KEFİLLİK (KEFÂLET)

″Kefâlet″ lügatta; bir şeyi bir şeye katmak anlamına gelir. Fıkhî bir terim olarak ise; dâvada birinin sorumluluğunu ötekinin sorumluluğuna eklemektir. Bu takdirde başkası hakında borç olan şey, kefilin üzerine vâcip olur ve kefilden talep edilir. Asıl borçlu da, bu borçtan kurtulmuş olmaz.

Kefâletin güzelliği; aklen ve naklen sâbittir. Aklen sâbit olması; Mü’minin, kardeşine yardım etmesidir. Bu yardım iki işi içine alır: Birincisi; kefil olan kimse, Allah’u Teâlâ’nın yardımını üzerine çeker. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ نَفَّسَ عَنْ مُسْلِمٍ كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ الدُّنْيَا نَفَّسَ اللّٰهُ عَنْهُ كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَمَنْ يَسَّرَ عَلَى مُعْسِرٍ فِي الدُّنْيَا يَسَّرَ اللّٰهُ عَلَيْهِ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمَنْ سَتَرَ عَلَى مُسْلِمٍ فِي الدُّنْيَا سَتَرَ اللّٰهُ عَلَيْهِ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَاللّٰهُ فِي عَوْنِ الْعَبْدِ مَا كَانَ الْعَبْدُ فِي عَوْنِ أَخِيهِ (ت عن أبى هريرة)

″Her kim bir Müslümanın dünyâ sıkıntılarından bir sıkıntısını giderirse, Allah’u Teâlâ da onun âhiret sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Her kim darda kalan bir Müslümanın sıkıntısını giderirse Allah’u Teâlâ da o kimsenin dünyâda ve âhirette sıkıntısını giderir ve işlerini kolaylaştırır. Her kim dünyâda bir Müslüman kardeşinin ayıbını örterse Allah’u Teâlâ da o kimsenin dünyâ ve âhirette ayıplarını örter. Kul, kardeşinin yardımında oldukça Allah’u Teâlâ da o kula yardım eder.″[1]

İkincisi; başkasından iyilik istemektir. Zîrâ başkası hakkında yapılan iyilik, iyilik yapanın kendisine geri döner. Çünkü kalpler, kendilerine iyilik yapanları sevmek üzere yaratılmışlardır. Bundan dolayı Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

اَللّٰهُمَّ لَا تَجْعَلْ لِفَاجِرٍ عِنْدِي يَدًا فَيُحِبُّهُ قَلْبِي (أبو منصور الديلمي في مسند الفردوس عن معاذ بن جبل والاحياء)

″Allah’ım! Benim yanımda fâcirin (kötü bir insanın) nimetini kılma, sonra kalbim onu sever″[2] diye buyurmuştur.

Bâzı ârifler; ″Kim iyilik yaparsa, mutlaka beğenilir. Çünkü insanın nefsi, kendisine iyilik yapanı, iyilik etmek için devamlı arar″ demişlerdir. Zîrâ Allah’u Teâlâ Sûre-i Rahman, Âyet 60’ta: ″İyiliğin mükâfatı, iyilikten başka mıdır?″ diye buyurmuştur.

Kefâletin naklen sâbit olmasının delili; Allah’u Teâlâ’nın Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 37’de: ″Bunun üzerine Rabbi, Meryem’in annesinin adağını kabul etti ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi…″ diye geçen buyruğudur. ″Onun bakımıyla görevlendirdi″ diye tercüme edilen kısım, Âyet-i Kerîme’nin Arapça metninde, ″Kefil″ kelimesi ile ifade edilmiş ve ″Rabbi ona Zekeriyya’yı kefil kıldı″ diye buyrulmuştur.

Kefâlet, ancak teberruya mâlik olan (bağış yapabilecek) kimseden sahih olur. Kefâletin yapılabilmesi için de kefilin; akıllı, ergenlik çağında ve hür olması şarttır.

