GANİMET

″Ganimet″; kâfir ordusunu yenerek onlardan elde edilen mallara denir. Onlardan hediye olarak, çalarak, gasbederek veya hibe yoluyla alınan şeyler ganimet değildir. Bunlar, alanlara mahsustur. Yani, bunlar gnîmet malına karıştırılmaz, bu tür malların mülkiyeti alanlara aittir.

Allah’u Teâlâ, kâfirlerle cihat yapan Müslümanlara, âhirette büyük sevap vaadettiği gibi dünyâda iken de ganimeti fazladan bir nîmet olarak helâl kılmıştır. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 69’da: ″Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin. Allah’tan korkun! Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir″ diye buyurmaktadır. En helâl olan mal, ganimet malıdır. Ganimet malı, önceki ümmetlere helal değildi. Ancak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ve ümmetine helâl kılınmıştır. Bu sebeple İslâm devletleri, Kâbe’ye yapacakları tâmiratları, kâfirlerden ele geçirilen ganimet mallarıyla yaparlardı. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أُعْطِيتُ خَمْسًا لَمْ يُعْطَهُنَّ أَحَدٌ مِنَ الْأَنْبِيَاءِ قَبْلِي نُصِرْتُ بِالرُّعْبِ مَسِيرَةَ شَهْرٍ وَجُعِلَتْ لِي الْأَرْضُ مَسْجِدًا وَطَهُورًا وَأَيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِي أَدْرَكَتْهُ الصَّلَاةُ فَلْيُصَلِّ وَأُحِلَّتْ لِي الْغَنَائِمُ وَكَانَ النَّبِيُّ يُبْعَثُ اِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً وَبُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ كَافَّةً وَأُعْطِيتُ الشَّفَاعَةَ (خ م حم ه عن جابر)

″Bana, benden önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş özellik verildi: Bir aylık mesafeden düşmanın kalbine korku salmakla ilâhi yardıma mazhar oldum. Yeryüzü benim için mescit (namaz kılma mahalli) ve temiz kılındı; ümmetimden kim bir namaz vaktine erişirse, hemen bulunduğu yerde namazını kılsın. Ganimetler bana helal kılındı. Benden önceki Peygamberler sâdece kendi kavmine Peygamber olarak gönderiliyordu, ben ise bütün insanlığa Peygamber olarak gönderildim. Bana şefaat yetkisi verildi.″[1] (Bir diğer Hadis-i Şerif’te: ″Mahşer günü ilk şefaat edecek ve şefaatı kabul edilecek olan benim″[2] diye buyrulmuştur.)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

بُعِثْتُ بَيْنَ يَدَيْ السَّاعَةِ بِالسَّيْفِ حَتَّى يُعْبَدَ اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ وَجُعِلَ رِزْقِي تَحْتَ ظِلِّ رُمْحِي وَجُعِلَ الذِّلَّةُ وَالصَّغَارُ عَلَى مَنْ خَالَفَ أَمْرِي وَمَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ (حم عن ابن عمر)

″Ben, kıyâmetten evvel, Allah’u Teâlâ’ya ibâdet edilmesi ve O’na ortak koşulmaması için kılıç ile gönderildim. Rızkım, mızrağımın gölgesinde kılındı. Zillet ve aşağılık ise, emrime muhalefet edenlere verilmiştir. Her kim kendini bir kavme benzetirse, o da onlardandır.″[3]

Müslüman bir hükümdar, kâfirlerin memleketlerinden bir yeri savaşla alınca, o yerin beşte birini beyt‘ül-mala ayırdıktan sonra kalan kısmını Mücâhitler arasında taksim eder. Savaş yoluyla elde edilen mallardan taşınır olanlar da, taşınmaz olanlar da ganimettir. Ancak taşınmaz mallar, devlet başkanının tasarrufundadır. Dilerse dağıtır. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hayber’i fethettiğinde, ganimeti Müslümanlar arasında taksim etmiştir. Dilerse de eski sahiplerinde bırakarak, kendilerinden cizye, arazilerinden haraç alır. Nitekim Hz. Ömer, Irak’ı fethettiğinde oranın halkına, evlerine ve arazileri üzerine haraç koymuştur. Taşınır olan ganimetler ise, âyette geçtiği üzere taksim edilir.

