ÜCRET VE KİRÂLAMA (İCÂRE)

İcâre; sevap anlamına gelen ecîr kelimesinden türetilmiştir. Ecîr, yapılan bir işe karşılık verilen bedeldir, ücrettir. Böyle olunca icâre; ücret anlamına geldiği gibi, bir şeyi kirâya vermek anlamında da kullanılır.

Şer’î bir terim olarak icâre; belli bir şeyin bilinen bir menfaatini, belli bir zaman için bilinen bir bedel ile satmaktır. Yani, belirli olan bir şeyin menfaatini, belirli bir zaman için başkasına mülk edindirmek veya mübah kılmaktır.

Bir şeyi bir başkasına mülk vermek iki çeşittir:

1- Ayn’ı (belirli bir şeyi, eşyayı) mülk vermek. Bu da iki kısımdır: Birincisi; ayn’ı bedel karşılığında vermek. Önceden beyan edildiği üzere bu alışveriş akdidir. İkincisi; ayn’ı bedelsiz vermek. Bu, hibe, sadaka veya vasiyettir.

2- Menfaati mülk vermek. Bu da iki kısımdır: Birincisi; menfaati bedelsiz vermek. Bu da, ileride açıklanacağı üzere menfaatin ödünç olarak verilmesi veya vasiyet edilmesidir. İkincisi; menfaati bedel karşılığında vermek. Bu da kirâ akdidir. Alışveriş mânâsı olduğundan bu akde; ″Menfaatlerin satışı″ da denilmiştir. Böyle olunca icâre; menfaatleri satmaktır. Bu da menfaat karşılığında bâzı bedellerin verilmesidir ki, bu aslında kıyasa (genel fıkıh kaidelerine) muhaliftir. Çünkü bu akdin yapılışı esnâsında menfaatler henüz yoktur. Olmayan bir şeyin satımı ise câiz değildir. Ancak insanların buna ihtiyacı olduğundan dolayı kıyasa muhalif olarak câiz kılınmıştır. Nitekim icârenin sahihliğini gösteren açık deliller vardır. Zîrâ icârenin câiz oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sâbittir. Kitap’tan delili şu âyetlerdir:

Sûre-i Talâk, Âyet 6:

″Boşadığınız zevcelerinizi (iddetleri süresince), durumunuza göre kaldığınız yerin bir bölümünde oturtun. Onları sıkıntıya düşürmek için zarar vermeye kalkışmayın. Eğer hâmile iseler, çocuklarını doğuruncaya kadar ihtiyaçlarını verin. Çocuklarınızı emzirirlerse, ücretlerini de verin…″

Sûre-i Kasâs, Âyet 26-27:

O iki kızdan biri dedi ki: ″Babacığım! (Koyunlarımızı gütmesi için) bu adamı ücretle tut. Şimdiye kadar tuttuklarından daha hayırlı, kuvvetli ve güvenilir bir kimsedir.″* Şuayb, Mûsâ’ya hitâben: ″Bana sekiz sene çalışman şartıyla, şu iki kızımdan birini sana nikah etmek istiyorum. Eğer müddeti on seneye tamamlarsan, onu da sen bilirsin. Ben sana güçlük vermek istemem. İnşâallah beni (ahdinde vefâ eden) sâlihlerden bulacaksın″ dedi.

Sûre-i Zuhruf, Âyet 32:

″…Bir­birlerinden faydalansınlar diye derece bakımından Biz onların bâzısını bâzısına üstün kıldık…″ Yani, ücretle çalıştırarak birbirlerine iş gördürmeleri için, insanları derecelerle birbirlerine üstün kıldık, demektir.

