek, başkası ile harp edecek. Kervanlar da sâlimen geldiğine göre, biz bu harpten vazgeçelim, dediler. Bir tek Ebû Cehil ısrar ediyor ve ″Muhammed‘in en zayıf zamanıdır, çünkü adamlarının yarısı yanında yok. Bu kervanımıza bugün saldırmadılarsa, daha sonra mutlaka saldırırlar. Bu endişeyle yaşayamayız. Bu kadar masraf ettik, hedefimize ulaşmamız lâzım, mutlaka bu tehdidin ortadan kalkması gerekir″ diyordu. Böylece harbe karar verildi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in halası Müslüman olmamıştı. O geldi ve Beylere:

– Ben bir rüyâ gördüm. Mekke‘nin üst tarafından dağdan bir kaya yuvarlandı, yetmiş ev yıktı. Siz on iki beyin de evini yıktı. Benim rüyâm doğru çıkar, siz bu harpte yenilgiye uğrayacaksınız, diye ikâzda bulundu. Bu ikâz üzerine on bir bey harpten vazgeçtiler. Bunun üzerine Ebû Cehil beylere dönerek dedi ki:

– Sizde hiç akıl yok mu? Bu Muhammed‘in halası, her ne kadar bizdense de, Muhammed’in öldürülmesine râzı olmadığı için bu rüyâyı uydurdu. Kadına da dönerek yüksek sesle ve sert bir dille dedi ki:

– Şaştık bu Muhammedîlerin elinden. Bunların erkeği de dişisi de Peygamberlik taslıyor. Bugün rüyâ gördüm der kandırır, yarın Peygamberliğini ilan eder. Yakında bu da Peygamberim derse, şaşmayın. Beylere dönerek de; bu kadarını düşünemiyorsunuz. Bir kadın sizi kandırdı, dedi.

Bu sözler, beyler arasında tesirini gösterdi. Beyler ve Kureyş ordusu yola çıktı. Bedir denilen mevkiide ordular birbirine yaklaşmış, Bedir kuyularını, Kureyş ordusu ele geçirmişti. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâb ile susuz çölde kaldılar. Su ikmâli çok zordu. O gün, Ramazan ayının 17’nci günü olan Cuma idi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bir dere yatağına toprak yığarak bir set yapmalarını emretti. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ellerini açıp duâ etti. Yağmur yağdı ve oraya su toplanıp gölet oluştu. Harp esnâsında su sıkıntısı ortadan kalkmıştı. Ebû Cehil bunu haber aldı. Gece karanlıkta üç kişiyi bu seti yıkmak, suyu akıtmak için fedâi gönderdi. Kâfirlerin böyle bir hainlik yapacağını tahmin eden Hz. Hamza, su başında nöbet tutuyordu. Gelen üç kişiyi yakalayıp Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna getirdi. Ashabdan bâzıları bu esirleri dövüyorlardı. O sırada Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem namaz kılıyordu. Selam verdi. Esirler köle olduklarını söylüyorlardı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem esirleri bıraktırdı, yanına çağırdı ve ″Esirler doğru söylüyorlar″ dedi. Esirlere: ″Kureyş ordusu nerede?″ diye sorunca, esirler: ″Şu tepenin arkasında″ dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sayıları kaç kişi?″ diye sordu. Esirler: ″Sayılarını bilmiyoruz, ama sizden çok fazla″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Her gün kaç deve kesiyorlar?″ diye sorunca, esirler: ″Bir gün dokuz deve, bir gün on deve″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâbına dönerek, ″Kureyşliler dokuz yüzden fazla, binden az, çünkü Kureyşliler harpte her yüz kişiye bir deve keserler″ buyurdu.

Kureyşlilerin yedek atları da vardı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i yeneceklerinden emindiler. Yalnız o zamanda harp kazanılır da ganîmet malı gelmezse, çok ayıp olurdu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de, Ashâbın da malları yoktu. Ebû Cehil, bin deveye yiyecek ve harp malzemesi yüklemişti. Bunları harp sonunda ganîmet malı aldık diye Mekkelilere gösterecek ve övünecekti.

Peygamberimizin Ashâbı ise, üç yüz on üç kişiydi. Bu hususta Hz. Ebû Eyyüb el-Ensârî’den şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

فَخَرَجْنَا -يَعْنِى اِلَى بَدْرٍ- فَلَمَّا سِرْنَا يَوْمًا أَوْ يَوْمَيْنِ أَمَرَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنْ نَتَعَادَّ فَفَعَلْنَا فَإِذَا نَحْنُ ثَلاثُمِائَةٍ وَثَلاثَةَ عَشَرَ رَجُلا فَأَخْبَرَنَا النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِعِدَّتِنَا فَسُرَّ بِذَلِكَ وَحَمِدَ اللّٰهَ وَقَالَ عِدَّةُ أَصْحَابِ طَالُوتَ (كر دلائل النبوة للبيهقي عن ابا ايوب الانصارى)

Biz, Bedir’e çıktık. Bir ya da iki gün yol aldıktan sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bize sa­yımızı tespit etmemizi emretti. Biz de onun emrini yerine getirdik, üç yüz on üç kişi olduğumuzu gördük. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sayımızı haber verince, o bun­dan dolayı sevindi ve Allah’a hamd edip: ″Tâlut’un adamlarının sayısı kadarsınız″ buyurdu.[2]

Bu husus Berâ b. Âzib Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

كُنَّا نَتَحَدَّثُ أَنَّ أَصْحَابَ بَدْرٍ يَوْمَ بَدْرٍ كَعِدَّةِ أَصْحَابِ طَالُوتَ ثَلَاثُ مِائَةٍ وَثَلَاثَةَ عَشَرَ رَجُلًا (ت عن البراء)

″Bedir Günü, savaşa katılan Müslümanların, Tâlut’un adamlarının sayısı kadar; üç yüz on üç olduğunu söylerdik.″[3]

Rivâyete göre; İslâm ordusunda on iki at ve on yedi kılıç vardı. Savaşa katılan diğer Müslümanlarda ise değnek ve sapan vardı. Dağdaki çobanlar, bunları görünce gülüyorlardı. Çünkü silahsız harbe gidiyorlardı.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Bedir’de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâ ediyordu:

اللّٰهُمَّ إِنِّي أَنْشُدُكَ عَهْدَكَ وَوَعْدَكَ اللّٰهُمَّ إِنْ شِئْتَ لَمْ تُعْبَدْ فَأَخَذَ أَبُو بَكْرٍ بِيَدِهِ فَقَالَ حَسْبُكَ فَخَرَجَ وَهُوَ يَقُولُ {سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ الدُّبُرَ} (خ عن ابن عباس)

″Ey Allah’ım! Bana vaad ettiğin yardımı lütfet. Yâ Rabbi, bu bir avuç Müslüman bugün yok olursa, yeryüzünde Sana ibâdet edecek kimse kalmayacak.″ Hz. Ebû Bekir, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu şekilde duâ ve yalvarışları karşısında dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Duân Arş’ı titretti. Allah’u Teâlâ, vaadini elbette yerine getirecek.″ Peygamberimiz Efendimiz o anda, ″Onların cemaati, yakında hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır″[4] diye geçen âyeti okudu.[5]

Harp başlamazdan bir gün evvel müşrik beylerinden Utbe, bir rüyâ görmüştü. Utbe rüyâsını şöyle anlattı:

Bir Arap, yanında bir deve getirdi. Devenin gırtlağına bir bıçak soktu. Deveyi salıverdi. Deve boynunu uzatarak bütün Kureyş çadırlarını gezip, Kureyş çadırlarını kanıyla ıslattı.

Bu rüyâyı Kureyş beylerinden hayra yoran olmadı ve bunun üzerine beyler, ″Kervan kurtuldu, hep akrabayız, birbirimizi öldüreceğiz. Görülen rüyâ iki oldu. Harp etmeyelim″ dediler. Ebû Cehil ise, ata binmiş, gayrete, namusa dokunacak sözler söyleyip askerin moralini yükseltmeye çalışıyordu. Yine beylere dönerek, ″Sizde hiç akıl yok mu? Utbe’nin oğlu, Muhammed’in askerinin içindedir. Oğlunun öldürüleceğinden korkup uydurma rüyâ söylüyor. Bu rüyâ da uydurmadır″ deyince Utbe sinirlendi. Ebû Cehil’e dönerek, ″Ey suratı kanlı herif! Benim oğlum için konuşmaya-cağımı, Muhammed’e ve adamlarına düşman olduğumu, onları yok etmek istediğimi daha anlayamadın mı?″ dedi. Beyler araya girdiler. Yine harbe karar verdiler. Utbe’nin öfkesi geçmiyordu. Bir yanına oğlu Velid’i bir yanına kardeşi Şeybe’yi alarak, Ebû Cehil’e çağırdı: ″Ey suratı kanlı herif! Beni, oğluma ve Muhammed’e acıyormuş gibi tanıtıyorsun! İşte oğlum, kardeşim ve ben, üçümüz mübâreze meydanına gidiyoruz.″ O zamanda iki ordu arasındaki bulunan açıklığa mübâreze meydanı denirdi. Harp için ortaya girenlere mübâriz denilirdi. Utbe de mübâreze meydanına girip, ″Yâ Muhammed! Bizim karşımıza adam gönder″ diye çağırdı. Afra Hatun diye birisi vardı. Yedi oğlu vardı. Yedi oğlunun hepsi Müslümandı. Yedisi de bu harpte hazırdı. Bu kardeşlerden üçü meydana çıktılar. Utbe yine çağırdı: ″Yâ Muhammed! Biz beyiz, bunlar bizim dengimiz değil, karşımıza dengimizi gönder. Senin en yakınların olsun″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bu söz üzerine Hz. Hamza, Hz. Ebû Ubeyde ve Hz. Ali’yi gönderdi. Utbe’nin işâreti üzerine yaşta en büyük olan Ubeyde’nin karşısına kendisi, Şeybe’nin karşısına Hz. Hamza, Velid’in karşısına Hz. Ali çıktılar. Hz. Ali bir vuruşta Velid’i öldürdü. Hz. Hamza’da Şeybe’yi öldürdü. Ubeyde ile Utbe birbirlerini yenemediler, Ubeyde yaralandı. İkisi de Ubeyde’nin imdadına koştular. Hz. Hamza kılıcı kaldırmıştı ki, Hz. Ali kılıcını ondan evvel indirdi. Utbe de öldü. Kureyş ordusu karıştı. Rüyâlar çıkıyor korkusu baş gösterdi. Ebû Cehil, ortaya at sürüp, ″Utbe ve Şeybe acele ettiler; hep birden hücum etsek bunları mahvederdik″ diye söyleyince, yatıştılar. Kureyşliler köleleri hücuma kaldırdılar. Köleler çok zâyiât verdiler. Kölelerin hücumundan Ashabdan Hz. Mihcâ ağır yaralandı. Peygamberimizin huzuruna getirdiler. Hz. Mihcâ, Cennetteki makâmını seyrediyorken, şehit oldu. Muharebe meydanında ilk şehit Hz. Mihcâ’dır.