Müslüman hükümdar, esirler hakkında muhayyer olup dilerse, onları öldürür. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Benî Kureyza’nın; kadın ve çocukları hâriç harp edenlerini öldürmüştür.[4] Hem de, öldürme ile bir daha Müslümanların başına sıkıntı açmaları ihtimâli ortadan kalkmış olur. Dilerse de onları köleleştirir. Çünkü köleleştirilmelerinde Müslüman-ların hem maddi kazancı, hem de onunla Müslümanlara kötülük yapmaları önlendiği için mânevî kazancı vardır. Dilerse, Hz. Ömer’in Irak halkı hakkında yaptığı gibi onları hür olarak İslâm devletinin himâyesi altında yaşayan gayr-i müslim bir azınlık olarak bırakır. Ancak inşâallah ileride de anlatılacağı üzere, Arap müşrikleri ile mürted olanlar bu hükümden müstesnâdır.

Esirler, Müslümanlığı kabul ederlerse, o zaman kötülükleri başka bir yolla önlenmiş olduğu için artık öldürülemezler. Fakat köleleştirilebilirler. Çünkü Müslüman olmadan esir düşmüşlerdir. Fakat esir düşmeden Müslümanlığı kabul etmeleri hâlinde köleleştirilemezler.

Müslüman olmayan esirleri, kendi ülkelerine geri gitmek üzere serbest bırakmak câiz değildir. Zîrâ onları geri göndermekle düşmana güç verilmiş olur. Onları para karşılığında olsa bile serbest bırakmak câiz değildir. Zîrâ bu, kâfirleri kuvvetlendirmektir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 67-68’de şöyle buyurmaktadır:

″Kâfirler zillete uğrayıp İslâm dini kuvvet buluncaya kadar esirlerden fidye almak hiçbir Peygamber için câiz olmadı. Ey Mü’minler! Siz (esirlerden fidye almak sûretiyle) dünyâ malını istiyorsunuz. Allah’u Teâlâ ise âhireti kazanmanızı istiyor. Allah’u Teâlâ her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.* Eğer Allah’u Teâlâ’nın (Bedir Savaşı’na katılan Mü’minlere azap etmeyeceğine dair) daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, esirlerden fidye aldığınızdan dolayı büyük bir azâba uğrardınız.″

Bedir’de kâfirlerden alınan yetmiş esir hakkında ne yapılacağını Allah’u Teâlâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e âyetle veya ilhamla bildirmeyip, rüyâda da göstermeyince, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Peygamber Efendimiz dördü müşâvere yaptılar. Hz. Ali genç olduğundan, müşâvere heyetine dâhil edilmedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Ebû Bekir! Esirleri ne yapalım?″ diye sordu. Hz. Ebû Bekir: ″Akrabalarımızdır, belki Müslüman olurlar. Çok ağır fidye alıp bırakalım″ dedi. Hz. Ömer’e sordu. O da: ″Yâ Resûlallah! Ya Müslüman olsunlar, ya da öldürelim; eğer bırakırsak ileride yine bize düşmanlık yaparlar″ dedi.[5] Hz. Osman’a sordu. O da Hz. Ebû Bekir’in söylediği gibi: ″Yâ Resûlallah! Çok para alalım, silahlanalım, kendileri fakir olur. Bizimle harp edemezler″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem çok düşündü. Allah’u Teâlâ’dan da bir işâret gelmeyince, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Osman’ın sözünü tasdik etti. Zenginlerden fidye alıp bıraktılar. Para ödeyemeyecek kadar fakir olanlar da, Medineli on çocuğa okuma yazma öğrettiler, onları da öylece bıraktılar. Fakir olup, okuma yazma bilmeyenler ve diğerleriyle de, kendileriyle harp etmeyeceklerine dair antlaşma yaptılar. Böylece hepsi serbest bırakıldı. Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve ″Siz, onlara acıdınız! Onlar zamanı gelince sizin evlatlarınıza acımayacaklar″ dedi ve daha sonra da Hz. Ömer’in sözünü tasdik eden Sûre-i Enfâl, Âyet 67-68’i okudu.[6] Nitekim Sûre-i Enfâl, Âyet 71’de: ″Eğer o esirler, sana ihânet etmek isterlerse şaşırma…″ diye buyrulmakta ve ileride bu serbest bırakılan müşriklerin, Müslümanlara ihânet ederek büyük zarar verecekleri bildirilmektedir. Nihâyet o bırakılan esirler, yaptıkları antlaşmayı bozarak, Uhud ve Hendek Savaşlarında Müslümanların büyük sıkıntılar çekmelerine sebep olmuşlardır.