Kefâlet iki kısımdır:

1- Nefse kefâlet: Bir kimsenin şahsını mahkemeye veya belirli diğer bir yere getirmeyi ve teslim etmeyi kabul etmektir.

2- Mala kefâlet: Bir kimsenin üzerinde borç olarak sâbit olan bir malın ödenmesine kefil olmaktır.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

اَلْعَارِيَةُ مُؤَدَّاةٌ وَالْمِنْحَةُ مَرْدُودَةٌ وَالدَّيْنُ مَقْضِيٌّ وَالزَّعِيمُ غَارِمٌ (ت د عن أبى أمامة الباهلى)

Ödünç alınan şey ödenir, minha (gelirini alıp geri iâde etmek üzere alınan tarla, hayvan ve ağaç) geri verilir, borç ödenir, kefil de yükümlülüğünü yerine getirmek zorundadır″[3] buyurmuştur. Bu Hadis-i Şerif, her iki kefâlet çeşidinin de meşrû olduğunu gösterir.

Nefse olan kefâletin hükümleri şöyledir:

- Nefse olan kefâlet, bir kimsenin; ″Falan kimsenin kendisine″ yahut ″Boynuna″ veya tüm bedeninden tâbir edilen ″Canına″, Cesedine″, ″Başına″ gibi lafızlar kullanmasıyla yapılmış olur. Aynı şekilde ″Bedenine veya yüzüne kefil oldum″ demesiyle de kefâlet gerçekleşir. Çünkü talâk bahsinde de geçtiği üzere bu sözcükler, ya hakikaten veya örfen beden anlamında da kullanılmaktadırlar. ″Falancanın yarısına veya üçte birine veya bir parçasına kefil oldum″ demesi hâlinde de durum aynıdır. Çünkü tek bir beden, kefâlet hususunda bölünemediğinden bu organların her biri bedenin tümünü ifâde etmektedir. Ancak ″Falancanın eline veya ayağına kefil oldum″ demesi böyle değildir. Çünkü bunlar, beden anlamında kullanılmazlar. Nitekim talâkı bunlara izafe etmek sahih olmadığı halde yukarıda geçen organlara izafe etmek sahihtir.

Kefâletin gerçekleşebilmesi için bir kimsenin; ″Kendimi yükümlü kıldım″, demesi de aynıdır. Çünkü bu kişi, kefâletin gereğini açıkça belirtmektetir. ″O bana aittir″ demesi hâlinde de durum aynıdır. Nitekim Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

مَنْ تَرَكَ مَالًا فَلِوَرَثَتِهِ وَمَنْ تَرَكَ كَلًّا أَوْ عِيَالًا فَإِلَيَّ (خ م د عن أبى هريرة)

″Her kim ki, ölürken bir mal bırakırsa bu mal, onun vârislerine aittir. Her kim ki, ölürken bir yetim veya muhtaç bir aile bırakırsa bunlar da bana aittir″[4] buyurmuştur. Kefâlet, kefil olan kimsenin; ″Şu şey benim üzerimedir″ veya ″Ben ona kefilim″ yahut ″Ben kefilim″ demesiyle de yapılmış olur.

- Bir kimsenin, bir şahısta olan borcuna iki veya daha ziyâde kefil istemesi sahihtir.

- Alacaklı, kefil olan insandan kefil olduğu şahsı istediği zaman, kefilin onu getirmesi vâciptir. Kefil olan kimse, kefil olduğu şahsı getirmezse, getirmemesinin sebebini hâkime açıklayıncaya kadar hapsolunur.