Sünnetten delili de Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu Hadis-i Şerifleridir:

قَالَ اللّٰهُ تَعَالَى ثَلَاثَةٌ أَنَا خَصْمُهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ رَجُلٌ أَعْطَى بِي ثُمَّ غَدَرَ وَرَجُلٌ بَاعَ حُرًّا فَأَكَلَ ثَمَنَهُ وَرَجُلٌ اسْتَأْجَرَ أَجِيرًا فَاسْتَوْفَى مِنْهُ وَلَمْ يُعْطِهِ أَجْرَهُ (خ عن أبى هريرة)

″Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu: Üç sınıf kimse vardır ki, mahşer gününde ben bunların hasmıyımdır: Birincisi; Bana ismimle ahid verip de, sonra ah­dini bozan kimse. İkincisi; hür bir insanı köle diye satıp da onun parasını yiyen kimse. Üçüncüsü; bir işçiyi ücretle tutarak, ona işi tam yaptırıp da ücretini ona vermeyen kimse.″[1]

أَعْطُوا الْأَجِيرَ أَجْرَهُ قَبْلَ أَنْ يَجِفَّ عَرَقُهُ (السنن الكبرى للبيهقى عن أبى هريرة)

″Ücretliye (işçiye), alnının teri kurumadan ücretini verin.″[2]

مَنْ اسْتَأْجَرَ أَجِيرًا فَلْيُعْلِمْهُ أَجْرَهُ (السنن الكبرى للبيهقى عن أبى هريرة ن عن أبى سعيد)

″Her kim ki bir işçi tutarsa, ona ücretini bildirsin.″[3]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zevcesi Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan şu hadis nakledilmiştir:

وَاسْتَأْجَرَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَبُو بَكْرٍ رَجُلًا مِنْ بَنِي الدِّيلِ هَادِيًا خِرِّيتًا وَهُوَ عَلَى دِينِ كُفَّارِ قُرَيْشٍ فَدَفَعَا إِلَيْهِ رَاحِلَتَيْهِمَا وَوَاعَدَاهُ غَارَ ثَوْرٍ بَعْدَ ثَلَاثِ لَيَالٍ بِرَاحِلَتَيْهِمَا صُبْحَ ثَلَاثٍ (خ عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile Hz. Ebû Bekir, Dîl oğullarından maharetli bir kılavuz kişiyi üc­retle tuttular. O kişi Kureyş kâfirlerinin dini üzere idi. Kendi binek develerini ona teslim ettiler ve onunla üç gece sonra sabah vaktinde Sevr mağarasında develeriyle birlikte buluşma anlaşması yaptılar.″[4]

- İcârede bedel; altın, gümüş, ölçekle veya tartıyla satılan ve ceviz, yumurta gibi sayı ile satılabilen cinsten olan bir şey olabileceği gibi, elbise ve köle gibi belirli bir şey de olabilir. Ancak kirâlanan menfaatin cinsinden olmamalıdır. Bu itibarla bir evi, diğer bir ev karşılığında kirâlamak câiz değildir. Hanefi ulemâsı, aynı cins menfaatin değişimini fâiz kuşkusu sebebiyle kabul etmemişlerdir. Yani bu durumda nesîe fâizinin[5] ortaya çıktığını düşünmektedirler. Eğer kirâlanan menfaat ile karşılığında verilecek olan menfaatin cinsleri farklı ise, kirâda menfaatin ücret olarak verilmesi uygundur.

Alışverişte para olmaya elverişli olan herşey, ücret ve kirâ bedeli olmaya da elverişlidir. Çünkü ücret, menfaatin bedeli olduğundan alışverişteki paraya kıyas edilir. Bununla birlikte alışverişte para olmayan bâzı şeyler icârede ücret olabilirler. Süt emziren kadını, yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının karşılanması mukâbilinde süt emzirmek üzere kirâlamak gibi. Bunların alışverişte bedel olmaları câiz değilken, İmam-ı Âzam’a göre; icârede bedel olmaları, istihsânen câizdir. Buna başka bir örnek, hayvandır. Belirli bir hayvan peşin olarak verildiğinde bedel olabilir. Ama ileride teslim edilmek üzere bedel yapılmak istendiğinde bedel (para) olamaz.