Bâzı âlimler; ″İhtiyaç olursa, para karşılığında bırakmakta sakınca yoktur″ demişlerdir. Bu söz, İmam Muhammed’in ″Siyer-i Kebir″ adlı eserinde olan sözüdür. Bu sözünü, Bedir esirlerine yapılan muâmeleden yola çıkarak söylemiştir. İmam-ı Âzam ve İmam Ebû Yusuf’un delili ise; Peygamber Efendimiz, Bedir esirlerini fidye karşılığında bıraktıklarında, Allah’u Teâlâ Resûlü Ekrem Efendimizi; ″Eğer Allah’u Teâlâ’nın (Bedir Savaşı’na katılan Mü’minlere azap etmeyeceğine dair) daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, esirlerden fidye aldığınızdan dolayı büyük bir azâba uğrardınız″ buyruğu ile itap[7] buyurduğunda, Resûlü Ekrem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir ile oturup ağlamışlardı. Zîrâ bu fidye meselesi, Hz. Ebû Bekir’in işâretiyle olmuştu. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e muhalefet etmişti. Resûlullah Sallâhu aleyhi ve sellem:

لَوْ نَزَلَ الْعَذَابُ مَا نَجَا مِنْهُ إلَّا عُمَرَ.

″Eğer bu hususta gökten bir azap inseydi, Ömer’den başkası kurtulamazdı″[8] buyurmuştur.

- İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre; Müslüman ile kâfir esirlerin değiştirilmesi câizdir. Çünkü bu işlemle, bir takım Müslümanlar esaretten kurtarılmış olurlar. Bir Müslümanın kurtulması ise, bir kâfiri öldürmek yahut ondan yararlanmaktan daha iyidir. İmam Şâfii’nin görüşü de böyledir. İmam-ı Âzam’a göre ise, câiz değildir. İmam-ı Âzam; ″Eğer biz o kâfir esirleri geri verirsek, düşmanı güçlendirmiş oluruz. Düşmanın güçlenmesine mâni olmak ise, esarette olan Müslümanı kurtarmaktan daha iyidir. Çünkü esarette olan Müslüman, esarette kalmasının zararını yalnız kendisi çeker. Düşmanın güçlenme zararı ise bütün Müslümanlara aittir″ demiştir.

- İslâm memleketine taşınmaları mümkün olmayan hayvanlar, kesildikten sonra düşmanın yararlanmaması için yakılır. Fakat hayvanların canlı iken ayakları kesilmez. Çünkü bu halde ayaklarını kesmek azaptır. Azap ise yasaklanmıştır. Taşınması mümkün olmayan silahlar da tahrip edilir. Tahrip edilmesi mümkün olmayan silahlar ise, kâfirlerin eline geçmemesi için gömülür.