Kefil olan kimse, kefil olduğu şahsı belirli bir zamanda teslim edeceğini tâyin etmişse, hak sahibi olan kimse onu istediği takdirde, kefilin o şahsı, o belirlenen zamanda teslim etmesi lâzımdır. Çünkü üstlendiğini yerine getirmesi gerekir. Şâyet onu bu zamanda hazırlarsa kendisinden başka bir şey istenemez. Aksi halde yükümlülüğü altında bulunduğu bir hakkı yerine getirmediğinden hâkim kendisini hapseder. Kendisine kefil olunan kimse kaybolsa, kaybolduğu yer bilinirse, hâkim kefil olan kimseye oraya gidip gelecek bir zaman kadar mühlet verir. Eğer o müddet içinde kefil, o şahsı getirmezse, hâkim kefili yine hapseder.

- Kefilin yahut kefil olunan şahsın ölmesiyle kefâlet bozulur. Zîrâ istenileni teslim etmek, bu durumda imkansızdır. Fakat hak sahibinin ölmesiyle, kefâlet bozulmaz. Bilakis vârisleri yahut vasîsi, kefilden; kefil olunanı ister.

- Kefil olan kimse, her ne kadar hak sahibine; ″Kefil olduğum şahsı sana teslim ettiğimde, kefilliğim biter″ demese bile, mahkemelerin bulunduğu bir yerde kefil olduğu şahsı hak sahibine teslim ettiği takdirde kefâletten kurtulmuş olur.

- Kendisine kefil olunanın hâkimin dâvalara baktığı yerde teslim edilmesi şart koşulsa, sonra kefil onu sokakta teslim etse, âlimlere göre; kefil, kefâletten kurtulmuş olur. Zîrâ maksat, kendisine kefil olunanın teslim edilmesidir. Bu da hâsıl olmuştur. Fakat tercih edilen; kefilin kefâletten kurtulmamasıdır.

Kefil olan kimse, kefil olduğu kimseyi başka bir şehirde teslim etse, İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre; kefâletten kurtulmaz. Zîrâ şâhitleri, kefil olduğu kimsenin teslimini tâyin ettiği şehirde bulunabilir. İmam-ı Âzam’a göre ise, kefâletten kurtulur. Zîrâ İmam-ı Âzam’a göre; muteber olan, kendisine kefil olunan şeyin teslim edilmesidir.

Kefil olan kimse, kefil olduğu kimseyi şehir dışında yahut hâkimi bulunmayan köyde teslim etse, hak sahibi dâva edemeyeceği için kefâletten kurtulmaz. Kendisine kefil olduğu kimseyi, hak sahibinden başkası hapsetmiş olup, onu hak sahibine hapishanede teslim etse, kefil olan kimse kefâletten kurtulamaz. Zîrâ onu mahkemeye getiremez.

- Bir kimse, bir şahsın nefsine, o şahıs üzerinde olan borcu yarın vermediği takdirde kendisinin vereceğine dair kefil olsa; ertesi gün o kimse borcunu vermezse, kefil olan kimsenin, o borcu vermesi lâzım gelir. Kefil olduğu şahıs ölürse, onun üzerinde olan borcu kefil olan kimsenin yine de ödemesi lâzımdır.

Bir kimse, başka bir şahıstan yüz dinar (altın para) alacaklı olduğunu dâva etse, gerek o dinarların niteliğini (iyi veya kötü olduğunu) açıklasın, gerek açıklamasın başka bir adam, dâvalının nefsine; ″Eğer o şahıs yarın yüz dinarı vermezse, o yüz dinarı ben ödeyeceğim″ diye kefil olsa, ertesi gün kefil olduğu şahıs yüz dinarı vermezse, İmam-ı Âzam ile İmam Ebû Yusuf’a göre; yüz dinarı kefil olan kimsenin ödemesi gerekir. İmam Muhammed’e göre ise, ödemesi gerekmez.

