Zekâtın Sıhhat Şartları:

1- Niyet etmek:

Verilen zekâtın geçerli olması için, zekât verilirken veya farz olan zekât miktarı ayrılırken zekâta niyet edilmelidir. Zîrâ her ibâdette olduğu gibi zekatta da niyet şarttır. Niyetin dil ile söylenmesi şart değildir, kalben niyet edilmesi de yeterlidir.

Bir kimse; ″Hükümdâr olan kişi, bir kimseden zorla zekâtını alıp ehline verse, o kimsenin borç olan zekâtı ödenmiş olur. Halbuki o kimse, zekât vermeye niyet etmemiştir. Buna göre niyetsiz zekât sahih olmamalıydı″ diye sorarsa; ″Hükümdârın zekâtı zorla alma hakkı vardır. Onun zekâtı alıp, zekâtın verilmesi lâzım olan yere vermesi sahibinin rızâ ve niyetiyle vermesi yerine geçer. Babanın küçük çocuğu için fıtır sadakasını vermesi gibi. Zîrâ hükümdârın verirken zekât niyetiyle vermesi yeterlidir″ diye cevap verilir.

Zekât verecek kimse, malının hepsini niyetsiz sadaka olarak verse, zekât o kimseden düşer. İmam Ebû Yusuf’a göre; eğer bir kimse malının bir kısmını zekâta niyet etmeksizin sadaka olarak verse, verilen kısmın zekâtı düşmez. İmam Muhammed’e göre ise, verilen kısmın zekâtı kendisinden düşer.

Zekât ile yükümlü olan kimse, zekâtı bizzat kendisi vereceği gibi, başkasını vekil tayin ederek de verebilir. Her iki durumda da zekât verecek kişinin niyet etmesi gerekir. Bu sebeple eğer vekil tayin edecekse, vereceği malı vekile teslim ederken zekâta niyet etmesi gerekir.

Ortak olan iki kişiden biri diğer ortağının vekâleti olmadan onun adına zekât verse sahih olmaz. Çünkü ortağı zekâta niyet etmemiş oluyor. Ancak ortağı kendisini zekâtımı ver diye vekil tayin ederse, o zaman sahih olur. Meselâ: Koyun sürüsüne ortak iki kişinin seksen koyunu olsa, her birinin kırk koyun hissesi olacağından birer koyun zekât vermeleri gerekir.

Bir kimse öşrî olan bir araziyi yahut harâcî olan bir araziyi satın alsa, o araziye zekât düşmez. Zîrâ tarlanın hakkı öşür veya haraçtır. Beyâniye’de dahi böyledir.[1] Daha geniş bilgi için ″Öşür″ konusuna bakınız.

2- Zekâtı ehil olan kişilere vermek:

Verilen zekâtın geçerli olması için, zekât veren kimsenin zekâtlık malını mülkünden çıkarıp ehil olan kişiye mülkü olmak üzere vermesi gerekir. Zekat, yemek ikramı şeklinde verilemez.

Zekât vermek, kulun kulluktaki sadâkatine delâlet eder. Bu bakımdan zekâta sadaka da denilmiştir. Bununla beraber sadaka tabiri, zekâttan daha kapsamlıdır. Vâcibleri de, nâfileleri de içine alır.

Kimlere zekât verilmesi gerektiğine dair Allah’u Teâlâ Sûre-i Tevbe, Âyet 60’ta şöyle buyurmaktadır:

Sadakaların (zekâtın); ancak fakirlere, miskinlere, zekât toplamakla görevli olan memurlara, müellefe-i kulûba (kalbi İslâm’a yönelecek kişilere), kölelere, borçlulara, Allah yolunda cihat edenlere ve yolda kalmış gariplere verilmesi Allah tarafından farz kılınmıştır. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Sadaka, Müslümanların kendi malından sırf Allah için muhtaçlara vermek üzere ayırdığı hisse demektir. Sadaka üç kısımdır. Biri farz, biri vâcip, diğeri de nâfiledir. Farz olan sadaka, zekâttır. Âyette kastedilen de budur. Vâcip olan sadaka, Ramazan ayında verilen Sadaka-i Fıtır’dır. Bunların hâricinde verilen de nâfile olan sadakadır.