- Harp yurdunda, ganimet taksim edilmez. Hanefi mezhebine göre; İslâm memleketine getirmeden ganimetler mülkümüz sayılmaz.[9] Ganimet taksim edilmeden önce, bir kimsenin ganimetten düşen hissesini satması câiz değildir. Çünkü ganimet malları, taksim edilmeden kimsenin malı değildir. Ganimete ortak olmada; savaşan, yardım eden, ganimeti İslâm memleketine sokmadan önce yetişen yardımcı kuvvetler eşit durumdadır. Zîrâ ganimet, savaşa katılmak maksadıyla savaşa hazır olanların hakkıdır. Pazarda ticaret için meşgul olanların ganimette hakları yoktur. Zîrâ onların maksatları ticarettir, dini aziz kılmak değildir. Eğer savaşırlarsa, ganimete ortakçı olurlar. Ganimeti, İslâm memleketine sokmadan önce harp yurdunda ölen kimsenin ganimette hakkı yoktur. Eğer ganimet İslâm memleketine getirdikten sonra, o kimse harp yurdunda ölse, nasibi mirasçılarına kalır.

Askerlerin düşman toprağında ele geçirdikleri ganimetlerden hayvanlarına yem vermeleri ve buldukları yiyeceklerden yemeleri câizdir. Kudûrî, bunu böyle mutlak olarak söyleyip, ″Muhtaç oldukları zaman″ diye kayıt koymamış ise de, bir rivâyete göre ihtiyaç şarttır, bir rivâyete göre şart değildir. Birinci rivâyetin dayanağı şudur: Ganimet malları bütün askerler arasında müşterek olduğu için, kişi ondan ancak ona muhtaç olduğu zaman yararlanabilir. İkinci rivâyetin dayanağı da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in:

فِي طَعَامِ خَيْبَرَ كُلُوهَا وَاعْلِفُوهَا وَلَا تَحْمِلُوهَا.

″Hayber’in yiyecekleri hakkında; yiyin, hayvanlarınıza yedirin, fakat yükleyip götürmeyin″[10] diye buyurduğu Hadis-i Şerif’idir. Hem de kişi, savaş esnâsında zengin de olsa, yiyecek ve hayvan yemine dâima muhtaçtır. Çünkü savaşta olan kimse, sürekli olarak yanında ne yiyecek ne de hayvan yemini bulunduramaz. Bu sebeple savaşta olan herkese, ganimetlerden yemesi ve hayvanına yedirmesi câizdir. Silah ise öyle değildir. Çünkü savaşta olan kimse devamlı olarak silâhını beraber bulundurur. Bunun için kişi, ganimet olarak ele geçirilen silahları kullanamaz. Ancak muhtaç olduğu zaman alır, kullanır ve işi bittiği zaman tekrar yerine bırakır. Hayvan da silah gibidir. Bu itibarla eğer ihtiyaç olursa, askerlerin düşman toprağında ele geçirdikleri ganimetlerden taksim yapılmadan önce silah, binek, elbise alması câizdir. İhtiyacı olmayıp kendi silah, binek ve elbisesini korumak için ganimetten bir şey alırsa mekruhtur. Zîrâ ganimet, cemaat arasında müşterek maldır. Kullanılması ve faydalanılması mübah olmaz. İhtiyaç olsun, olmasın; ot, odun, yağ, koku gibi maddelerle faydalanılması câizdir. Bâzı âlimler; ″İhtiyaç duyulursa câizdir″ demişlerdir.

İhtiyaç olsun, olmasın; harp yurdunda ganimet malını satmak suretiyle faydalanmak câiz değildir. Zîrâ ganimet malı, İslâm memleketine getirmeden önce satılırsa, mâlik olunmayan bir şey satılmış olur. Bu ise, câiz değildir, yani mal edinmek dahi câiz değildir. Çünkü ganimet malları, paylaşılmadan önce, kimsenin malı değildir.

Harp yurdundan çıktıktan sonra, taksim edilmeden önce de faydalanmak câiz değildir. Zîrâ taksim edilmeden önce herkesin hakkı vardır, rızâları olmayınca, faydalanmak câiz değildir. İslâm yurduna girdiğinde; ot, yiyecek ve bunlara benzer şeylerden fazla kalanı ganimete geri verir. Eğer bunları ganimete vermeyip; kullanmışsa, kıymetini ganimete öder. Bir görüşe göre; harp yurdundan çıktıktan sonra ganimet malından faydalanmak aslâ câiz değildir. Eğer satmışsa, parasını ganimete verir. Eğer elinde bulunan ganimet malını geri vermeden, ganimet taksim edilmişse, zengin ise, elinde bulunan ganimet malını tasadduk eder.