Cebrâil Aleyhisselâm Allah’u Teâlâ’dan aldığı emirle yanına bin melek almış,[6] buraklara binmiş ve Cebrâil Aleyhisselâm’ın bindiği ata; Burak’a, ″Yâ Hayzum çabuk git″ diye nidâ ettiği bu sesi, çobanlar dahi işitmişlerdi.[7] O Burak’ın adı Hayzum’du.

Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ يَوْمَ بَدْرٍ هَذَا جِبْرِيلُ آخِذٌ بِرَأْسِ فَرَسِهِ عَلَيْهِ أَدَاةُ الْحَرْبِ (خ عن ابن عباس)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Bedir Günü: ″Yâ Ebû Bekir! İşte şu Cebrâil’dir. Allah tarafından sana yardımcı geldi. Atının başını ve gemini tutmuş, harp silahı ve zırhı üzerinde, hücuma hazır bir halde″ buyurmuştur.[8]

Ashâbın tevekkülü hakkında bir rivâyette de şöyle buyrulmuştur:

Ukkâşe Radiyallâhu anhu Bedir’de savaşırken kılıcı kırıldı. ″Yâ Resûlallah! Kılıçsız kaldım″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, yerden bir hurma dalı alarak Ukkâşe Radiyallâhu anhu’ya verdi ve ″Bununla harbe devam et″ buyurdu. Ukkâşe b. Mahsen Radiyallâhu anhu, dalı aldı ve harbe devam etti. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in mûcizesi olarak o hurma dalı, kılıçtan tesirli oldu. Ukkâşe Radiyallâhu anhu: ″Bu hurma dalı ile birçok savaşa katıldığını″ beyan etmiştir. Hattâ şehit olduğu zaman da o hurma dalı kendisinin yanında idi.[9]

Kureyşli müşrikler sayıca çok fazla, hazırlık bakımından da çok üstün oldukları için, daha başlangıçta zaferden emin idiler. Fakat Müslümanlar Allah’u Teâlâ’nın emrini yerine getirmek için kendilerinden kat kat güçlü olan müşrik ordusu ile Bedir’de savaşmışlar ve Allah’u Teâlâ’nın yardımıyla büyük bir zafer kazanmışlar ve çok miktarda ganîmet elde etmişlerdir. Reisleri Ebû Cehil dâhil olmak üzere ileri gelenleri öldürülmüş ve hepsi bir kuyuya doldurulmuştur.

Bu savaşta Kureyşten toplam yetmiş kişi öldürülmüş ve yetmiş kişi de esir alınmıştır. Alınan yetmiş esire ne yapılacağı hususunda Allah’tan bir emir gelmeyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashabıyla istişâre yapmıştır. Bunun sonucunda maddi durumu iyi olanları fidye karşılığında, maddi durumları zayıf olanlar da, on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakılmıştır.

Bu alınan yetmiş esir arasında, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kızı Hz. Zeyneb’in kocası Ebu’l-Ass b. Rebi de vardı. Alınan esirlerin serbest bırakılması karşılığında Mekke müşrikleri tarafından gönderilen fidyeler gelince, Peygamber Efendimiz, bu fidyeler içerisinde, Hz. Hatice vâlidemiz tarafından kızları olan Hz. Zeyneb’e onun düğününde takmış olduğu takıları görünce tanıdı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hz. Zeyneb’e ait olan bu takıları geri iade etti ve kocasını, kızı Hz. Zeyneb’i iade etmesi karşılığında anlaşarak serbest bıraktı. Eb’ul-Ass da sözünde durarak Hz. Zeyneb’i Peygamber Efendimize gönderdi. Daha sonra Ebu’l-Ass Müslüman olunca, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb ile onu tekrar nikâhlamıştır.

Yine Bedir ile ilgili Enes Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:

Hz. Ömer ile beraber Mekke ile Medîne arasında bir yerde idik. Bedir’de savaşanları anlatmaya başladı ve şöyle buyurdu:

إِنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيُرِينَا مَصَارِعَهُمْ بِالْأَمْسِ قَالَ هَذَا مَصْرَعُ فُلَانٍ إِنْ شَاءَ اللّٰهُ غَدًا قَالَ عُمَرُ وَالَّذِي بَعَثَهُ بِالْحَقِّ مَا أَخْطَئُوا تِيكَ فَجُعِلُوا فِي بِئْرٍ فَأَتَاهُمْ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَادَى يَا فُلَانُ بْنَ فُلَانٍ يَا فُلَانُ بْنَ فُلَانٍ هَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا فَإِنِّي وَجَدْتُ مَا وَعَدَنِي اللّٰهُ حَقًّا فَقَالَ عُمَرُ تُكَلِّمُ أَجْسَادًا لَا أَرْوَاحَ فِيهَا فَقَالَ مَا أَنْتُمْ بِأَسْمَعَ لِمَا أَقُولُ مِنْهُمْ. (ن عن انس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem savaştan önce, kâfirlerin öldürülecekleri yerleri bize göstererek: ″Allah’ın izni ile burası, yarın filanın öldürüleceği yer olacaktır″ buyurdu. Hz. Ömer sözüne devamla dedi ki: Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i hak dîn ile gönderen Allah’a yemin olsun ki kâfirler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gösterdiği yerlerde öldürüldüler. Onların hepsi bir kuyuya atıldı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem kuyunun başına gelerek şöyle seslendi: ″Ey filan oğlu filan! Ey filan oğlu filan! Rabbinizin vaad ettiği şeyi buldunuz mu? Ben, Rabbimin bana vaad ettiği şeyi hak olarak buldum.″ Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Sen, ruhları olmayan cesetlerle konuşuyorsun″ dedim. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onlara söylediğimi siz onlardan daha iyi işitemezsiniz″ buyurdu.[10]

Bedir Savaşı’nda Müslümanlar on dört şehit vermişti.

Bedir ehlinin faziletine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَا خَالِدُ لِمَ تُؤْذِي رَجُلًا مِنْ أَهْلِ بَدْرٍ لَوْ أَنْفَقْتَ مِثْلَ أُحُدٍ ذَهَبًا لَمْ تُدْرِكْ عَمَلَهُ (ع حب طب خط ك كر عن عبد اللّٰه بن ابى اوفى)

″Yâ Hâlid! Bedir Ehli’nden olan bir kişiye niye eziyet ediyorsun? Eğer sen Uhud Dağı kadar altın infak etsen, onun ameline ulaşamazsın.″[11]

Yine Muaz İbn-i Rifâa Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

وَكَانَ أَبُوهُ مِنْ أَهْلِ بَدْرٍ قَالَ جَاءَ جِبْرِيلُ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ مَا تَعُدُّونَ أَهْلَ بَدْرٍ فِيكُمْ قَالَ مِنْ أَفْضَلِ الْمُسْلِمِينَ أَوْ كَلِمَةً نَحْوَهَا قَالَ وَكَذَلِكَ مَنْ شَهِدَ بَدْرًا مِنْ الْمَلَائِكَةِ (خ عن معاذ بن رفاعة بن رافع الزرقى عن ابيه)

Bedir Harbi sırasında Cebrâil Aleyhisselâm, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi de: ″Yâ Resûlullah! İçinizdeki Bedir kahramanlarını ne mertebede sayarsınız?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Müslümanların en faziletli simaları sayarız″ buyurdu. Yahut buna benzer söyledi. Cebrâil Aleyhisselâm: ″Biz de meleklerden Bedir’de hazır bulunanları böylece meleklerin hayırlısı addederiz″ dedi.[12]

Bedir Savaşı’nın sonunda Müslümanlardan sâdece on dört kişi şehit düşmüştür. Müşriklerden ise yetmiş kişi öldürülmüş ve yetmiş kişi de esir edilmiştir.

﴿ اِذْ تَقُولُ لِلْمُؤْمِن۪ينَ اَلَنْ يَكْفِيَكُمْ اَنْ يُمِدَّكُمْ رَبُّكُمْ بِثَلٰثَةِ اٰلَافٍ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ مُنْزَل۪ينَۜ ﴿١٢٤﴾ بَلٰٓىۙ اِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا وَيَأْتُوكُمْ مِنْ فَوْرِهِمْ هٰذَا يُمْدِدْكُمْ رَبُّكُمْ بِخَمْسَةِ اٰلَافٍ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ مُسَوِّم۪ينَ ﴿١٢٥﴾

124-125. Ey Habîbim! Hani (Bedir’de) sen Mü’minlere: ″Rabbinizin üç bin melek ile size imdadı kifâyet etmez mi?″ diyordun.* Evet, kifâyet eder. Kâfirlerin aniden hücum ettikleri sırada, sabrederek sebat eder ve Allah’tan korkarsanız, Allah’u Teâlâ size alâmetli beş bin melek ile imdat eder.