- İcârenin sıhhatinin (sahih olmasının) şartı ikidir: Birincisi; menfaatlerin belli olması. İkincisi; ücretin belli olmasıdır. Yani, bu hususta yukarıda geçen Hadis-i Şerifler gereğince, menfaatler ve ücret belli olmadıkça, icâre akdi sahih değildir. Çünkü üzerinde akit yapılan menfaat ile bedelindeki belirsizlik, anlaşmazlığa yol açar. Tıpkı satıştaki bedel ile satılan malın belirsizliği durumunda olduğu gibi.

Bir icârenin yapılmasına ait şartlar bulunduğu halde, sıhhatine ait şartlardan birisi bulunmazsa icâre fâsit olmuş olur, bozulur.

- İcârede de alışverişte olduğu gibi şart muhayyerliği, kusur muhayyerliği, görme muhayyerliği sâbit olur. İcârede ikâle (iki tarafın isteğiyle kirâ mukavelesini bozma) ve fesih (kirâ anlaşmasının bozulması) câizdir. Tıpkı alışverişte olduğu gibi.

- İcâreye verilen bir şeyin menfaati bâzen müddetin açıklanmasıyla bilinir. Meselâ; bir evi içinde iki ay oturmak veya bir tarlayı bir sene ekmek üzere kirâlamak gibi. Böyle olunca zaman uzun olsun, kısa olsun belirli bir müddetle yapılan kirâ muâmelesi sahih olur. Vakıf mallarında ise, kirâ müddeti, vakfedenin şartına göre yapılır. Eğer vakfeden kimse yaptığı vakfın kirâya verilmesinde bir müddet şart kılmamışsa, bir vakıf arazisi üç seneden; ev, dükkan gibi taşınmaz mallar bir seneden ziyâde müddetle icâreye verilmez. Böyle süre sınırının konulması, kirâcının mülkiyet iddia etmesinin önüne geçmektir.

- Bâzen icâreden kastedilen menfaat; bir işin söylenmesiyle bilinir. Bir elbiseyi boyamak yahut bir elbiseyi dikmek yahut miktarı bilinen bir yükü bir hayvan üzerine yükleyip malum olan (bilinen) bir mesafeye götürmek gibi.

- Bâzen kirâlanan şeyden kastedilen menfaat; alâmetle bilinir. Bir şeyi, falan yere taşımak gibi.

- Kirâya verilen şeyin ücreti, kirâ muâmelesi yapılmakla hak edilmeyip, ancak kirâ müddeti gelmeden önce kirâ bedelini almak yahut kirâ muâmelesi yapılırken kirâ bedelinin peşin verilmesini şart koşmak yahut kirâlamadan kastedilen menfaati tastamam almak yahut bu menfaati almaya imkân bulmakla, kirâ bedeli hak edilmiş olur.

- Bir kimse kirâladığı bir evi teslim alıp, kirâ müddeti bitinceye kadar orada oturmazsa, yine kirâ ücretini vermesi vâcip olur.

- Kirâlanan bir yer, kirâcının elinde iken gasbolunsa, bu kirâlanan yerden faydalanamadığı müddetin kirâ bedeli, kirâdan düşürülür. Eğer kirâ müddetinin hepsinde faydalanamamış olursa, kirâ bedelinin hepsi düşer. Meselâ; bir kimse bir evi bir seneliğine kirâlayıp; başka bir şahıs o evi kirâcının elinden gasbedip orada altı ay otursa, sonra kirâcıya teslim etse, o gasbolunan altı ayın kirâsı düşer. Çünkü kirâcı, altı ay oradan faydalanamamıştır.

- Bir kimse kirâya verdiği evin yahut arazinin ücretini her gün alabilir. Çünkü ücret, menfaat gibidir. Yani, kirâcı o yerden faydalanmıştır. Günün sonunda istenir. Bu, kirâ müddeti tâyin edilmediğindedir. Ama kirâ müddeti tâyin edilirse, o vakte kadar kirâ istenemez.