Kâfirlerden birisi, Müslümanlar kendisini yakalamadan önce Müslüman olursa; kendi nefsini, çocuğunu ve kendiyle beraber olan malını yahut bir Müslümanın veya zımmînin yanında emânet olarak bırakmış olduğu bütün malını kurtarmış olur. Çocuk, babasının Müslüman olmasıyla Müslüman sayılır. Onun taşınır olan mallarına dokunamayız. Çünkü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

مَنْ أَسْلَمَ عَلَى مَالٍ فَهُوَ لَهُ (عد هق عن أبي هريرة)

″Her kim Müslüman olurken, elinde bir mal bulunursa, o mal onundur″[11] diye buyurmuştur. Fakat onun arazi gibi taşınmaz olan malları ganimet olur. Çünkü taşınmaz mallar, ülkenin ayrılmaz birer parçası olduğu için gerçekte şahsın olmayıp ülkeyi idâre eden devletin malıdır. İmam Şâfii’ye göre; taşınmaz mallar da emânet gibidir, yani kendisinin olur. İmam Muhammed’e ve İmam Ebû Yusuf’un bir görüşüne göre; bu kimsenin taşınmaz malları diğer mallar gibi ganimet olmaz. Ama İmam Ebû Yusuf, bir diğer görüşünde, İmam-ı Âzam ile aynı görüştedir, yani taşınmaz mallar ganimet sayılır. Çünkü onlara göre; taşınmaz mallar üzerinde şahsî mülkiyet vücuda gelemez. Bu Müslüman olan kimsenin; büyük çocuğu, karısı, karısının karnında bulunan çocuğu, savaşan kölesi, bir harbînin kendisinden zorla aldığı yahut yanına emânet koyduğu malı ise ganimettir. Büyük oğlu kâfir ve harbîdir, babaya tâbi değildir. Karısı da harbiyedir, kocasına tâbi değildir. Karnındaki çocuk da, kendi gibidir. Savaşan kölesi de, efendisinin hükmünden çıkıp harp yurdunun halkına tabi olmuştur. Ama kölesi savaşmazsa, ganimet olmayıp efendisine tâbi olur.

İmam-ı Âzam’a göre; harp yurdunda bir mal ele geçirilince, ona mâlik olunur. Zîrâ mal, ma’sûm[12] değildir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre ise; mal ma’sûm olup, sahibine tâbidir. Bâzı âlimler; ″Bu meselede İmam Ebû Yusuf, İmam-ı Âzam ile aynı görüştedir″ demişlerdir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, ganimet malından herhangi bir şeye ihânet edenin, âhiret günündeki hâlini beyan ederek şöyle buyurmuştur:

قَامَ فِينَا النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَذَكَرَ الْغُلُولَ فَعَظَّمَهُ وَعَظَّمَ أَمْرَهُ قَالَ لَا أُلْفِيَنَّ أَحَدَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلَى رَقَبَتِهِ شَاةٌ لَهَا ثُغَاءٌ عَلَى رَقَبَتِهِ فَرَسٌ لَهُ حَمْحَمَةٌ يَقُولُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَغِثْنِي فَأَقُولُ لَا أَمْلِكُ لَكَ شَيْئًا قَدْ أَبْلَغْتُكَ وَعَلَى رَقَبَتِهِ بَعِيرٌ لَهُ رُغَاءٌ يَقُولُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَغِثْنِي فَأَقُولُ لَا أَمْلِكُ لَكَ شَيْئًا قَدْ أَبْلَغْتُكَ وَعَلَى رَقَبَتِهِ صَامِتٌ فَيَقُولُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَغِثْنِي فَأَقُولُ لَا أَمْلِكُ لَكَ شَيْئًا قَدْ أَبْلَغْتُكَ أَوْ عَلَى رَقَبَتِهِ رِقَاعٌ تَخْفِقُ فَيَقُولُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَغِثْنِي فَأَقُولُ لَا أَمْلِكُ لَكَ شَيْئًا قَدْ أَبْلَغْتُكَ (خ عن ابى هريرة)