İzah: Meleklerin yardımına dair Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

وَكَانَتْ سِيمَاءُ الْمَلائِكَةِ يَوْمَ بَدْرٍ عَمَائِمُ سُودٍ وَيَوْمَ أَحَدٍ عَمَائِمُ حُمْرٍ (طب وابن مردوية والديلمى عن ابن عباس)

″Meleklerin Bedir’de nişanları siyah sarık, Uhud’da ise kırmızı sarıktı.″[13]

Bu hususta Mâlik b. Rebia Radiyallâhu anhu’nun, gözlerini kaybettikten sonra şunları söylediği nakledilmiştir:

لَوْ كُنْت مَعَكُمْ الْآن بِبَدْرٍ وَمَعِي بَصَرِي لَأَخْبَرْتُكُمْ بِالشِّعْبِ الَّذِي خَرَجَتْ مِنْهُ الْمَلَائِكَة لَا أَشُكُّ وَلَا أَتَمَارَى (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن مالك بن ربيعة)

″Şâyet ben, şu anda sizinle Bedir’e gitseydim ve gözlerim de görüyor olsaydı, meleklerin hangi vâdiden çıkıp geldiklerini, hiç şüphe ve endişe etmeksizin size gösterirdim.″[14]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ da, Gifaroğullarından bir kişinin kendisine şunları an­lattığını söylemiştir:

أَقْبَلْتُ أَنَا وَابْنُ عَمٍّ لِي حَتَّى أَصْعَدْنَا فِي جَبَلٍ يُشْرِفُ بِنَا عَلَى بَدْرٍ وَنَحْنُ مُشْرِكَانِ نَنْتَظِرُ الْوَقْعَةَ عَلَى مَنْ تَكُونُ الدَّبْرَةُ فَنَنْتَهِبُ مَعَ مَنْ يَنْتَهِبُ قَالَ فَبَيْنَا نَحْنُ فِي الْجَبَلِ إِذْ دَنَتْ مِنَّا سَحَابَةٌ فَسَمِعْنَا فِيهَا حَمْحَمَةَ الْخَيْلِ فَسَمِعْتُ قَائِلا يَقُولُ أَقْدِمْ حَيْزُومُ قَالَ فَأَمَّا ابْنُ عَمِّي فَانْكَشَفَ قِنَاعُ قَلْبِهِ فَمَاتَ مَكَانَهُ وَأَمَّا أَنَا فَكِدْتُ أَهْلِكَ ثُمَّ تَمَاسَكْتُ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس(

Ben ve amcamın oğlu birlikte gidip Bedir Vâdisi’ne bakan bir dağın üzerine çıktık. Biz o zaman müşriktik. Felâketin kimin başına geleceğini gözlüyor ve neticede, yağma yapacaklarla birlikte yağma-lamak isti­yorduk. Biz, dağın başında bulunduğumuz sırada bize aniden bir bulut yaklaştı. Bulutun içinden at solumaları işittik. Bir kişinin de atına: ″Haydi Yâ Hayzum″ (Cebrâil Aleyhisselâm’ın atının adıdır) dediğini duyduk. Bunun üzerine amcamın oğlunun korkudan kalbi durdu ve orada öldü. Ben de neredeyse helâk olacaktım. Kendime zorla hâkim oldum.[15]

Bedir‘de kaçan Kureyşliler, Mekke‘ye yetişmişlerdi. Mekkeliler ve Ebû Leheb, savaştan kaçıp gelenlere Bedir’de ne olduğunu sordular. Gelen atlı: ″Harp başlayınca, Muhammed‘in askerinin içinde hiç görmediğimiz ve dünyâ yüzünde görülmemiş pehlivanlar çıktı. Onların karşısında insanoğlunun dayanması imkansız″ dedi. Bunları dinleyen ve gizli Müslüman olan bir köle yüksek sesle bağırarak, ″Vallâhi! O görünenler meleklerden başkası değildir″ dedi. Ebû Leheb çok sinirlenmişti. Vurup kölenin başını yardı. Kölenin sahibi bir beydi. Kölesinin başını kanlar içinde görünce, ″Bunu kim yaptı?″ diye sordu. Köle: ″Ebû Leheb; Muhammed‘in amcası″ dedi. Bey, çadır kazığını çekip Ebû Leheb‘in kafasına vurdu. Ebû Leheb, perişan bir halde sürünerek çadırına girdi ve öldü.[16]


[1] Sünen-i Tirmizî, Siyer 37; Tâlut hakkında Sûre-i Bakara, Âyet 246-252’ye bakınız.

[2] Beyhakî, Delâil’un-Nübüvve, Hadis No: 907.

[3] Sünen-i Tirmizî, Siyer 37; Tâlut hakkında Sûre-i Bakara, Âyet 246-252’ye bakınız.

[4] Sûre-i Kamer, Âyet 45.

[5] Sahih-i Buhârî, Magâzi 4; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11807.

[6] Meleklerin yardıma geldiğine dair Sûre-i Enfâl, Âyet 9’a bakınız

[7] İmam Kastalâni, Mevahib-i Ledünniye, s. 68. Ayrıca bakınız: İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 7, s. 175.

[8] Sahih-i Buhârî, Megâzi 9; Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1565.

[9] İmam Kastalânî, Mevahib-i Ledünniye, s. 70; M. Asım Köksal, İslam Târihi, Hz. Muhammed (A. S.) ve İslâmiyet, Medine Devri, c. 2, s. 144.

[10] Sünen-i Nesâî, Cenâiz 117.

[11] Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 7216; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 496/8.

[12] Sahih-i Buhârî, Megâzi 9; Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadîs No: 1564.

[13] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 338/7.

[14] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 7, s. 175.

[15] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 7, s. 175.

[16] Taberî’de bu husus Ebû Rafi Radiyallâhu anhu’dan benzer şekilde nakledilmiştir.


ENFÂL SÛRESİ

﴿ يُجَادِلُونَكَ فِي الْحَقِّ بَعْدَ مَا تَبَيَّنَ كَاَنَّمَا يُسَاقُونَ اِلَى الْمَوْتِ وَهُمْ يَنْظُرُونَۜ ﴿٦﴾

6. Hak açıkça ortaya çıktıktan sonra, sanki göz göre göre ölüme sevk olunuyorlarmış gibi, hak olan cihat hususunda seninle münâkaşa ediyorlar­dı.

İzah: Bir kısım Mü’minler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâben: ″Sen bize düşmanla karşılaşacağımızı bildirmedin ki, onlarla savaşmak için hazırlık yapalım. Biz, yalnız Şam’dan gelen ticaret kervanını yakalamak için çıkmıştık″ diyerek Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile mücâdele etmişlerdi. Halbuki bu cihadı, Allah’ın emriyle yaptığı ortaya çıkmıştı. Onlar, düşmanla karşılaşmayı sevmediklerinden, sanki ölüme sürükleniyormuş gibi olmuşlardı. İşte Allah’u Teâlâ âyette, onların bu durumunu haber vermektedir.

﴿ وَاِذْ يَعِدُكُمُ اللّٰهُ اِحْدَى الطَّٓائِفَتَيْنِ اَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ اَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُر۪يدُ اللّٰهُ اَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِه۪ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِر۪ينَۙ ﴿٧﴾ لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَۚ ﴿٨﴾

7-8. Ve hani, Allah’u Teâlâ size (biri Kureyş kervanı, diğeri Mekke müşrikleri olan) iki taifeden birinin sizin olacağını vaad ediyordu. Siz de zayıf olanın (Kureyş kervanının) sizin olmasını istiyordunuz. Halbuki Allah’u Teâlâ, emirleriyle hakkı ortaya çıkarmayı ve kâfirleri kökünden kesmeyi murad ediyordu.* Bu, mücrimler istemese de, Allah’u Teâlâ’nın hakkı ortaya çıkarması ve bâtılı ortadan kaldırması içindir.

İzah: Kureyş kervanında; Ebû Süfyan, Amr İbn’ul-As, Amr İbn-i Hişam ve beraberlerinde kırk süvâri bulunuyordu. Şam’dan büyük bir ticaret ile Mekke’ye gelmekte olan bu kervanı, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbına haber vermesi üzerine Mü’minler, kervanı ele geçirmek için yola çıkmışlardı. Bu haber Mekke’ye ulaşınca, Ebû Cehil’in tahrik ve teşvikiyle Mekke müşrikleri toplanarak kervanın muhafazası için Bedir mevkiine gelmişlerdi.

Allah’u Teâlâ, Resûlü vâsıtasıyla bu iki taifeden birini seçmelerini vaad buyurdu. Mü’minler kervanı seçtiler, Allah’u Teâlâ da Mekke müşriklerini kökünden kesmeyi murad etti.

Sonuçta Mü’minler, Allah’ın emrini yerine getirmek için kendi-lerinden kat kat daha güçlü olan müşrik ordusu ile Bedir’de savaştılar ve Allah’ın yardımıyla büyük bir zafer kazandılar. Müşrik olan Mekke beylerinden ve onların yakınlarından yetmiş kişiyi öldürmüşler, yetmiş kişiyi de esir almışlardı. Böylece Mekke müşriklerinin bütün güçleri kırılmıştı. Ayette Allah’u Teâlâ’nın, ″Kâfirleri kökünden kesmeyi murad ediyordu″ buyruğu gerçekleşmiş oldu. Ancak alınan yetmiş esirin serbest bırakılmasıyla müşrikler tekrar toparlanarak güç, kuvvet bulup İslâm’â yeniden tehtit oluşturmuşlar ve Uhud ve Hendek savaşlarında Müslüman-lara büyük zarar ve sıkıntı vermişlerdir. Bu esirlerin bırakılmasının hatâ olduğunu Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 67-68’de haber vermiştir.

﴿ اِذْ تَسْتَغ۪يثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ اَنّ۪ي مُمِدُّكُمْ بِاَلْفٍ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ مُرْدِف۪ينَ ﴿٩﴾

9. O zaman, Rabbinizden gâlibiyet için yardım istiyordunuz. O da, ″Şüphesiz Ben size, ardı ardına gelen bin melek ile yardım ederim″ diye duânıza icâbet buyurmuştu.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair Hz. Ömer b. el-Hattab Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:

نَظَرَ نَبِيُّ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَى الْمُشْرِكِينَ وَهُمْ أَلْفٌ وَأَصْحَابُهُ ثَلَاثُ مِائَةٍ وَبِضْعَةُ عَشَرَ رَجُلًا فَاسْتَقْبَلَ نَبِيُّ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الْقِبْلَةَ ثُمَّ مَدَّ يَدَيْهِ وَجَعَلَ يَهْتِفُ بِرَبِّهِ اللّٰهُمَّ أَنْجِزْ لِي مَا وَعَدْتَنِي اللّٰهُمَّ آتِنِي مَا وَعَدْتَنِي اللّٰهُمَّ إِنْ تُهْلِكْ هَذِهِ الْعِصَابَةَ مِنْ أَهْلِ الْإِسْلَامِ لَا تُعْبَدُ فِي الْأَرْضِ فَمَا زَالَ يَهْتِفُ بِرَبِّهِ مَادًّا يَدَيْهِ مُسْتَقْبِلَ الْقِبْلَةِ حَتَّى سَقَطَ رِدَاؤُهُ مِنْ مَنْكِبَيْهِ فَأَتَاهُ أَبُو بَكْرٍ فَأَخَذَ رِدَاءَهُ فَأَلْقَاهُ عَلَى مَنْكِبَيْهِ ثُمَّ الْتَزَمَهُ مِنْ وَرَائِهِ فَقَالَ يَا نَبِيَّ اللّٰهِ كَفَاكَ مُنَاشَدَتَكَ رَبَّكَ إِنَّهُ سَيُنْجِزُ لَكَ مَا وَعَدَكَ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى {إِذْ تَسْتَغِيثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ أَنِّي مُمِدُّكُمْ بِأَلْفٍ مِنَ الْمَلَائِكَةِ مُرْدِفِينَ} فَأَمَدَّهُمْ اللّٰهُ بِالْمَلَائِكَةِ (ت عن عمر بن الخطاب)