- İmam-ı Âzam’a göre; had (şer’î cezâ) yahut kısasta nefse kefâlet câiz değildir. Yâni bu durumlarda İmam-ı Âzam’a göre; dâvalı kefil tutmaya zorlanamaz. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise; ″Kazf haddi (zinâ isnadı) ile kısas cezâlarında kefil tutmaya zorlanır. Çünkü birincisinde bir miktar kul hakkı bulunmakta, ikincisi ise tamamen kul hakkıdır. Bu nedenle her iki durumda işi sağlama bağlamak gerekir. Tıpkı idâri cezâlarda olduğu gibi. Tamamen Allah’a âit olan cezâlarda ise, durum böyle değildir″ demişlerdir.

İmam-ı Âzam ise şöyle buyurmuştur: ″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

لَا كَفَالَةَ فِي حَدٍّ مِنْ غَيْرِ فَصْلٍ

″Hiçbir şer’î cezâda kefâlet yoktur″[5] diye buyururken, içinde kul hakkı olan ve olmayan şer’î cezâlar arasında ayrım yapmamıştır. Bir de bütün bu cezâlardan maksat, haksızlığı ortadan kaldırmak olduğundan kefil tutmakla işi sağlama bağlamak vâcip değildir. Cezâsı olmayan haklarda ise, durum böyle değildir. Bu nedenle idâri cezâlarda olduğu gibi bunlarda da işi sağlama bağlamak gerekir.

Dâvalı kendi isteğiyle kefil tutarsa bu, icmâ ile sahihtir. Çünkü bu takdirde cezâların gereğini uygulamak mümkündür. Zîrâ bu durumda kefil olunanın vâcip olan teslimi, kefilden istendiğinden kefâlet gerçekleşmiş olur. İffetli iki şâhit veya hâkimin tanıdığı âdil bir şâhit tanıklık etmedikçe, dâvalı şer’î cezâlar için hapsedilemez. Çünkü buradaki hapis, töhmetten ötürüdür. Töhmet ise, şâhitliğin iki şıkkı olan sayı ve adâletten biriyle de kesinleşebilir. Mallar konusundaki hapis ise böyle değildir. Çünkü bu konuda hapis, en ağır cezâ olduğundan, ancak eksiksiz bir delil ile kesinleşebilir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre; dâvalı, şer’î cezâlar ve kısas konusunda tek şâhidin şâhitliğiyle hapsedilemez. Çünkü kefâletle iş sağlama bağlanmıştır.

- Haraç (vergi) konusunda rehin ve kefâlet câizdir. Çünkü haraç, yükümlüden istenen ve tahsili mümkün olan bir borçtur. Bu nedenle de onda rehin ve kefâlet akitlerinin gereğini uygulamak mümkündür. Meselâ; bir kimse üzerinde olan haraca kefil verse veya rehin koysa câiz olur. Zîrâ haraç istenmesi ve alınması mümkün olan borçlardandır.

Mal ile olan kefâletin hükümleri de şöyledir:

- Mala kefâlet, kefil olunan şeyin sahih borç olması şartıyla miktarı bilinsin veya bilinmesin câizdir. Sahih borç; borçlu borcunu ödemedikçe yahut alacaklı alacağından vazgeçmedikçe düşmeyen borç demektir. Meselâ; ″Falan üzerinde olan bin dirheme″ yahut ″Ondan olan şeye″ yahut ″Bu alışverişten senin hissene düşecek şeye kefil oldum″ denilmesiyle kefâlet yapılmış olur.

- Kefilliği şartlara bağlamak câizdir. Meselâ; kefilin, ″Falancayla alışveriş yaparsan bana aittir veya ona bir hakkın geçerse bana aittir veya senden bir şey gasbederse bana aittir″ demesi gibi. Bunun fıkhî delili Allah’u Teâlâ’nın Sûre-i Yusuf, Âyet 71-73’te geçen şu buyruğudur:

Yusuf’un kardeşleri onlara dönerek, ″Ne kaybettiniz?″ dediler.* Onlar da, ″Melikin ölçeğini kaybettik. Her kim getirirse, ona bir deve yükü bahşiş var. (Onlara seslenen münâdi de) ben buna kefilim″ dediler.* Onlar da: ″Tallâhi! Bilirsiniz ki, biz buraya fesat çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz″ dediler.