Bir keresinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem içimizde ayağa kalktı da ganimet ve millet malına hainlik etme meselesini anlattı ve bu hususun büyük bir mesele olduğunu bildirdi ve şöyle buyurdu:

- Sakın sizden birinizi, mahşer gününde omuzunda meleyen bir koyunla veya kişneyen bir at ile bulmayayım. O kimse bana: ″Yâ Resûlallah! Sen beni kurtar″ der. Ben de ona: ″Sana bir şey yapacak güçte değilim. Çünkü ben sana tebliğ etmiştim″ diyeceğim. Yine sizden birinizi omzu üzerinde böğüren bir sığır ile bulmayayım. O kişi ba­na: ″Yâ Resûlallah! Beni kurtar″ der. Ben de ona: ″Sana bir şey yapacak güçte değilim. Çünkü ben sana tebliğ etmiştim″ diyeceğim. Yine sizden birinizi, omzu üzerinde, altın veya gümüş yüklü olarak bulmayayım. O kişi bana: ″Yâ Resûlallah! Beni kurtar″ der. Ben de ona: ″Sana bir şey yapacak güçte değilim. Çünkü sana tebliğ etmiştim″ diyeceğim. Sizden biri­nizi, omzu üzerinde sallanan ganimet elbisesi ile bulmayayım. O kimse: ″Yâ Resûlallah! Beni kurtar″ der. Ben de ona: ″Sana bir şey yapacak güçte değilim. Çünkü sana tebliğ etmiştim″ diyeceğim.[13]


[1] Sahih-i Buhârî, Salat 56; Sahih-i Müslim, Mesâcid 1 (3).

[2] Sahih-i Müslim, Fedâil 2 (3); Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 12; Sünen-i Tirmizî, Menâkib 3.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 4869.

[4] Bu hususta bakınız: Sûre-i Ahzâb, Âyet 26-27; Sahih-i Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1591.

[5] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 7, s. 190.

[6] Ayrıca bakınız: Sahih-i Müslim, Cihat 18 (58 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 203; Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 121; Sünen-i Tirmizî, Tef­sir’ul-Kur’ân 8.

[7] İtap: Azarlama ve paylama anlamına gelmektedir.

[8] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfat, c. 1, s. 344; Serahsî, Mebsut, c. 12, s. 341.

[9] İmam Şâfii’ye göre; İslâm memleketine getirmeden ganimetler mülkümüz sayılır. Bu sebeple ona göre; düşman toprağında dahi ganimetlerin taksiminde sakınca yoktur. Hanefilerin delili; Peygamber Efendimizin ganimetleri harp yurdunda satmaktan nehyetmesidir. Zîrâ bir malı taksim etmek de onu satmak hükmünde olduğu için taksim de nehyin altına girer. Hem de, bir şeyi ele geçirmek onu güven altına almakla olur. Ganimet malları ise, düşman toprağından dışarı çıkarılmadıkça, güven altında olmayıp sahipleri tarafından her an için geri alınması mümkündür. (Hidâye Tercümesi, c. 2, s. 291)

[10] Hidâye Tercümesi, c. 2, s. 293; el-İnâye Şerh’ul-Hidâye, c. 7, s. 493.

[11] Hidâye Tercümesi, c. 2, s. 294; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 11020.

[12] Ma’sûm: Allah’u Teâlâ tarafından koruma altında olan ve şayet insan olması hasebiyle bir hata işleyecek olsa hatası üzerinde bırakılmayan kimse, demektir. İkinci mânâsı da; günah işlemekten, hatâya düşmekten korunmuş kimse.

[13] Sahih-i Buhârî, Cihat 189; Sahih-i Müslim İmâre 6 (24).