Be­dir Günü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, müşriklere baktı. Bin kişi olduklarını gördü. Ashâbı ise üç yüz on üç kişi idi.[1] Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kıbleye yöneldi, sonra ellerini kaldırdı. Rabbine şöyle niyaz etti:

″Allah’ım! Bana vaadini yerine getir! Allah’ım, bana vaadini yerine getir! Allah’ım! Eğer Sen İslâm ehlinden bu topluluğu helâk edecek olursan, yeryüzünde Sa­na ibâdet edecek kimse kalmayacaktır.″ Kıbleye yönelmiş ve ellerini kaldırmış olduğu halde, Rabbine o kadar çok niyaz etti ki, hırkası omuzlarından düştü. Sonra Hz. Ebû Bekir yanına gelerek, hırkasını alıp omuzlarına bıraktı ve: ″Yâ Resûlallah! Rabbinden istediğin yeter. Sana vaadini muhakkak yerine getirecektir.″ Bunun üzerine Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 9’u indirdi ve Allah’u Teâlâ, melekleri onlara yardımcı olarak gönderdi.[2]

Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ: ″Şüphesiz Ben size, ardı ardına gelen bin melek ile yardım ederim″ diye buyurmuştur. Bedir Günü, yardım için Peygamber Efendimiz duâ etmiş ve Mü’minler de âmin demişlerdi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ onlara bin melekle yardım etmiş, daha sonra meleklerin sayısı üç bin, sonra da beş bin olmuştur.[3]

Bedir Harbi hakkında geniş bilgi için Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 123 ve izahına bakınız.

﴿ وَمَا جَعَلَهُ اللّٰهُ اِلَّا بُشْرٰى وَلِتَطْمَئِنَّ بِه۪ قُلُوبُكُمْۚ وَمَا النَّصْرُ اِلَّا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟ ﴿١٠﴾

10. Allah’u Teâlâ’nın size meleklerle yardım etmesi, ancak sizi müjdelemek ve kalbinizin mutmain olması içindir. Yardım ancak Allah katındandır. Şüphesiz Allah’u Teâlâ her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

İzah: Bedir Savaşı’nda meleklerin yardımını Ashâb-ı Kirâm açıktan görmüşlerdir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

بَيْنَا رَجُل مِنَ الْمُسْلِمِينَ يَشْتَدّ فِي أَثَر رَجُل مِنَ الْمُشْرِكِينَ أَمَامه إِذْ سَمِعَ ضَرْبَة بِالسَّوْطِ فَوْقه وَصَوْت الْفَارِس يَقُول أَقْدِمْ حَيْزُومُ إِذْ نَظَرَ إِلَى الْمُشْرِك أَمَامه فَخَرَّ مُسْتَلْقِيًا قَالَ فَنَظَرَ إِلَيْهِ فَإِذَا هُوَ قَدْ حُطِّمَ وَشُقَّ وَجْهه كَضَرْبَةِ السَّوْط فَاخْضَرَّ ذَلِكَ أَجْمَع فَجَاءَ الْأَنْصَارِيّ فَحَدَّثَ بِذَلِكَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ صَدَقْت ذَلِكَ مِنْ مَدَدِ السَّمَاء الثَّالِثَة (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابن عباس)

Müslümanlardan birisi önündeki müşriklerden birinin peşinden koşarken, birden bir kamçı ve bir atlı sesi işitti. Atlı: ″Yâ Hayzûm! durma ilerle, ileri atıl″ diyordu. Bir de önündeki müşriğe baktı ki, upuzun yere yıkılıp serilmiş. Ona baktı ve gördü ki burnu ezilmiş, kamçı vuruşu gibi yüzü yarılmış, Ensârdan olan bu zât, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelip olayı haber verice, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Doğru söyledin. O, üçüncü semânın imdâdın-dandır.″[4]

Yine Bedir Ehli’nden olan Rafi b. Hadic Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

جَاءَ جِبْرِيلُ أَوْ مَلَكٌ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ مَا تَعُدُّونَ مَنْ شَهِدَ بَدْرًا فِيكُمْ قَالُوا خِيَارَنَا قَالَ كَذَلِكَ هُمْ عِنْدَنَا خِيَارُ الْمَلَائِكَةِ (ه عن رافع بن خديج)

Cebrâil veya bir melek Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ″Bedir Savaşı’na katılan Sahâbîleri kendi aranızda nasıl bir mertebeye sahip olarak sayarsınız?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

″Onları Müslümanların hayırlılarından sayarız.″ Bunun üzerine Cebrâil de: ″Bizler de Bedir Savaşı’na katılan melekleri, böyle sayarız″ dedi.[5]

﴿ اِذْ يُغَشّ۪يكُمُ النُّعَاسَ اَمَنَةً مِنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِه۪ وَيُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلٰى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الْاَقْدَامَۜ ﴿١١﴾

11. Yine yâd edin ki, Allah’u Teâlâ kendi katından bir emniyet olmak üzere sizleri uykuya daldırmıştı. Sizi temizlemek ve şeytanın vesvesesini sizden gidermek, kalplerinizi takviye etmek ve ayaklarınızı yerinde sâbit kılmak için üzerinize gökten yağmur yağdırmıştı.

İzah: İslâm ordusu, Bedir’e yakın kumluk bir alanda konaklamıştı. Öyle ki, yürürken insanların ve hayvanların ayakları gömülüyordu. Kureyşliler önceden gelip Bedir kuyularını zaptettikleri için, Mü’minler susuzluktan zahmet çekiyorlardı. Bu sebeple şeytan, Mü’minlerden bâzılarının kalbine susuzluktan ölme korkusu ve vesvesesi vermişti. Halbuki Allah’u Teâlâ, Kureyş ordusunun içine bir korku düşürmüş ve Mü’minlere de tatlı bir uyku hâli vermişti. Kureyşlilerin, Müslümanlardan kuvvetleri kat kat fazla olmasına rağmen, onlar endişe içinde sabahlamışken, Müslümanlar emniyetle uyumuşlardı.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâb ile çölde susuz kalmışlardı. Su ikmâli çok zordu. Peygamberimiz bir dere yatağına toprak yığarak bir set yapmalarını emretti. Toprak yığıldı. Peygamberimiz ellerini açıp duâ etti. Yağmur yağdı ve oraya su toplanıp gölet oluştu. Böylece harp esnasında su sıkıntısı ortadan kalkmıştı. Bu hâdise Ramazan ayının on yedisinde Cuma günü gerçekleşmiştir.

﴿ اِذْ يُوح۪ي رَبُّكَ اِلَى الْمَلٰٓئِكَةِ اَنّ۪ي مَعَكُمْ فَثَبِّتُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ سَاُلْق۪ي ف۪ي قُلُوبِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ فَاضْرِبُوا فَوْقَ الْاَعْنَاقِ وَاضْرِبُوا مِنْهُمْ كُلَّ بَنَانٍۜ ﴿١٢﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ شَٓاقُّوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُۚ وَمَنْ يُشَاقِقِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَاِنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ ﴿١٣﴾ ذٰلِكُمْ فَذُوقُوهُ وَاَنَّ لِلْكَافِر۪ينَ عَذَابَ النَّارِ ﴿١٤﴾

12-14. Ey Resûlüm! Senin Rabbin, (size yardım etmesi için) gönderdiği meleklere: ″Ben sizinle beraberim, îman edenlere sebat verin. Ben, kâfirlerin kalplerine korku koyarım! Kâfirlerin boyunlarının üstüne vurun ve bütün parmaklarına vurun″ diye vahyettiği vakti zikret.* Kâfirlerin bu âkıbeti, onların Allah’a ve Resûlüne muhalefetlerinden dolayıdır. Her kim Allah’a ve Resûlüne muhalefet ederse, şüphesiz ki Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.* Ey kâfirler! Bu, şimdiki azâbınızdır, tadın bunu! Şüphesiz ki, kâfirler için Cehennem azâbı da vardır.

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Rebî’ İbn-i Enes Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

كَانَ النَّاسُ يَوْمَ بَدْرٍ يَعْرِفُونَ قَتْلَى الْمَلَائِكَةِ مِمَّنْ قَتَلُوا هُمْ بِضَرْبٍ فَوْقَ الْأَعْنَاقِ وَعَلَى الْبَنَانِ مِثْلَ سِمَةِ النَّارِ قَدِ أُحْرِقَ بِهِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن الربيع بن أنس)

″Boyunlarının üzerine vurulmuş olması, parmakları üzerinde ateşle yakılmış gibi dağlama işâreti olması ile insanlar, meleklerin öldürdük-lerini kendi öldürdüklerinden ayırt edebiliyorlardı.″[6]

Sonuçta Bedir’de Ebû Cehil de dahil, on ikisi bey olmak üzere toplamda yetmiş kâfir öldürülmüştür. Bu kâfirlerin sonunun nasıl olduğu hakkında Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Hz. Ömer ile beraber Mekke ile Medîne arasında bir yerde idik. Bedir’de savaşanları anlatmaya başladı ve şöyle buyurdu:

إِنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيُرِينَا مَصَارِعَهُمْ بِالْأَمْسِ قَالَ هَذَا مَصْرَعُ فُلَانٍ إِنْ شَاءَ اللّٰهُ غَدًا قَالَ عُمَرُ وَالَّذِي بَعَثَهُ بِالْحَقِّ مَا أَخْطَئُوا تِيكَ فَجُعِلُوا فِي بِئْرٍ فَأَتَاهُمْ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَادَى يَا فُلَانُ بْنَ فُلَانٍ يَا فُلَانُ بْنَ فُلَانٍ هَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا فَإِنِّي وَجَدْتُ مَا وَعَدَنِي اللّٰهُ حَقًّا فَقَالَ عُمَرُ تُكَلِّمُ أَجْسَادًا لَا أَرْوَاحَ فِيهَا فَقَالَ مَا أَنْتُمْ بِأَسْمَعَ لِمَا أَقُولُ مِنْهُمْ. (ن عن انس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem savaştan önce, kâfirlerin öldürülecekleri yerleri bize göstererek: ″Allah’ın izni ile burası, yarın filanın öldürüleceği yer olacaktır″ buyurdu. Hz. Ömer sözüne devamla dedi ki: Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i hak dîn ile gönderen Allah’a yemin olsun ki kâfirler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gösterdiği yerlerde öldürüldüler. Onların hepsi bir kuyuya atıldı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem kuyunun başına gelerek şöyle seslendi: ″Ey filan oğlu filan! Ey filan oğlu filan! Rabbinizin vaad ettiği şeyi buldunuz mu? Ben, Rabbimin bana vaad ettiği şeyi hak olarak buldum.″ Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Sen, ruhları olmayan cesetlerle konuşuyorsun″ dedim. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onlara söylediğimi siz onlardan daha iyi işitemezsiniz″ buyurdu.[7]