Kaldı ki; alışverişten doğacak zararı yüklenmenin sahihliği hakkında icmâ da vardır. Sonra asıl olan kefilliğin ona uygun bir şarta bağlanmasıdır. Meselâ; kefilin,″Satılan mal, başkasına ait çıkarsa″ demesi gibi. Meselâ; kefilin, ″Kefil olunan şehirden kaybolursa″ demesi gibi. Zikredilen bu şartlar, belirttiğimiz kefilliğe uygun olma niteliğine sahiptir. Kefilliğin bu niteliği taşımayan şarta bağlanması ise sahih değildir. Meselâ; kefilin, ″Rüzgâr eserse″ veya ″Yağmur yağarsa″ demesi gibi. Yani, yağmurun yağmasına yahut rüzgarın esmesine kadar bir vakit, kefâlet için şart kılınsa, şart geçersiz olup kefâlet sahih olur. Kefil olduğu malı, kefil olan kimsenin derhal vermesi vâcip olur. Meselâ; bir kimse, ″Rüzgarın esmesine kadar″ yahut yağmurun yağmasına kadar şu miktar şeye kefil oldum″ dese, yağmurun yağması yahut rüzgarın esmesine kadar olan şartı geçersiz olur. Fakat kefâlet sahih olur ve kefil olduğu malı derhal vermesi vâcip olur.

- Alacaklı kimse, borcunu isterse kefilden alır, isterse asıl borçludan alır. Ancak kefil olan kimse, kefil olurken asıl borçlunun, borcu onun ödememesini şart koşarsa, bu şartla alacaklı asıl borçludan borcunu isteyemez. Bu takdirde, havâle olmuş olur. Nitekim havâle eden kimsenin, borcunu ödemek şartıyla yapılan havâle, kefâlet olur. Akitlerde itibar mânâlaradır, lafızlara değildir.

- Alacaklı olan kimse, ikisinin birinden, yani borçludan yahut kefilden borcunu istese, diğerinden de isteyebilir. Yani birinden borcunu istemesi, diğerinden istemesine mâni değildir. İkisinden de isteyebilir. Fakat borcunu birinden aldığında, artık diğerinden bir şey isteyemez.

- Bir kimse, bir şahsın üzerinde olan şeye kefil olsa, alacaklı olan kimse, o şahsın üzerinde bin dirhemi olduğuna şâhit getirse, kefil olan kimseye bin dirhemi vermek lâzım olur. Eğer alacaklı şâhit getiremezse, kefilin ikrar ettiği şey; yemini ile tasdik olunur. Borçlu, kefilin ikrar ettiği şeyden fazla olduğunu kabul etse, o fazla olan şeyi kendisinin ödemesi gerekir. Meselâ; alacaklı olan kimse, şâhit getirmekten âciz olsa, kefil olan kimse yüz dirhemi vardır diye ikrar etse, borçlu da o miktardan fazla olduğunu ikrar etse, kefilin söylediği miktardan fazla olanı, borçlunun ödemesi gerekir.

- Bir kimse, bir şahsa; ″Bana kefil ol″ demeden o şahıs o kimseye kefil olup, onun borcunu ödese, borcu ödeyen şahıs o kimseden ödediği parayı alamaz. Borçlu olan kimse, bu şahsı kefil yapmadığı için bu kimsenin ödediği para bağış olur. Her ne kadar borçlu olan kimse, kendi nâmına kefil olan kimseyi bildikten sonra kefâletine izin verse bile, yine parayı ödeyen kimse parasını borçludan talep edemez.

- Eğer kefil olan kimse, borçlunun emri ile kefil olsa, ödediği şeyi borçludan alır. Ödemeden önce isteyemez.

