ZİNÂ HADDİ:

Zinâ edenler hakkındaki cezâya, zinâ haddi denilir. Zinâ; akıllı ve ergenlik çağında bulunan bir şahsın, kendisine zorla yaptırılmış olmaması, nikah mülkü, satın alma (câriye) mülkü, bâin talak ile boşanan kadın iddet çekerken devam eden nikah mülkü gibi şüphelerden uzak bulunan bir kadına ön tarafından cinsel ilişkide bulunmasıdır. Kısaca zinâ; bir erkeğin, aralarında nikâh bağı ve şüphesi bulunmayan bir kadınla ön tarafından cinsel birleşmesidir.

- Zinâ, selâhiyetli olan bir hâkimin huzurunda usûlü dâiresinde sâbit olmadıkça, bu husustaki cezâ tatbik edilemez. Zinâ, hâkimin huzurunda ya beyyine (delil) ya da ikrar ile sâbit olur. ″Beyyine″; hâkimin huzurunda toplu oldukları halde dört şâhidin, bir erkek veya kadının zinâ ettiğine dair şâhitlik etmeleridir. Zîrâ Sûre-i Nûr, Âyet 4’te: ″İffetli olan kadınlara zinâ isnat edip de, sonra dört şâhit getirerek ispat edemeyenlere seksen değnek vurun″ diye buyrulmuştur. ″Dört erkek şâhidin şart kılınması, bu işi örtmek mânâsına delâlet vardır. Çünkü böyle bir işi dört şahsın görmesi çok azdır″ denilmiştir.

İmam-ı Âzam’a göre; şâhitlerden biri, kişinin eşi olabilir. İmam Mâlik, İmam Şâfii ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre ise, bu câiz değildir.

Dört şâhidin erkek, hür, âdil ve Müslüman olmaları şarttır. Zinâ dâvasında kadınların erkeklerle birlikte şâhitliği, şâhitlik üzerine şâhitlik ve hâkimin hâkime mektubu kabul edilmez. Zinâ şâhitlerinde şu yedi şart aranır: ″1- Dört kişi olmaları. 2- Erkeklik. 3- Hürriyet. 4- Adâlet. 5- İslâm. 6- Zinâyı tarif etmek. 7- Şâhitliği tek mecliste yapmak.″ Dört kişiden az kişi şâhitlik yaparsa, şâhitlikleri kabul edilmez. Bunlar iftirâcı konumunda olup, şâhitlik yapılan kişilerin talep etmesi hâlinde iftirâ cezâsıyla cezâlandırılırlar. Bunlar ayrı ayrı gelip, farklı zamanlarda şâhitlik yaptıklarında da şâhitlikleri kabul edilmez ve iftirâcı kabul edilip, iftirâ cezâsıyla cezâlandırılırlar. Ancak dördü, tek bir mecliste hazır bulunup şâhitlik sandalyesine oturur ve teker teker hâkimin huzurunda gidip şâhitlik ederlerse, şâhitlikleri kabul edilir.[1]

Beyyinenin tamamlanması için evvelâ şâhitlere bir takım sorular yöneltilmesi, ikinci olarak şâhitlerin şâhitliğe ehil olduklarının ortaya konması gerekir.

Hâkim, dört şâhide zinânın hakikatinden (erkeğin tenâsül uzvunun, kadının tenâsül uzvuna girmesinden) sorar. ″Kâfi″ adlı eserde şöyle denilmiştir: Hâkim, zinânın hakikatinden sorar. Zîrâ insanların çokları her haram olan cinsî yakınlığın zinâ olduğuna inanırlar. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in:

الْعَيْنَانِ تَزْنِيَانِ وَالْيَدَانِ تَزْنِيَانِ وَالرِّجْلَانِ تَزْنِيَانِ (حم عن ابن مسعود)

″Gözler zinâ eder, eller zinâ eder, ayaklar zinâ eder, ferç zinâ eder″[2] Hadis-i Şerif’i, cinsel ilişkiden başka işlere de zinâ adı verildiğine delildir. Fakat zinâ haddi, yalnız cinsî ilişkiden dolayı lâzım gelir.

Hâkim, dört şâhide zinânın nasıl olduğunu sorar. Bir kimseye zorla zinâ yaptırılsa, o kimseye zinâ haddi vurulmaz.