﴿ فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُمْۖ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِن۪ينَ مِنْهُ بَلَٓاءً حَسَنًاۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿١٧﴾ ذٰلِكُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ مُوهِنُ كَيْدِ الْكَافِر۪ينَ ﴿١٨﴾

17-18. Ey Mü’minler! (Bedir’de) o kâfirleri siz öldürmediniz, lâkin (sizin elinizle) Allah öldürdü. Ey Resûlüm! Kâfirlere (bir avuç toprak) attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Allah’u Teâlâ bunu, güzel bir imtihanla Mü’minleri denemek için yaptı. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, her şeyi işiten ve bilendir.* Ey Mü’minler! Bu yardımlar sizin içindir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, kâfirlerin hilesini boşa çıkarandır.

İzah: Bedir’de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yerden bir avuç toprak alarak kâfirlerin üzerine atmış ve mûcize olarak o toprak, bütün kâfirlerin gözlerine isâbet etmişti. Bu mûcize de kâfirlerin bozguna uğramasında büyük etken olmuştur.

Bu hususta Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

أَخَذَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَبْضَة مِنْ تُرَاب فَرَمَى بِهَا فِي وُجُوه الْقَوْم وَقَالَ شَاهَتْ الْوُجُوه (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابن عباس)

Bedir Savaşı’nda, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir avuç toprak aldı ve müşriklerin yüzlerine doğru serperken şöyle buyurdu: ″Yüz­leri berbat olsun.″[8]

Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Resûlüm! Kâfirlere (bir avuç toprak) attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı″ diye geçen bu ifade ile ilgili de Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

مَنْ عَادَى لِى وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ وَمَا تَقَرَّبَ اِلَيَّ عَبْدِى بِشَيْءٍ أَحَبَّ اِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُهُ وَمَا يَزَالُ عَبْدِى يَتَقَرَّبُ اِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى اُحِبَّهُ فَاِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعُهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِى يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِى يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا وَاِنْ سَأَلَنِى أَعْطَيْتُهُ وَلَوِ اسْتَعَاذَنِى لَأُعِيذُنِيهِ (خ حب ق عن ابى هريرة)

Her kim Benim evliyâmdan birine düşmanlık ederse, Bana karşı harp ilan eyledi. Kulum Bana farz namazı kılarken yakın olduğu gibi başka bir şey ile yakın olamaz. O kulum, nâfilelere devam ettiği sürece, bu yakınlığı devam eder. Hattâ o kulumu severim. Bir kulumu seversem; onun işiten kulağı Ben olurum, Benim ile işitir. Gören gözü Ben olurum, Benim ile görür. Tutan eli Ben olurum, Benim ile tutar ve yürüyen ayağı Ben olurum, Benim ile yürür. Benden ne isterse istediğini veririm. Bana sığınır ise Ben de onu muhafazama alırım.[9]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ bunu, güzel bir imtihanla Mü’minleri denemek için yaptı″ diye buyrulmaktadır. İmtihan, Mü’minlerin Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte kendilerinden sayı ve techizat olarak çok üstün olan müşrik ordusuna karşı savaşa girmeleridir. Bu imtihanın güzel olması da, kazanılması imkansız gibi görünen bu savaşı Allah’ın yardımıyla kolay bir şekilde kazanmaları ve çok miktarda ganimete nâil olmalarıdır.

﴿ وَاعْلَمُٓوا اَنَّمَا غَنِمْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَاَنَّ لِلّٰهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينِ وَابْنِ السَّب۪يلِۙ اِنْ كُنْتُمْ اٰمَنْتُمْ بِاللّٰهِ وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٤١﴾

41. Ey Mü’minler! Eğer Allah’a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün (Bedir Günü), iki ordunun karşı­laştığı o gün, kulumuza (Muhammed Aleyhisselâm’a) indirdiğimiz âyetlere îman ediyorsanız, bilin ki, kâfirlerden ganîmet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, Allah’a ve Resûle, onun akrabasına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmış gariplere aittir. Allah’u Teâlâ her şeye kâdirdir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’ye göre, ganîmet mallarının beşte biri Beyt’ul-Mal’a ayrılır ve geri kalan dört kısmı da mücâhitlere taksim olunur.

İmam-ı Âzam’a göre; ganîmetten, piyâde olanlara birer hisse, süvâri olanlara da ikişer hisse verilir. İmam Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise, süvârilere üç hisse verilir. Bir hisse kendisi için, iki hisse de atı içindir.

Bu hususta İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَعَلَ لِلْفَرَسِ سَهْمَيْنِ وَلِصَاحِبِهِ سَهْمًا (خ م عن ابن عمر)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ata iki pay ve atın sahibine de bir pay vermiştir.″[10]

Ga­nîmetin tümü beş’e taksim edilir. Bunun dördü, yukarıda açıklandığı üzere savaşan mücahidlere verilir. Kalan beşte biri ise şöyle taksim edilir:

Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’ın ismi, hürmeten başta zikredilmiştir. Zîrâ Allah’u Teaâla, Resûlünü kendisinden ayırmadığı için kendisiyle beraber zikretmiştir. Bu sebeple Allah’u Teâlâ için özel bir pay ayrılması söz konusu değildir. Böylece ganîmetten kalan beşte bir olan hisse, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış gariplere dağıtılır.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in akrabalarından kasıt, Haşimoğulları ile Muttaliboğullarıdır. Zîrâ Cübeyr b. Mut’im Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

فَقَالَ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّهُمْ لَمْ يُفَارِقُونِي فِي جَاهِلِيَّةٍ وَلَا إِسْلَامٍ إِنَّمَا بَنُو هَاشِمٍ وَبَنُو الْمُطَّلِبِ شَيْءٌ وَاحِدٌ وَشَبَّكَ بَيْنَ أَصَابِعِهِ (ن عن جبير بن مطعم)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şüphesiz bunlar, ne câhiliye döneminde ne de İslâm döneminde benden ayrılmadılar. Haşimoğulları ile Muttaliboğulları ay­nıdır″ buyurdu ve parmaklarını birbirine geçirdi.[11]

Savaş yoluyla elde edilen mallardan menkul olanlar da gayrimenkul olanlar da ganîmettir. Ancak gayrimenkuller, devlet başkanının tasarrufun-dadır. Dilerse dağıtır. Zîrâ Rasulullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hayber’i fethettiğinde, ganîmeti Müslümanlar arasında taksim etmiştir. Dilerse de eski sahiplerinde bırakarak, kendilerinden cizye, arazilerinden de haraç alır. Nitekim Hz. Ömer, Irak’ı fethettiğinde oranın halkına, evlerine ve arâzileri üzerine haraç koymuştur. Menkul olan ganîmetler ise, âyette geçtiği üzere taksim edilir.

﴿ اِذْ اَنْتُمْ بِالْعُدْوَةِ الدُّنْيَا وَهُمْ بِالْعُدْوَةِ الْقُصْوٰى وَالرَّكْبُ اَسْفَلَ مِنْكُمْۜ وَلَوْ تَوَاعَدْتُمْ لَاخْتَلَفْتُمْ فِي الْم۪يعَادِۙ وَلٰكِنْ لِيَقْضِيَ اللّٰهُ اَمْرًا كَانَ مَفْعُولًاۙ لِيَهْلِكَ مَنْ هَلَكَ عَنْ بَيِّنَةٍ وَيَحْيٰى مَنْ حَيَّ عَنْ بَيِّنَةٍۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَسَم۪يعٌ عَل۪يمٌۙ ﴿٤٢﴾

42. Ey Mü’minler! O vakit ki siz, (Bedir’de) vâdinin (Medîne’ye) yakın tarafında, düşmanlarınız da vâdinin uzağında, Kureyş kervanı ise sizden aşağıda idi (deniz tarafındaydı). Eğer siz, o kâfirler ile savaşmak için sözleşmiş olsaydınız, elbette (düşmanın çokluğu ve kuvveti sebebiyle) sözleşmenizde ihtilaf eder ve tayin olunan vakitte harbe gitmezdiniz. Lâkin Allah’u Teâlâ, bir mukadder emri (Mü’minlerin zaferini) yerine getirmek için böyle yaptı ki, helâk olan kâfirler, açık mûcizeyi gördükten sonra helâk olsun! Hayatta kalan Müslümanlar da açık mûcizeyi gördükten sonra hayatta kalsın! Şüphesiz Allah’u Teâlâ, her şeyi işiten ve bilendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, ″Açık mûcize″ diye geçen ifadeden maksat şudur:

Kâfirlerin sayısı çoktu ve savaş techizatı bakımından kuvvetliydiler. Bulundukları yer harbe müsâit olup, suyun bulunduğu yeri de zaptetmişlerdi. Mü’minler ise, sayıları az ve imkanları kısıtlıydı. Yerleri harbe müsâit olmayıp kumsaldı ve suları da yoktu. Durum böyleyken Allah’u Teâlâ, yağmur yağdırıp dereyi akıtmış ve yağmurdan sonra, yumuşak olan kumlu zemini sertleştirerek harbe müsâit kılmıştır. Ayrıca binlerce meleği de yardıma göndermiştir.[12] Bu sûretle Allah’u Teâlâ Mü’minleri kafirlere karşı üstün bir duruma getirmiş ve nihâyetinde kafirler mağlup olmuştur. İşte bu olayları gören kâfirler, mânevi çöküntüye girerek hüsrâna uğramışlardır. Mü’minlerin ise, Allah’u Teâlâ’nın bu açık mûcizeleri karşısında îmanları ve cesaretleri artmış ve zafere nâil olmuşlardır. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Enfâl, Âyet 11’in izahına bakınız.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ: ″Helâk olan kâfirler açık mûcizeyi gördükten sonra helâk olsun! Hayatta kalan Müslümanlar da açık mûcizeyi gördükten sonra hayatta kalsın!″ diye buyurarak, onlara yardımını göstermek için durumu böyle takdir etmiş­tir. Allah’u Teâlâ istiyordu ki, mağlup olan, açıkça mağlup olduğunu ve her türlü tedbire rağmen yenildiğini; gâlip gelen de az bir kuvvetle ve kendisinin yardımıyla büyük bir kuvveti yenmiş oldu­ğunu açıkça görsün.