- Alacaklı sürekli olarak alacağını isteyip kefili rahatsız etse, kefil de kefil olduğu kişiyi borcunu ödemesi için rahatsız eder. Alacaklı kefili hapsettirse, o da kefil olduğu kimseyi hapsettirir. Kefil olunan kimse borcunu ödese, kefil de kefâletten kurtulur.

Alacaklı olan kimse, borçluya alacağını bağışlasa, kefil de borçtan bağışlanmış olur. Alacaklı olan kimse, borcunu borçludan ertelese, kefilden de borç ertelenir. Bir kimse hemen verilmesi lâzım olan bir borca, belirli bir vakte kadar geri bıraktırarak kefil olsa, bu borç borçlu üzerinden de o vakte kadar geri bırakılmış olur.

Kefil, alacaklının bin dirhem alacağı yerine yüz dirhem üzerine sulh olsa, asıl borçlu da kefil de borçtan kurtulmuş olurlar. Kefil, asıl borçlunun emriyle kefil olmuşsa, borçludan yüz dirhem alır. Eğer kefil, borçlunun vereceği olan bin dirhemi başka bir cins mal ile sulh olsa, borçludan bin dirhem alır.

- Alacaklı, kefile; ″Yarın geldiğinde, seni kefâletten affettim″ dese, bâzı âlimlere göre; şarta bağlayarak kefâletten affetmek sahih olmaz. Fakat tercih edilen görüşe göre; kefâletten affetmeyi böyle şarta bağlamak sahihtir.

- Hadler (şer’î cezâlar) ve kısas gibi kefilden alınması mümkün olmayan haklarda kefâlet câiz değildir. Yâni cezâyı hak edene değil de onun cezâsına kefil olmak sahih değildir. Çünkü bu cezâyı kefile uygulamak mümkün değildir. Bunun nedeni, cezâda başkasının yerini almanın geçersiz olmasıdır.

- Bir kimse, alıcı için satıcının sattığı mala, helâk olursa parasını yahut kıymetini vermek yahut rehin veren kimse için, rehin alan kimseden dolayı rehin verilen mal helâk olursa, parasını yahut kıymetini vermek üzere kefil olursa, sahih olmaz. Zîrâ satılan mal, satıcının elinde iken helâk olsa, alıcıdan parasını alamaz. Rehin alan kimsenin yanındaki rehin helâk olsa, rehin alana bir şey lazım gelmez. Bu takdirde helâk olduğunda ödenmeyen mallara, kefil olmak câiz değildir.

Emânet hükmünde olan şeylerde kefâlet câiz değildir. Zîrâ bunlar, helâk olduğu takdirde ödenmezler. Yine sahih olmayan borç ile kefâlet sahih değildir, kitâbet bedeli gibi, isterse o borca hür kefil olsun, isterse köle kefil olsun. İmam-ı Âzam’a göre; kölenin çalışma bedeline de kefâlet sahih değildir. Yine bir kimse, yük taşımak üzere bir hayvan kirâlarsa bu durumda eğer hayvan belli ise yükü taşımaya kefil olmak câiz değildir. Çünkü kefil bunu yapamaz. Eğer hayvan belli değilse kefalet câizdir. Çünkü bu durumda kefil, yükü kendi hayvanıyla taşıyabilir. Yapılması gereken de yükü taşımaktır. Aynı nedenle bir kimse bir köleyi hizmet için kirâlar ve başkası kölenin yapacağı hizmete kefil olursa, kefillik geçersizdir.