Hâkim, dört şâhide zinâ eden kimsenin hangi kadınla zinâ ettiğini sorar. ″Zinâ etti″ dedikleri kimse, kendisine helal olan yahut nikah mülkü gibi şüpheli olan bir kadına cinsel ilişkide bulunmuş olabilir. Fakat şâhitler bunu bilemeyebilir.

Hâkim, dört şâhide nerede zinâ ettiğini sorar. Çünkü o kişi, harp yurdunda[3] zinâ etmiş olabilir. Harp yurdunda zinâ, haddi gerektirmez.

Hâkim, dört şâhide ne zaman zinâ ettiğini sorar. Çocuk iken veya deli iken yahut uzun zaman önce yapmış olabilir. Zîrâ uzun zaman önce yapılan zinâdan dolayı had vurulmaz. Ama uzun zaman önce zinâ ettiğini, şahsın kendisi ikrar ederse, zinâ haddi vurulur. Uzun zaman, sahih olan görüşe göre; bir aydır. Zaman aşımının ölçüsü İmam-ı Âzam’a göre, hâkimin takdirine bırakılır. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre ise, bir ay uzak, daha azı ise yakın zaman sayılır. Dolayısıyla üzerinden bir aydan az zaman geçmiş hâdisedeki şâhitlikleri kabul edilir. Hidâye’de; İmam-ı Âzam’dan, uzun zamanın bir ay olduğuna dair rivâyet de vardır.[4] Hulâsa; içkiden başka hadlerdeki uzun zaman, bir ay ile takdir edilmiştir.[5] Şâhitler, haddi gerektiren bir suça dair şâhitliklerini bir aydan önce yaparlarsa şâhitlikleri kabul edilir. Ama bir ay veya bir aydan sonra şâhitlik yaparlarsa, şâhitlikleri kabul edilmez. Ancak, mesâfenin uzaklığı, şâhitlerin hastalığı veya yolların korkulan bir hâlde bulunması gibi bir sebepten dolayı olursa kabul edilir. Bu husus Hidâye’de; ″Eğer hâkim ile şâhitlerin arasındaki uzaklık bir aydan az ise böyledir. Eğer bu uzaklık bir ay veya daha fazla ise, aradan bir ay geçmesi şâhitliklerini kabule mâni değildir. Çünkü o zaman şâhitler hâkimden uzak oldukları için hâkime geç bildirmiş olurlar″[6] diye geçmektedir.

Bu şâhitler, hâkimin sorduğu soruları açıklarlar ve o şahsın tenâsül uzvunu, o kadına zinâ ederken sürmedanın içindeki mil gibi gördüklerine şâhitlik ederlerse, zinâ sâbit olmuştur. Onlara; ″Görmek için baktık″ derlerse şâhitlikleri kabul edilir. Ama ″Ondan zevk almak için baktık″ derlerse, şâhitlikleri kabul edilmez.

Hâkim hüküm vermezden önce, şâhitlerin gizli ve açık hallerini araştırır ve onların hem görünürde, hem de gerçekte adâletli kimseler oldukları kanaatı kendisinde hâsıl olduktan sonra şâhitlikleriyle hükmeder. Şâhitlerin görünürde adâletli kimseler olmalarıyla yetinilmemesinin sebebi de yine, cezâyı uygulamamak için yol aramaktır. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

ادْرَءُوا الْحُدُودَ مَا اسْتَطَعْتُمْ (عب عمر بن الخطاب)

″Gücünüz yettiği kadar, şüpheli durumlarda had cezâlarını düşürün″[7] diye buyurmuştur. İddialarında doğru olma ihtimâli bulunduğundan, bunlara zinâ iftirâsı cezâsı uygulanmaz. Daha önce iftirâ suçundan had cezâsı görmüşlerse veya kör iseler onlara iftirâ cezâsı verilir. Çünkü körler, şâhitlik ettikleri olayı göremeyeceklerinden, onların yalancı, dolayısıyla iftirâcı oldukları kesinleşmiş olur. İftirâ cezâsından hüküm giymiş kimseler de şâhitliğe ehil olmadıklarından, iftirâ etmiş olurlar ve bu yüzden onlara iftirâ cezâsının uygulanması gerekir. Şahsî haklarda ise, İmam-ı Âzam’a göre; şâhitlerin görünürde adâletli olmalarıyla yetinilir.