Rivâyet edildiğine göre; Bedir‘de kaçan Kureyşliler, Mekke‘ye yetişmişlerdi. Mekkeliler ve Ebû Leheb, savaştan kaçıp gelenlere Bedir’de ne olduğunu sordular. Gelen atlı: ″Harp başlayınca, Muhammed‘in askerinin içinde hiç görmediğimiz ve dünyâ yüzünde görülmemiş pehlivanlar çıktı. Onların karşısında insanoğlunun dayanması imkansız″ dedi. Bunları dinleyen ve gizli Müslüman olan bir köle yüksek sesle bağırarak, ″Vallâhi! O görünenler meleklerden başkası değildir″ dedi. Ebû Leheb çok sinirlenmişti. Vurup kölenin başını yardı. Kölenin sahibi bir beydi. Kölesinin başını kanlar içinde görünce, ″Bunu kim yaptı?″ diye sordu. Köle: ″Ebû Leheb; Muhammed‘in amcası″ dedi. Bey, çadır kazığını çekip Ebû Leheb‘in kafasına vurdu. Ebû Leheb, perişan bir halde sürünerek çadırına girdi ve öldü.[13]

Bedir Savaşı’nda, meleklerin yardımıyla ilgili olarak Mâlik b. Rebîa Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

لَوْ كُنْت مَعَكُمْ الْآن بِبَدْرٍ وَمَعِي بَصَرِي لَأَخْبَرْتُكُمْ بِالشِّعْبِ الَّذِي خَرَجَتْ مِنْهُ الْمَلَائِكَة لَا أَشُكُّ وَلَا أَتَمَارَى (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن مالك بن ربيعة)

″Şâyet ben, bu anda sizinle Bedir’e gitseydim ve gözlerim de görüyor olsaydı, meleklerin hangi vâdiden çıkıp geldiklerini, hiç şüphe ve endişe etmeksizin size gösterirdim.″[14]

﴿ اِذْ يُر۪يكَهُمُ اللّٰهُ ف۪ي مَنَامِكَ قَل۪يلًاۜ وَلَوْ اَرٰيكَهُمْ كَث۪يرًا لَفَشِلْتُمْ وَلَتَنَازَعْتُمْ فِي الْاَمْرِ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ سَلَّمَۜ اِنَّهُ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ ﴿٤٣﴾

43. Ey Resûlüm! O vakti zikret ki, Allah’u Teâlâ uykunda sana düşmanları az gösterdi. Eğer sana onları çok gösterseydi, korkup savaş emrinde ihtilaf ederdiniz. Lâkin Allah’u Teâlâ, sizi korku ve ihtilaftan kurtardı. Şüphesiz ki O, kalplerde olanı hakkıyla bilendir.

﴿ وَاِذْ يُر۪يكُمُوهُمْ اِذِ الْتَقَيْتُمْ ف۪ٓي اَعْيُنِكُمْ قَل۪يلًا وَيُقَلِّلُكُمْ ف۪ٓي اَعْيُنِهِمْ لِيَقْضِيَ اللّٰهُ اَمْرًا كَانَ مَفْعُولًاۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟ ﴿٤٤﴾

44. Ey Mü’minler! O vakti zikredin ki, siz düşmanla karşılaştığınız sırada, Allah’u Teâlâ onları size az gösterdi ve bu harbe katılmaları için de onlara sizi az gösterdi. Çünkü Allah’u Teâlâ, mukadder emrini yerine getirecekti. İşlerin hepsi Allah’a döndürülür.

İzah: Bu âyet hakkında Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

لَقَدْ قُلِّلُوا فِي أَعْيُنِنَا يَوْمَ بَدْرٍ حَتَّى قُلْتُ لِرَجُلٍ إِلَى جَنْبِي تَرَاهُمْ سَبْعِينَ؟ قَالَ أَرَاهُمْ مِائَةً قَالَ فَأَسَرْنَا رَجُلا مِنْهُمْ فَقُلْنَا كَمْ كُنْتُمْ؟ قَالَ أَلْفًا (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن عبد اللّٰه بن مسعود)

Bedir Savaşı’nın yapıldığı günde düşman­lar bizim gözümüze o kadar az gösterilmiştir ki, yanımızdaki arkadaşıma: ″Ne dersin bunlar yetmiş kişi var mı?″ diye sordum. O da: ″Kanaatimce bunlar yüz kişidir″ demişti. Nihâyet onlardan bir kişiyi esir ettik ve ona kaç kişi oldukları­nı sorduk. O da: ″Biz, bin kişi idik″ dedi.[15]

Yine bu konuda Süddî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

قَالَ نَاسٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ إِنِ الْعِيرَ قَدِ انْصَرَفَتْ فَارْجِعُوا فَقَالَ أَبُو جَهْلٍ الْآنَ إِذْ بَرَزَ لَكُمْ مُحَمَّدٌ وَأَصْحَابُهُ فَلَا تَرْجِعُوا حَتَّى تَسْتَأْصِلُوهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمُ لَا تَقْتُلُوهُمْ بِالسِّلَاحِ وَلَكِنْ خُذُوهُمْ أَخْذًا فَارْبُطُوهُمْ بِالْحِبَالِ! (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن السدي)

Müşriklerden bir kısım insanlar dediler ki: ″Ticaret ker­vanı kurtulmuş, biz de dönüp gidelim.″ Ebû Cehil ise demiştir ki: ″Şimdi mi? Muhammed ve arkadaşları size göründükten sonra mı? Onların kökünü kazıma­dan geri dönmeyin. Ey kavim! Siz onları silahlarla öldürmeyin. Onları yakalayın ve iplerle bağlayın.″ Evet, Ebû Cehil kendisine çok güvenmiş, fakat neticede Be­dir’deki kuyuya atılmıştır.[16]

Ebû Cehil’in Bedir’de öldürülmesi şöyle nakledilmiştir:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Mekke‘de iken, Sûre-i Rahmân nâzil olduğunda, ″Bu sûreyi, Ebû Cehil‘in karşısında kim okuyabilir?″ deyince, Ashâbın içerisinde en kısa boylu olan Abdullah İbn-i Mes‘ud Radiyallâhu anhu: ″Ben okurum Yâ Resûlallah!″ demişti. Ebû Cehil‘in yanına gelip okumuş. Ebû Cehil: ″Okuyacağın bitti mi?″ diye sormuş, İbn-i Mes‘ud: ″Bitti″ deyince, Ebû Cehil, İbn-i Mes’ud‘a bir tokat vurmuş. İbn-i Mes‘ud Radiyallâhu anhu yuvarlanmıştı. Hem de kulağının zarı patlamıştı. Peygamberimizin yanına ağlayarak geldi. Ashâb da ağlıyordu. Peygamberimiz ona hem bakıyor, hem de gülüyordu. ″Yâ Resûlallah! Niçin gülüyorsunuz?″ dediler. Peygamberimiz: ″Ebû Cehil‘in başını İbn-i Mes’ud‘un işkence ile kestiğini Allah’u Teâlâ bana gösterdi. Ona gülüyorum″ demişti.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, boyu çok kısa olduğu için Bedir Savaşı‘ndaİbn-i Mes’ud’u harbe girdirmedi ve sen, Müslümanların yaralılarına yardım et. Yaralı kâfirleri de kaçırma, demişti. İbn-i Mes’ud, gezerken Ebû Cehil’e rast geldi.[17] ″Şehâdet getir, Müslüman ol!″ çağrısına karşılık, Ebû Cehil: ″Muhammed’e söyle; ben ölünceye kadar ona düşmandım. Öldükten sonra da ona düşman olacağım″ dedi. İbn-i Mes‘ud, Ebû Cehil‘in göğsü üzerine çıkıp ezân okudu. Hançerini çıkarıp ağzını taşa vurup köreltmeye başladı. Ebû Cehil: ″Onu niçin taşa vuruyorsun?″ deyince İbn-i Mes‘ud: ″Keskin olursa çabuk keser, canını az acıtır, kör olursa zor keser, canın çok acır. Onun için köreltiyorum″ dedi. Ebû Cehil de: ″Başımı boğazımın dibinden değil, göğsüme yakın yerden kes″ dedi. Bunun üzerine İbn-i Mes‘ud: ″Neden?″ diye sordu. Ebû Cehil: ″Göğsüme yakın yerden kesilmezse, heybetli görünmez. Herkes Ebû Cehil‘in başı diyecek. Gören başımı heybetli görsün″ dedi.

İbn-i Mes’du, bunu çok beğendi, dediği gibi yaptı. İp takıp sürüyerek Peygamberimizin huzuruna getirdi. Hiç kimse Ebû Cehil‘in başını, İbn-i Mes‘ud‘un kesebileceğine inanamıyordu. Çünkü Ebû Cehil, çok iriyarı birisiydi. İbn-i Mes’ud ise, Ashâbın içerisinde en kısa boylu olanı idi. O, Ebû Cehil‘in başını yerde sürüyerek getirdiği için, yüzü tanınmaz bir haldeydi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Gençliğimde Ebû Cehil ile güreşmiştim. Onu kaldırıp yere vurunca, sırtı bir taşa gelmişti ve bu sebeple iki eğesi kırılmıştı. O yara izi onda hâlâ mevcuttur. Onun sırtını çevirip bakın″ dedi. İbn-i Mes’ud’un gösterdiği cesedin başına giderek, çevirip sırtına baktılar ki, aynı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in söylediği gibi olduğunu gördüler. Böylece o olduğuna herkes kanâat getirdi.

﴿ وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بَطَرًا وَرِئَٓاءَ النَّاسِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُح۪يطٌ ﴿٤٧﴾

47. (Şam’dan gelen Kureyş kervanını himâye için) kibir, riyâ ve insanları Allah yolundan menetmek maksadıyla Mekke’den çıkan kâfirler gibi olmayın. Allah’u Teâlâ, onların bütün yaptıklarını (ilmi ve kudreti ile) kuşatmıştır.