Hayvanını kirâya veren kimse de, her konakta hayvanın ücretini alabilir. Çünkü konaklardan her birini kasdetmek, seferin gâyelerindendir. İmam Züfer’e göre ise, sefer son bulduktan sonra alabilir.

- Kasarcı (iplik veya bez ağartma işini yapan kimse) ve terzi, bunları kirâlayan kimsenin evinde iş yapsalar bile işlerini bitirmeden ücretlerini alamazlar. Çünkü yaptıkları işin bir bölümünden faydalanılmadığından bununla ücret hak edilmez. Aynı şekilde, açıkladığımız nedenle çalıştırıcının evinde çalışan işçi de işi bitirmedikçe ücreti hak etmez. Ama peşin ücret şart koşulursa, durum böyle değildir. Çünkü bu konuda şart bağlayıcıdır.

- Bir kimsenin, kendi evinde bir şinik unu ekmek yapması için bir dirheme tuttuğu ekmekçi, ekmek tandırdan çıkmadıkça ücreti hak etmez. Çünkü iş, ancak ekmeği tandırdan çıkarmakla bitmiş olur. Şâyet ekmek, tandırdan çıkarılmadan yanar veya elinden düşerse teslimden önce heder olduğundan ekmekçiye ücret verilmez. Şâyet ekmek, çıkarıldıktan sonra başka bir sebeple yanar veya heder olursa ekmekçiye ücret verilir. Çünkü o, ekmeği sahibinin evine bırakmakla teslim etmiş olur. Suçsuz olduğu için de tazmin etmesi (ödemesi) gerekmez. Bu, İmam-ı Âzam’a göredir. Ona göre; ekmek, ekmekçinin elinde bir emânettir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre ise; ekmekçi, kirâlayan kimsenin unu kadar öder ve ücret alamaz. Çünkü bu un, onun sorumluluğunda olduğundan o, bunu gerçekten teslim etmedikçe sorumluluktan kurtulmaz. Kirâlayan kimse isterse ekmekçiden ekmeği tazmin eder (ödettirir) ve ücretini öder.

- Düğün yemeği pişiren, yemeği pişirip kaplara böldükten sonra ücretini alır. Zîrâ işi bununla tamam olur.

- Kerpiç kesen kimse, İmam-ı Âzam’a göre; kerpiçleri kestikten sonra ücretini alır. Çünkü bunu yapmakla işi bitmiş olur. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre ise; kestiği kerpiçleri, kestiği yerden başka bir yere taşıdıktan sonra alabilir.

- Kasarcı (iplik veya bez ağartma işini yapan kimse) ve boyacı gibi işi, malda değişiklik meydana getiren her sanatkâr, ücretini alıncaya kadar malı elinde tutabilir. Yani, kirâlanan kimsenin yaptığı işin eseri, üzerinde çalıştığı eşyada bulunursa, meselâ; boyacı bir şeyi boyaması için kirâlansa, bunun ücretini alması için elinde bulunan eşyayı vermemesi câizdir. Böyle olunca boyacı, ücreti alması için elindeki eşyayı vermeyip, bu sırada kendi hatasından olmayan bir sebeple o eşya zâyi olsa, İmam-ı Âzam’a göre; onu ödemez. Çünkü o malı alıkoymakla haksızlık yapmadığından mal, eskiden olduğu gibi yanında bir emânet olarak kalır. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre ise; mal sahibi, isterse o elbiseyi boyamış olduğu halde ödettirir ve çalışanın ücretini verir, dilerse elbiseyi boyanmamış olduğu halde ödettirir ve onun ücretini vermez.