- Bir kimse, iflas etmiş olduğu halde ölür ve alacaklılar için ona başka biri kefil olursa, İmam-ı Âzam’a göre bu kefâlet sahih değildir. Ona göre; kefâlet ölümle ortadan kalkar. Çünkü kefâlet, borcun ödenmesini talep etmektir ki, bu fiildir. Ancak bu fiil yapılamayınca mala dönüşür. Lâkin malı da yoksa, kefil hem bedenen hem de mânen kefâletin gereğini yerine getirmekten âciz kalacağı için, zarûri olarak kefâlet ortadan kalkar, ödeme talebi de düşer. Bu borç dünyâda ödenemediği için, âhirete kalır. Ama ölünün malı varsa ya da o malın kefili varsa, o üstlendiği borcu kefil talep edemese de, bu fiilinin yerini tutan malıyla ödeyebilir. Bu, borcun tahsili yolunu açar ve bu neticeye ulaşamama durumu ortaya çıkmaz. Yani, bu durumda kefil olunur. Teberrû (bağışa) ise, borcun varlığına bağlı değildir Yani bir kimse, bu iflas etmiş ölünün borcunu ödese, bu kefillik olmaz, ancak bağış olur. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre ise, ölüye kefâlet sahihtir. Çünkü o, sâbit olan bir borca kefil olmuştur.

- Hasta olan bir kimse, kendi vârisine; ″Üzerimde olan borca benim için kefil ol″ dese, vâris de alacaklılar hazır olmadıkları halde hasta kimseye kefil olsa, bütün âlimlerin ittifakıyla kefâlet câizdir. Eğer hasta olan kimse, vâris olmayan bir şahsa; ″Üzerimde olan borca benim için kefil ol″ dese; bâzı âlimlere göre, sahih; bâzı âlimlere göre ise sahih değildir.

- Satılan malın, alıcıya; rehin verilen malın, rehin verene; kirâlanan malın, kirâcıya; satılan malın, parasının satıcıya teslim edilmesine kefil olmak câizdir.

- Bir kimse, başka birisinin bin dirhem borcuna kendi izniyle kefil olur ve borçlu, borcu henüz ödememiş olan kefile bin dirhemi verirse, onu geri isteyemez. Çünkü bin dirhemi teslim alan kefilin, borcu ödeme ihtimâli bulunduğundan, bu bin dirheme hak sahibi olmuş, dolayısıyla da bu ihtimâl var olduğu sürece ondan parayı istemek câiz değildir. Tıpkı zekâtını zamanından önce ödeyerek zekât memuruna teslim eden kimse gibi. Bir de kefil, bin dirhemi teslim almakla ona sahip olmuştur. Ancak bu bin dirhem, alacaklıya gönderilmek üzere verilmişse, durum böyle değildir. Çünkü bu durumda para, kefile sırf bir emânet olarak verilmiştir. Şâyet kefil, onda kâr ederse bu kendisinin olur. Onu sadaka olarak vermesi gerekmez. Zîrâ parayı almasıyla mülkü olmuştur. Ama kefillik, buğday gibi belirli olan şeylerden olursa, onu yemeyip borçluya vermesi evlâdır. Bu hususta İmam-ı Âzam; ″İsterim ki kefil, kârı buğdayı kendisine verene geri versin. Ancak hüküm olarak bunu yapmak zorunda değildir″ demiştir. Bu görüş, Câmi’us-Sağir’de İmam-ı Âzam’dan yapılan rivâyete göredir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise, ″Kâr kefile aittir ve onu buğdayı kendisine verene geri vermez″ demişlerdir. Bu, aynı zamanda İmam-ı Âzam’dan yapılan ayrı bir rivâyettir. Ayrıca; ″Kefil, kârı sadaka olarak verir″ dediği de rivâyet edilmiştir.

- Borçlu, kefiline; ″Benim için veresiye bir elbise al, sonra o elbiseyi almış olduğun fiyattan daha ucuza peşin olarak sat, bu durumda edilecek zarar bana aittir″ dese, elbise ile elbisenin parasının miktarı bilinmediği için vekâlet sahih olmaz. Eğer kefil bu şekilde elbise alırsa, elbise kefilin olur. Zarar da kefile aittir. Buna ″Beyu’l-ayn″ denir.