İzah: İmam Taberî’nin beyanına göre bu Âyet-i Kerîme, Bedir Savaşı’nda Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ve Mü’minlerle savaşmak için şımarık bir şekilde yola çıkan Kureyş kâfirlerine ve Ebû Cehil’in şu sözlerine işâret etmektedir:

- Müşriklerden bâzıları: ″Şam’dan gelen kervan, Müslümanların saldırısına uğramadan sağ sâlim Mekke’ye ulaştı, artık geri dönelim″ demişler. Ebû Cehil ise, bu teklife: ″Yemin olsun ki Bedir’e gidip orada içki içip, develeri keserek yemedikçe, câriyeleri oynatıp eğlenmedikçe, Arapların bizim bu hâlimizi duyarak bizden çekinmeye devam etmelerini sağlamadıkça, geri dönmeyeceğiz″ diye karşılık vermiştir.

﴿ وَاِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ وَقَالَ لَا غَالِبَ لَكُمُ الْيَوْمَ مِنَ النَّاسِ وَاِنّ۪ي جَارٌ لَكُمْۚ فَلَمَّا تَرَٓاءَتِ الْفِئَتَانِ نَكَصَ عَلٰى عَقِبَيْهِ وَقَالَ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِنْكُمْ اِنّ۪ٓي اَرٰى مَا لَا تَرَوْنَ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اللّٰهَۜ وَاللّٰهُ شَد۪يدُ الْعِقَابِ۟ ﴿٤٨﴾

48. Ey Resûlüm! Hatırlat o vakti ki şeytan, o kâfirlere amellerini güzel gösterdi ve ″Bugün size gâlip gelecek kimse yoktur. Ben de şüphesiz sizi himâye ederim″ dedi. İki fırka (Müslümanlarla kâfirler), harp için karşılaştıkları zaman, şeytan birden bire geri döndü ve ″Şüphesiz ben, sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Şüphesiz ben, Allah’tan korkarım. Allah’ın azâbı çok şiddetlidir″ dedi.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, Bedir Savaşı’nın yapıldığı gün İblis, şeytanlardan oluşan bir ordunun içinde, elinde sancak bulunduğu halde Müdlicoğulla­rından şair, Süraka b. Mâlik’in sûretinde çıkıp geldi ve müşriklere: ″Bugün size gâlip gelecek kimse yoktur. Ben sizi himâye ederim″ dedi.

İnsanlar savaş için karşılaştıklarında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir avuç toprak alıp onu müşriklerin yüzüne serpti. Onlar da dönüp kaçmaya başladılar. Bu sırada Cebrâil Aleyhisselâm İblis’e geldi. İblis, onu görünce elini, müşriklerden birinin eli­ne vermiş durmaktayken elini çekip aldı. Kendisi ve taraftarları gerisin geri kaç­maya başladılar. Elini tutan adam ona: ″Ey Süraka! Sen bizi himâye edeceğini söylüyordun″ dedi. Bunun üzerine İblis: ″Şüphesiz ben, sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Şüphesiz ben, Allah’tan korkarım. Allah’ın azâbı çok şiddetlidir″ dedi.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu âyet ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

مَا رُئِيَ الشَّيْطَانُ يَوْمًا هُوَ فِيهِ أَصْغَرُ وَلَا أَدْحَرُ وَلَا أَحْقَرُ وَلَا أَغْيَظُ مِنْهُ فِي يَوْمِ عَرَفَةَ وَمَا ذَاكَ إِلَّا لِمَا رَأَى مِنْ تَنَزُّلِ الرَّحْمَةِ وَتَجَاوُزِ اللّٰهِ عَنْ الذُّنُوبِ الْعِظَامِ إِلَّا مَا أُرِيَ يَوْمَ بَدْرٍ قِيلَ وَمَا رَأَى يَوْمَ بَدْرٍ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ أَمَا إِنَّهُ قَدْ رَأَى جِبْرِيلَ يَزَعُ الْمَلَائِكَةَ (موطأ عن طلحة بن عبيد اللّٰه)

″Şey­tan, Arefe Günü kendisini küçük, hakir, kovulmuş ve öfkeli gördüğü kadar hiçbir gün görmüş değildir. Bunun sebebi ise, ilâhi rahmetin sağnak sağnak inişini, Allah’u Teâlâ’nın da büyük günahları bağışlamasını görmesinden başka­sı değildir. Bundan tek istisnâ, Bedir Günü gördükleridir.″ ″Yâ Resûlallah! Bedir Günü ne gördü ki?″ diye sordular da, şöyle buyurdu: ″O, Cebrâil’i, melek­leri savaş için düzene koyarken gördü.″[18]

﴿ اِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ غَرَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ د۪ينُهُمْۜ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ ﴿٤٩﴾

49. Ey Resûlüm! O vakti hatırlat ki, münâfıklar ile kalplerinde maraz olanlar (savaşa katılan Mü’minlere işâretle), ″Dinleri bunları aldattı″ dediler. Halbuki her kim Allah’a tevekkül ederse, şüphesiz ki Allah’u Teâlâ her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

İzah: O zaman münâfıklar ve kalplerinde hastalık olanlar, Müslümanlar aleyhine: ″Bunları dinleri aldattı da, kendi sayılarının az, düşmanlarının ise çok olmasına rağmen savaşa giriştiler″ demiş­lerdi. Halbuki önemli olan sayı değildir, îman gücüdür. Zîrâ kim Allah’a tevekkül eder ve O’na güvenirse, şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, onu muhafaza eder ve ona yardım eder. Allah’u Teâlâ, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir, demektir.

﴿ وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ يَتَوَفَّى الَّذ۪ينَ كَفَرُواۙ الْمَلٰٓئِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَاَدْبَارَهُمْۚ وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ ﴿٥٠﴾ ذٰلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يكُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۙ ﴿٥١﴾

50-51. Ey Habîbim! (Yardım için gönderilen) melekler, kâfirlerin önlerinden ve arkalarından vurarak ve ″Tadın Cehennem azâbını″ diyerek canlarını alırken bir görseydin.* İşte bu, sizin kendi ellerinizle önceden yaptıklarınızın karşılığıdır. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz.

İzah: Bedir’de meleklerin yardımına dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur: ″Bedir Savaşı’nda müşrikler Müslümanlara hücum ettiklerinde, Melekler onların yüzlerine vuruyorlardı, geri dönüp kaçtıklarında ise kalçalarına vuruyorlardı.″

Âyet-i Kerîme’de: İşte bu, sizin kendi ellerinizle önceden yaptıklarınızın karşılığıdır. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat da, Ey kâfirler! Bu darp ve azap, sizin önceden yaptığınız küfür ve isyânınızın cezâsıdır. Yoksa Allah’u Teâlâ, sebepsiz yere hiçbir kuluna cezâ vermez, siz kendi nefsinize zulmettiniz, demektir. Bu anlamda çok sayıda Âyet-i Kerîme vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir.

Sûre-i Hacc, Âyet 10:

Onlara: ″Bu zillet ve azap, senin kendi ellerinle önceden yaptığından dolayıdır″ denilir. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz.

Sûre-i Necm, Âyet 39:

″Şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.″

Bir kimse kendi kazandığının karşılığını yarın mahşerde görecektir. Allah’u Teâlâ irâde-i cüz’iyye’yi kulun kendi eline vermiştir. Kul, îmanı seçip amel-i sâlihte bulunursa Cennete; şeytana ve nefsin hevâsına uyup küfrü seçer ve kötü amellerde bulunursa da Cehenneme girer.

Sûre-i Secde, Âyet 14’te de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Onlara şöyle denir: ″Bugüne kavuşmayı unutmanız sebebiyle tadın azâbı. Biz de bugün sizi unuttuk (Cehennemde bıraktık). Amellerinizin gereği olan dâimî azâbı tadın.″

Cenâb-ı Hakk‘ın bildiğini Hakka bırakıp Kur’ân-ı Kerîm’de Hakk‘ın bize olan vaadlerine bakmalıyız. Kur’ân bize diyor ki; gece ve gündüz Hakk‘ı zikir, tesbih, tehlil, secde ile vs. ibâdet ederseniz, felah bulursunuz. Zerre kadar ameliniz zâyi olmaz. Hayır ve şer ne işlediyseniz, onu bulursunuz. Cennete, îman ve sâlih amelle girilir. Cehenneme girmek ise, küfür ve âsilikledir.

Şu halde anlaşıldı ki, Cenâb-ı Hak Teâlâ kulun isteğine göre yaratır. Ancak kader ikidir:

Birincisi İlm-i Ezelî’dir (Kader-i Mutlak‘tır). Bu ilimden konuşulmaz. Bu ilim, Hakkın bildiğidir. Bundan bahsetmek insanın hem dînine, hem aklına, hem dünyâsına, hem de âhiretine büyük zarar verir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunun bahsinden bizi men eylemiştir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا ذُكِرَ أَصْحَابِي فَأَمْسِكُوا وَإِذَا ذُكِرَتِ النُّجُومُ فَأَمْسِكُوا وَإِذَا ذُكِرَ الْقَدَرُ فَأَمْسِكُوا. (طب حل عم ثوبان عد عن عمر)

″Üç şeyden bahsetmeyin: Yıldızların ilminden, kaderden ve Ashâbım hakkında aralarında olan ihtilafları kötü görerek onların aleyhlerinde söz söylemekten.″[19] Yani bunlara aklınız yetmez, demektir.

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu‘dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

Kader hususunda birbirimizle çekişmekte iken Resulullah Sallallâhu aleyhi ve sellem üzerimize çıka geldi. O kadar kızdı ki, yüzü kızarmıştı; hattâ yanaklarına sanki nar sıkılmıştı. Sonra şöyle buyurdu:

أَبِهَذَا أُمِرْتُمْ أَمْ بِهَذَا أُرْسِلْتُ إِلَيْكُمْ إِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ حِينَ تَنَازَعُوا فِي هَذَا الْأَمْرِ عَزَمْتُ عَلَيْكُمْ أَلَّا تَتَنَازَعُوا فِيهِ (ت عن ابى هريرة)

″Size bu kader mevzuunda tartışmak mı emredildi? Yoksa ben size bununla mı gönderildim. Sizden öncekiler bu meselede çekiştikleri için helâk oldular. Artık bu hususta tartışmamanızı sizden ciddi olarak istiyorum.″[20]

İkincisi Levh-i Mahfuz’dur (Kader-i Muallak‘tır). Bu, Allah katında olan bir kitaptır. Bu kitapta, olacak her hâdise yazılmıştır. Bir kişi her ne amelde bulunacak ise, ana rahminde iken kayıt olunmuştur. Fakat Allah’u Teâlâ kulun yönelmesine göre, bu Levh-i Mahfuz’da olan kaderi dilerse değiştirir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Ra‘d, Âyet 39’da şöyle buyurmaktadır:

Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.