Hamal, kaptan, elbise yıkayan gibi malda değişiklik meydana getirmeyen kimse, ücretini tahsil etmek için malı alıkoyamaz. Yani, üzerinde çalıştıkları şeyde, çalıştıkları işin eseri bulunmazsa, ücretlerini almak için elinde bulunan eşyayı vermemeleri câiz değildir. Ama kaçan bir köleyi yakalayıp efendisine getiren bir kimse mükâfatını almadan köleyi vermez.

- Mal sahibi, sanatkâra mutlak olarak bir iş yapmasını söylese, sanatkârın o işi başkasına yaptırması câizdir. Meselâ; bir kimse terziye; ″Şu elbiseyi bana bir dirheme dikmen için seni kirâladım″ deyip, terzi de kabul etse, bu şekilde yapılan anlaşma mutlak bir anlaşmadır. Bu terzinin, bu elbiseyi başkasına diktirmesi câizdir. Eğer mal sahibi, terzinin bizzat o elbiseyi kendisinin dikmesini şart koşarsa, terzi o elbiseyi başkasına hattâ çocuğuna diktirmesi bile câiz değildir.

- Bir kimse çoluk çocuğunu getirtmek için bir şahsı kirâlasa, o şahıs oraya gittiğinde, o kimsenin aile fertlerinden bâzısını ölmüş bulup geriye kalanları getirerek o kimseye teslim etse, o şahsa getirdiği fertlere göre ücret verilir. Çünkü üzerine anlaşma yapılanların hepsini getirmemiştir. Meselâ; on kişi getirmesi için bin dirheme tutulmuş olsa, beşi ölüp, beşini getirse, beş yüz dirhem alır. Buna göre hesap edilir. Yani, getireceği kişilere göre paranın verileceği belirtilmişse, durum böyledir.

- Bir şahıs, bir mektubu Zeyd’e götürüp ondan cevap getirmek üzere kirâlansa, o şahıs mektubu götürüp Zeyd öldüğü için, mektubu geri getirse, bu şahsa ücret verilmez. Bu, İmam-ı Âzam ile İmam Ebû Yusuf’a göredir. İmam Muhammed’e göre; o şahıs için, oraya gitmesinin ücreti verilir. Çünkü o, akit konusunun mesafeyi katetmek olan kısmını yerine getirmiştir. Nitekim mektubu taşımak, az külfet gerektiren bir iştir. İmam-ı Âzam ile İmam Ebû Yusuf ise şöyle söylemişlerdir: Akit konusu olan, mektubu götürmektir. Çünkü mektup, ya bizzat gâye veya gâye olan muhtevasının bilinmesine vesiledir ki, bu durumda da hüküm, mektubun o kimseye iletilmesine bağlıdır. Ücreti ise, bunu yerine getirmediği için kalkar. Tıpkı şu meselede olduğu gibi; bir şahıs Zeyd’e yemek götürmek için kirâlansa, o kimse de yemeği götürdüğünde Zeyd’i ölmüş bulup, yemeği geri sahibine getirse, bu şahsa ücreti verilmez. Çünkü üzerine anlaşma yapılan şey teslim edilmemiştir. İmam Muhammed’in, ücret ödenir, dediği mektup meselesinde ise durum böyle değildir. Çünkü orada akit konusu olan, mesafenin katedilmesidir.

Eğer o kirâlanan şahıs, götürdüğü yemeği yahut mektubu Zeyd’in bulunduğu yerde Zeyd’in vârislerine bıraksa, ittifakla ona gitmesinin ücreti verilir.


[1] Sahih-i Buhârî, İcâre 10.

[2] Beyhakî, es-Sünen’ül-Kübra, c. 6, s. 120.

[3] Beyhakî, es-Sünen’ül-Kübra, c. 6, s. 120; Sünen-i Nesâî, Müzârea 1; Mevsılî, Kitâb’ul-İhtitâr, II, s. 61.

[4] Sahih-i Buhârî, İcâre 4.

[5] Nesîe Fâizi: Ölçü ve tartıya giren mallar aynı cins olduklarında, bunların birbiri ile takası sırasında meydana gelen vâdeden dolayı olur.