- Alacaklı olan kimse, kaybolan Zeyd’in üzerinde bin dirhem alacağı olduğuna şâhit getirip, ″Bu kimse Zeyd’in emriyle onun kefilidir″ diye dâva etse, kefil ile Zeyd üzerine bin dirhem ile hükmolunur. Eğer o kimse, Zeyd’in emri olmadan, onun kefili olmuşsa, yalnız kefil üzerine bin dirhem ile hükmedilir.

- Bir kimse; ″Satıcının sattığı mal, satıcınındır, eğer başka bir şahıs; bu mal benimdir diyerek satılan malda hak iddia ederse, bu satılan malı ödemeye ben kefilim″ dese, sonra bu kefil olan kimse; ″Satılan mal, benim malımdır″ diye dâva etse, sahih olmaz. Zîrâ kefâlet ile satılan malın, satıcının olduğunu doğrulamıştır.

Yine bir kimse; ″Satıcı sahip olduğu malı sattı veya kesin ve geçerli bir satışla sattı″ diye yazılan bir kağıt üzerine şâhit olduğunu yazıp, üzerini mühürledikten sonra, o satılan malın kendisinin olduğunu dâva etse, bu dâvası kabul edilmez. Çünkü satıcıyı doğrulamıştır. Ama bir kimsenin alıcıyla satıcının ikrarlarına dair şâhit olduğunu yazması, o satılan malı dâva etmesine mâni değildir.

- Alışverişe vekil olan kimsenin müvekkili adına paraya kefil olması câiz değildir.

- Müdârabe akdinde, sermâyeyi çalıştıranın; sermâye sahibi adına paraya kefil olması sahih değildir. Zîrâ kefâlet, bir kimsenin zimmetinde olan malın istenilmesini kabul etmektir. Ayrıca müdâribe (sermâyeyi çalıştırana) verilen mallar, onun tasarrufuna verilmiş emânettir.

- Müslümanlara ihtiyaçlarından dolayı isabet eden su yollarını, hudutları yapmak, bekçilerin ücretini vermek gibi bâzı şeyler ortaya çıkıp, Müslümanlar arasında taksim edildiğinde bâzıları bu zaruri ihtiyaç olan parayı vermede tereddüt etse, tereddüt eden kimse için bir şahıs kefil olsa, kefâlet sahih olur. Gerek bu, bütün insanların muhtaç olduğu su yollarını, hudutları yapmak gibi işler hakla olsun, gerekse haksız olarak toplanan vergiler gibi olsun. Haksız olarak toplanan vergilerde kefâletin câiz olup olmaması ihtilaflıdır. Bâzı âlimlere göre; bu durumda kefâlet câiz değildir. Bâzı âlimlere göre ise, sahihtir. Fetvâ da sahih olması üzerinedir.

- Kefil ile alacaklı münâkaşa edip, kefil olan kimse; ″Ben bir aya kadar kefil oldum″ dese, alacaklı; ″Hemen ödemeye kefil oldun″ dese, kefilin sözü kabul edilir. Çünkü kefil, şimdi ödemeye kefil olduğunu inkâr etmektedir. Alacaklının ise, şâhit getirmesi gerekir.


[1] Sünrn-i Tirmizî, Birr 19; Sahh-i Buhârî, Edeb 34; Sahih-i Müslim, Birr 17.

[2] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât c. 2, s. 46. İmam Gazâlî Hazretleri, İhyâ’u Ulûm’d-Din adlı eserinde de bu Hadis-i Şerif’e yer vermiştir.

[3] Sünen-i Tirmizî, Vesâya 5; Sünen-i Ebû Dâvud, Buyû’ 88.

[4] Sahih-i Buhârî, Musâkât 12; Sahih-i Müslim, Ferâiz 5; Sünen-i Ebû Dâvud, Haraç 15; Hidâye Tercümesi, c. 3, s. 150Buyû’ 88.

[5] Hidâye Tercümesi, c. 3, s. 154.