Bu bahiste Kur’ân-ı Kerîm‘de çok sıkı sıkı tembih vardır ki, siz isteyin vereceğim, denmiştir. Biz her ne istersek Hakk‘ın rızâsına (şeriata) uygun olan isteklerimizin hepsini Allah’ın vereceğine inanmalıyız. Kaderimde var ise zâten istesem de istemesem de olur demek, büyük günahtır; hattâ belki de küfürdür. Çünkü Cenâb-ı Hakk bu kadar vaadler ediyor ki, siz çalışırsanız, isterseniz; Cenneti, Cemâli, rızâyı vereceğini söylüyor.

Bu hususta Cenâb-ı Hakk Teâlâ Sûre-i Yûnus, Âyet 4’te şöyle buyrmaktadır:

″Hepiniz O‘na dönersiniz. Bu, Allah’u Teâlâ’nın hak olan vaadidir. Şüphesiz O, mahlûkları yoktan var etmiştir. Sonra îman edip sâlih amellerde bulunanların mükâfatını adâletle vermek için, onları geri iâde eder. Kâfir olanlar için de küfürleri sebebiyle kaynar sudan bir içecek ve elim bir azap vardır.″

Cebriyye, Mürcie ve Kaderiyye gibi bâtıl mezhepler, İlm-i Ezeliyye‘ye karıştıkları için dalâlete düşüp kâfir olmuşlardır.

Mürcie ve Cebriyye Mezhebi: Ezelde ne var, ne yok hepsi tayin edilmiş, iyi ve kötü ne ise olacak olmuş, bu değişmez. Hem de kulun elinde bir şey yoktur. Hepsini yapan Allah‘tır. O takdir etmese kim yapabilir, derler. Ve Cennetlik, Cehennemlik ezelde olmuştur. Kulun çalışması fayda vermez, derler. Kur’ân-ı Kerîm’e ve Hadis-i Şerif’lere muhâlif sözler ile kâfir, zındık olurlar. Bunlar, bu sözleri ile Allah’a iftira etmektedirler.

Kaderiyye Mezhebi: İnsan ne isterse yapar, Allah ne karışır. Kul fiilinin yaratıcısıdır, derler. Bunlar Allah‘ın yaratmasını yani kula kudret ve kuvvet vermesini inkâr ederler. Kâfir, zındık olurlar. Bunlar da Allah’a iftira etmektedirler.

Bunlar hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

صِنْفَانِ مِنْ اُمَّتِى لَعَنَهُمُ اللّٰهُ الْقَدَرِيَّةُ وَالْمُرْجِئَةُ الَّذِينَ يَقُولُونَ الْاِيمَانُ اِقْرَارٌ لَيْسَ فِيهِ عَمَلٌ (الديلمى عن حذيفة(

Ümmetimden iki sınıf var ki, Allah’ın lâneti onlara olsun. Biri kaderiyye, biri mürciyedir. Bunlar ″Îman yalnız dil ile tasdikten ibârettir, onda amel yoktur″ derler.[21]

Hak olan Ehl-i Sünnet Mezhebi ise: Allah‘u Teâlâ yaratıcıdır. Kul fâili muhtardır. Yani kul, hayır veya şer kendi fiilini seçmekte serbesttir. Kul evvelâ işe niyetle teşebbüs eder, o işe karar verir. Allah’u Teâlâ da ondan sonra o işi yaratır; kula kuvvet, kudret verir. Kul bir şeye yönelip istemeden Allah‘u Teâlâ onu yaratmaz; kuvvet, kudret vermez. Hayrı rızâsı olarak verir. Şerri ise rızâsı olmayarak verir, der. İşte bu görüşten başkası reddedilmiştir.

Yukarıda zikredilen Mürcie ve Cebriyye gibi bâtıl mezhepler ise, ezelde bizim başımıza her ne gelecekse, Allah yazmıştır. Şimdi biz ne yapsak faydasızdır; öyle dilemiş, derler. İşte bu söz Allah’a karşı büyük iftirâdır, şeytan mezhebidir. Bu fâsıklar: ″Allah‘ın kazasından, kaderinden kurtulamazsın″ derler de böylece kaygısız olurlar, def‘i için Allah‘a yalvarıp çâresine bakmazlar.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَنْ يَنْفَعَ حَذَرٌ مِنْ قَدَرٍ وَلَكِنَّ الدُّعَاءَ يَنْفَعُ مِمَّا نَزَلَ وَمِمَّا لَمْ يَنْزِلْ فَعَلَيْكُمْ بِالدُّعَاءِ عِبَادَ اللّٰهِ. (حم طب ع والحكيم عن معاذ بن جبل)

″Kaderden sakınmak fayda vermez. Velâkin duâ etmek fayda verir; ister inmiş olsun, isterse inmemiş olsun. Ey Allah’ın kulları! Size (kader meselesinde def’ine çalışmanız için) Allah’a duâ edip yalvarmanızı tavsiye ederim.″[22]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

فَإِذَا وَقَعَ بِأَرْضٍ وَأَنْتُمْ بِهَا فَلَا تَخْرُجُوا مِنْهَا وَإِذَا وَقَعَ بِأَرْضٍ وَلَسْتُمْ بِهَا فَلَا تَهْبِطُوا عَلَيْهَا (خ ت عن اسامة بن زيد)

″Tâun bir yerde baş gösterir ve siz de orada bulunursanız, oradan çıkmayın! Şâyet bir yerde baş gösterir ve siz de orada olmazsanız, o yere girmeyin!″[23]

Yine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الرَّجُلَ لَيُحْرَمُ الرِّزْقَ بِالذَّنْبِ يُصِيبُهُ وَلَا يَرُدُّ الْقَدَرَ إِلَّا الدُّعَاءُ وَلَا يَزِيدُ فِي الْعُمُرِ إِلَّا الْبِرُّ (حم عن ثوبان(

″Muhakkak kişi işlediği günahla rızıktan mahrum kalır. Kaderi ancak duâ geri çevirir. Ömür de ancak iyilikle artar.″[24]

Nitekim Yunus Aleyhisselâm’ın kavmine belâ geldiği halde yaptıkları duâ ile o belâ üzerlerinden kalktı ve ömürleri de uzadı. Bu husus Sure-i Yûnus, Âyet 96-98’de açık bir şekilde geçmektedir.

Bu konu hakkında daha nice Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif vardır. Allah’u Teâlâ kimseyi kâfir, Cehennemlik ve azap vermek için yaratmamıştır. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Kehf, Âyet 55’te:

″Kendilerine hidâyet (Kur’ân ve Peygamber) geldiği zaman, insanları îman etmekten ve Rablerinden bağışlanma dilemekten meneden olmadı, ancak geçmiş ümmetlerin başlarına gelen felâketlerin gelmesini veya kendilerine azâbın ayânen gelmesini istemeleri oldudiye buyurmuştur. Allah’a ve âhirete îman etmekten meneden ne vardır? Bakınız, eğer Allah’u Teâlâ Cehennemlik yaratmış olsaydı, size îmandan meneden şey nedir? diye sormazdı.

Nitekim Sûre-i Nisâ, Âyet 147’de: Siz şükreder ve îman ederseniz, Allah’u Teâlâ size ne diye azap etsin? Allah’u Teâlâ Şâkir’dir (az ibâdete çok mükâfat verendir), her şeyi bilendirdiye buyrulmuştur. Yani, siz îman edip amel-i sâlih işlerseniz, size azap da yoktur, diye buyurmuşken, bâzıları bu delilleri yok sayıp Allah’a iftirâ ederler.

Eğer Allah‘u Teâlâ, kulun dilediğini vermeyip, zâten mukadder ne ise olur, dedikleri doğru olsa idi, namazın her rek‘atında okuduğumuz Sûre-i Fâtiha, Âyet 5-7’de: ″Allah’ım! Yalnız Sana ibâdet ederiz ve yalnız Sana sığınırız.* Bizi doğru yola hidâyet et,* o doğru yol ki, kendilerine in’am (ihsan) ettiklerinin, gazaba uğramayanların ve dalâlete düşmeyenlerin yoludur″ diye bu kadar duâ etmek, ne lâzım idi.

Bir kişi, zâten İlm-i Ezelî‘de her ne olacaksa olmuş; Cennetlik, Cehennemlik her ne ise zâten olacak olmuş der de kaygısız olursa, yukarıda Kur’ân’da geçen Allah’ın bütün vaadlerini ve bu delilleri hiçe saymış olur. Eğer ne olacak, ne bitecek onu Allah‘u Teâlâ bilmez dese, o da İlm-i Ezeliyye‘yi inkâr olur. Bunun içindir ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yukarıda geçen Hadis-i Şerif‘lerinde İlm-i Ezelî hakkında konuşmaktan menetmiştir.


[1] Sünen-i Tirmizî, Siyer 37’de açıkça üç yüz on üç kişi diye geçmektedir.

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 9.

[3] Bu hususta bakınız: Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 124-125.

[4] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 20.

[5] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 30.

[6] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 26

[7] Sünen-i Nesâî, Cenâiz 117.

[8] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 31

[9] Sahih-i Buhârî, Rikâk 38; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 330/3.

[10] Sahih-i Buhârî, Cihat 51, Megâzi 38; Sahih-i Müslim, Cihat 17 (57).

[11] Sünen-i Nesâî, Kasm’ul-Fey’ 5, 6.

[12] Bu hususta bakınız: Sure-i Âl-i İmran, Âyet 124-125.

[13] İmam Taberî, tefsirinde bu hususu Ebû Rafi Radiyallâhu anhu’dan benzer şekilde nakletmiştir.

[14] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 7, s. 125.

[15] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 13, s. 572.

[16] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 13, s. 573.

[17] Sahîhi Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1566.

[18] İmam Mâlik Muvatta, Hac 81.

[19] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1411, 10296; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 45/18.

[20] Sünen-i Tirmizî, Kader 2; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 6003.

[21] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 636.

[22] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21033; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 16627; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 3123; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 354/3.

[23] Sahih-i Buhârî, Enbiya 54; Sünen-i Tirmizî, Cenâiz 65.

[24] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21352.