İmam Muhammed, el-Mebsud’da; şâhitler, birisi hakkında şâhitlik ettikten sonra hâkim, şâhitlerin durumunu araştırıncaya kadar, zinâ sanığı olduğu için, o kimseyi hapseder. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir hırsızlık sanığını durumunun tahkiki sırasında hapsetmişti. Şahsî haklar ise öyle değildir. Çünkü şahsî haklar için şâhitlerin adâletli olmaları sâbit olmadan kimse hapsedilemez″ demiştir.[8]

Şâhitlerin tümünün hem gizlide, hem açıkta adâletlerine onay verilirse buna göre hükmedilir. Recmden önce şâhitliklerinden dönerlerse zinâ cezâsı düşer ve onlara iftirâ cezâsı verilir. Haddin düşmesinin sebebi, onların şâhitlikten dönmesiyle evvelki şâhitliklerinin geçersiz hâle gelmesidir. Şâhitliklerinden recmden sonra dönerlerse diyet öderler. Dördünden biri dönerse diyetin dörtte birini öder ve iftirâ cezâsıyla cezâlandırılır.

- ″İkrâr″; akıllı, ergenlik çağında bulunan bir kimsenin zinâ ettiğini dört defa söylemesiyle zinânın sâbit olmasıdır. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mâiz Radiyallâhu anhu’ya dört defa ikrâr edinceye kadar zinâ haddini uygulamamıştır. Bu hâdiseyi Süleyman b. Büreyde, babasından nakilde bulunarak şöyle anlatmıştır:

جَاءَ مَاعِزُ بْنُ مَالِكٍ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ طَهِّرْنِي فَقَالَ وَيْحَكَ ارْجِعْ فَاسْتَغْفِرْ اللّٰهَ وَتُبْ إِلَيْهِ قَالَ فَرَجَعَ غَيْرَ بَعِيدٍ ثُمَّ جَاءَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ طَهِّرْنِي فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَيْحَكَ ارْجِعْ فَاسْتَغْفِرْ اللّٰهَ وَتُبْ إِلَيْهِ قَالَ فَرَجَعَ غَيْرَ بَعِيدٍ ثُمَّ جَاءَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ طَهِّرْنِي… (م عن سليمان بن بريدة)

Maiz b. Mâlik, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek; ″Yâ Resûlallah! Beni temizle!″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Vah sana! Dön de Allah’tan bağışlanma dile ve O’na tevbe et″ buyur­du. Mâiz, daha fazla uzaklaşmadan geri döndü ve ″Yâ Resûlallah! Beni temizle″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem tekrar: ″Vah sana! Dön de Allah’tan bağışlanma dile ve O’na tevbe et″ buyur­du. Mâiz, daha fazla uzaklaşmadan geri döndü ve ″Yâ Resûlallah! Beni temizle″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem aynı şeyi söyledi. Nihâyet dördüncü defa tekrar edince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Seni ne hususta temizleyeyim?″ diye sordu. Mâiz: ″Zinâdan″ dedi. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bunda delilik var mı?″ diye sordu. Kendilerine onun deli olmadığı haber verildi. ″Şarap içmiş mi?″ diye sordu. Hemen bir zât kalkarak onun ağzını kokladı; fakat şarap kokusu bulamadı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem tekrar: ″Sen zinâ mı ettin?″ diye sordu. Mâiz: ″Evet″ cevabını verdi. Artık emir buyurdular. Bu şekilde dört kere tekrar edince de, Mâiz recmedildi. Onun hakkında cemaat iki fırka olmuştu. Kimisi, ″Helâk oldu! Onu günahı kuşattı″ diyor. Bâzısı da, ″Mâiz’in tevbesinden efdal tevbe olmaz! Zîrâ o, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek elini onun eline koydu. Sonra -beni taşlarla öldür- dedi, diyordu. Bu hâl üzere iki veya üç gün durdular. Daha sonra onlar otururken Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem gelerek selâm verip oturdu ve arkasından: ″Mâiz b. Mâlik için istiğfar edin″ buyurdu. Ashâb: ″Allah’u Teâlâ, Mâiz b. Mâlik’i bağışlasın″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″Gerçekten o öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe bir ümmet arasında taksim edilse onlara yeterdi″ buyurdu.

Râvi der ki: Sonra Ezd kabilesinin Gâmid kolundan bir kadın geldi ve: ″Yâ Resûlallah! Beni temizle!″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Vah sana! Dön de Allah’tan bağışlanma dile ve O’na tevbe et″ buyur­du. Kadın: ″Görüyorum ki, beni, Mâiz’i çevirdiğin gibi geri çevirmek is­tiyorsun″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ne oldu sana?″ diye sordu. Kadın kendisinin zinâdan gebe oldu­ğunu söyledi. Bunun üzerine: ″Sen mi?″ diye buyurdu. Kadın: ″Evet″ cevabını verdi. O’na: ″Karnındakini doğuruncaya kadar bekle″ buyurdu. Derken kadın doğuruncaya kadar geçimini Ensârdan bir zât üzerine aldı. Daha sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek, ″Gâmid’li kadın doğurdu″ dedi. Peygamber Efendimiz: ″O halde onu recmedip de çocuğunu küçük olduğu halde emzirecek kimsesiz bırakamayız″ buyurdu. Bunun üzerine Ensârdan bir zât ayağa kalkarak, ″Çocuğun bakımı bana ait olsun Yâ Nebiyyallah!″ dedi. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem emir bu­yurdu ve kadın recmedildi.[9] Bu hususta bir diğer nakilde şu ziyâde de vardır: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem o kadının cenâze namazını bizzat kendisi kıldırdı. Bunun üzerine Hz. Ömer: ″Yâ Nebiyyallah! Bu kadının cenâze namazını kıldırdın. Halbuki o zinâ et­miştir″ deyince Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

لَقَدْ تَابَتْ تَوْبَةً لَوْ قُسِمَتْ بَيْنَ سَبْعِينَ مِنْ أَهْلِ الْمَدِينَةِ لَوَسِعَتْهُمْ وَهَلْ وَجَدْتَ تَوْبَةً أَفْضَلَ مِنْ أَنْ جَادَتْ بِنَفْسِهَا لِلَّهِ تَعَالَى (م عن عمران بن حصين)

″Gerçekten o öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe Medinelilerden yetmiş kişi arasında taksim edilse onlara yeterdi. Sen Allah için canını vermekten daha faziletli bir tevbe gördün mü?″[10]

İmam Şâfii; ″Zinâ suçunu diğer haklar gibi bir defa ikrâr etmek kifâyet eder. Çünkü ikrârın doğru veya yalan olması ihtimali bakımından bir kere ile dört kere arasında fark yoktur. Fakat şâhit sayısının fazla olması öyle değildir″ demiştir. Hanefilerin delili ise, Mâiz Radiyallâhu anhu’nun bu hâdisesidir. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, dört kere ve ayrı ayrı yerlerde ikrâr etmedikçe cezâlandırmaya geçmemiştir. Oysa eğer suçu daha aşağı bir sayı ile sâbit olsaydı, Peygamber Efendimiz onu cezâlandırmayı dört kere ikrâr edinceye kadar ertelemezdi. Hem de her şey iki şâhit ile sâbit olurken, zinânın ancak dört şâhit ile sâbit olması gösteriyor ki, zinâda bir özellik vardır. Bu özellik de, şeriatın zinânın gizli kalıp sâbit olmamasını istemesidir. Bunun için zinâ nasıl dörtten az şâhit sayısı ile sâbit olmuyorsa, dörtten az bir sayıda ikrâr ile de sâbit olmaz ve bu ikrârlar da yukarıda geçtiği üzere ayrı ayrı yerlerde olması gerekir. Çünkü eğer dört kere bir yerde olursa, bir kere ikrâr edilmiş sayılır. İmam-ı Âzam’dan rivâyet olunduğuna göre; ayrı ayrı yerlerde ikrâr etmek de, her defasında hâkimin onu kovması ve gidip kaybolduktan sonra bir daha gelip söylemesi şeklinde olur. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mâiz Radiyallâhu anhu’ya o derece kızıp kovmuştu ki, Mâiz Radiyallâhu anhu utancından gidip, Medine hurmalıkları arasında gizlenmişti.[11]

Zinâ ettiğini ikrâr eden kimse, had vurulmadan önce yahut had vurulurken sözünden dönerse, had vurma bırakılır ve o kişi salıverilir. Çünkü onun dönmesi, doğru olma ihtimali bulunan bir haberdir. Bu takdirde, araya şüphe girer. Böyle olunca Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in:

ادْرَءُوا الْحُدُودَ مَا اسْتَطَعْتُمْ (عب عمر بن الخطاب)

″Gücünüz yettiği kadar, şüpheli durumlarda had cezâlarını düşürün″[12] Hadis-i Şerif’iyle amel edilir ve had cezâsı uygulanmaz.

İmam Şâfii; ″İkrârından dönse de artık cezâlandırılması gerekir. Zîrâ ona cezâ lâzım geldikten sonra ikrarından dönüşü, şâhitlerin ifadesiyle kendisine cezâ lâzım gelen kimsenin inkârı gibidir. Bu kimsenin inkârı nasıl ona bir yarar sağlamıyorsa, bunun da ikrarından dönüşü ona bir yarar sağlamaz. Nihâyet bu kimse de, ikrârı üzerine kısas veya zinâ isnadının cezâsı lâzım gelen kimse gibidir. Bu kimsenin ikrarından dönüşü nasıl onu kısas veya zinâ isnadı cezâsından kurtaramıyorsa, bu da öyledir″ demiştir. Hanefiler ise diyor ki: ″İkrârın kendisi nasıl doğru olabilen bir haber ise, ikrardan dönüş de doğru olabilen bir haberdir. Kişiyi yalanlayan bir kimse de bulunmadığı için ikrârın doğruluğuna şüphe düşmüş olur. Şahsî bir hak olan kısas ile zinâ isnadının cezâsı ise öyle değildir. Zîrâ bunlar, şahsî birer hak oldukları için kişinin karşısında onu yalanlayan bir dâvacı bulunmaktadır. Zinâ cezâsı ise, tamamen şeriatın bir hakkıdır.″

Hâkimin, zinâ ettiğini ikrâr eden kimseye; ″Sen onu öpmüşsündür″ yahut ″Sen ona yapışmışsındır″ yahut ″Şüphe ile cinsel ilişkide bulunmuşsundur″ diye zinâ suçundan dönmesi için telkinde bulunması mendubdur. Zîrâ bir nakilde, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

لِمَاعِزٍ لَعَلَّك لَمَسْتهَا أَوْ قَبَّلْتهَا. (د عن ابن عباس)

Mâiz Radiyallâhu anhu’ya; ″Belki sen ona elinle dokunmuş yahut öpmüşsün″[13] diye buyurmuştur.


[1] Delilleriyle Hanefi Fıkhı, s. 735.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 3717

[3] Harp yurdu, yani Dâr’ul-Harp: Savaş, kavga meydanı, her an harp olabilecek yer anlamına gelmektedir.

[4] Hidâye Tercümesi, c. 2, s. 230.

[5] İçki içmedeki uzun zaman; içki içen kimsenin ağzının kokusunun gitmesiyle takdir edilmiştir. İmam Muhammed’e göre; diğer suçlar gibi, bir aydır. Bu sebeple mesâfe uzak olmadığı halde şarabın kokusu gittikten sonra, bir kimse şarap içtiğini ikrâr etse yahut iki erkek şarap içtiğine dair şâhitlik etseler, İmam-ı Âzam ile İmam Ebû Yusuf’a göre, o kimseye had vurulmaz.

[6] Hidâye Tercümesi, c. 2, s. 230.

[7] Abdurrezzâk es-San’ânî, Musannef, Hadis No: 13641; Kez’ul-Ummal, Hadis No: 12956, 13414; Mültekâ Tercümei, Mevkûfat, c. 1, s. 323.

[8] Hidâye Tercümesi, c. 2, s. 209.

[9] Sahih-i Müslim, Hudûd 5 (22). Yine bakınız: Sünne-i Ebû Dâvud, Hudûd 23.

[10] Sahih-i Müslim, Hudûd 5 (24).

[11] Hidâye Tercümesi, c. 2, s. 210.

[12] Abdurrezzâk es-San’ânî, Musannef, Hadis No: 13641; Kez’ul-Ummal, Hadis No: 12956, 13414; Mültekâ Tercümei, Mevkûfat, c. 1, s. 323.

[13] el-İnâye, Şerh’ul-Hidâye, c. 7, s. 151; Sünne-i Ebû Dâvud, Hudûd 23.