Âyet-i Kerîme’de kendilerine zekât verilebilecek kimseler madde madde şöyle beyan edilmiştir:

Fakirler: Aslî ihtiyaçlarının hâricinde nisab (80 gr altın) miktarının altında malı olan kimselerdir.

Miskinler: Aslî ihtiyaçlarının hâricinde kendisine ait hiçbir malı olmayıp, bir günlük yiyeceği olan kimsedir. Bunlar hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَيْسَ الْمِسْكِينُ بِهَذَا الطَّوَّافِ الَّذِي يَطُوفُ عَلَى النَّاسِ فَتَرُدُّهُ اللُّقْمَةُ وَاللُّقْمَتَانِ وَالتَّمْرَةُ وَالتَّمْرَتَانِ قَالُوا فَمَا الْمِسْكِينُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الَّذِي لَا يَجِدُ غِنًى يُغْنِيهِ وَلَا يُفْطَنُ لَهُ فَيُتَصَدَّقَ عَلَيْهِ وَلَا يَسْأَلُ النَّاسَ شَيْئًا (م خ عن ابى هريرة)

″Miskin, şu kapı kapı dolaşmayı meslek edinen, bir şeyler istemek için halkı dolaşıp halkın da kendisine bir iki lokma, bir iki hurma verdiği dilenci değildir.″ Sahâbîler: ″Öyle ise miskin kimdir, Yâ Resûlallah?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Miskin, kendisine yetecek zenginliği olmayan, kendisine verilmesi için halk tarafından zaruret durumu bilinmeyen, kendisi de kalkıp halktan bir şey istemeyen kimsedir.″[2]

Zekât toplamakla görevli olan memurlar: Zekât memurları, ancak halife tarafından tayin edilen kimselerdir. Bunlar, zekâtı halife adına toplar ve halife de, zekâtı âyette verilmesi emredilen kişilere dağıtırdı.

Bu hususta Ebû Humeyd es-Saidi Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Esed kabilesinden, İbn-i el-Lutbiyye isimli bir kişiyi zekât toplamak için memur tayin etti. O kişi dönüp gelince zekâttan topladığı mallar için:

- Bu sizindir. Bu da bana aittir. Çünkü bu bana hediye edilmiştir, dedi. Bu­nun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem minbere çıktı. Allah’a hamd edip onu övdükten sonra şöyle buyurdu:

مَا بَالُ عَامِلٍ أَبْعَثُهُ فَيَقُولُ هَذَا لَكُمْ وَهَذَا أُهْدِيَ لِي أَفَلَا قَعَدَ فِي بَيْتِ أَبِيهِ أَوْ فِي بَيْتِ أُمِّهِ حَتَّى يَنْظُرَ أَيُهْدَى إِلَيْهِ أَمْ لَا وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَا يَنَالُ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْهَا شَيْئًا إِلَّا جَاءَ بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يَحْمِلُهُ عَلَى عُنُقِهِ بَعِيرٌ لَهُ رُغَاءٌ أَوْ بَقَرَةٌ لَهَا خُوَارٌ أَوْ شَاةٌ تَيْعِرُ ثُمَّ رَفَعَ يَدَيْهِ حَتَّى رَأَيْنَا عُفْرَتَيْ إِبْطَيْهِ ثُمَّ قَالَ اللّٰهُمَّ هَلْ بَلَّغْتُ مَرَّتَيْنِ (م عن ابى حميد الساعدى)

″Ne oluyor bir vazifeliye ki, ben onu gönderiyorum, o da döndüğünde: ″Bu mallar sizindir, bunlar da bana hediye edildi″ diyor. Babasının veya annesinin evinde otursun da görsün bakalım, ona hediye ediliyor mu, edil­miyor mu? Muhammed’in nefsi, kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, siz­den herhangi bir kimse o sadakalardan (zekâttan) bir şey alacak olursa o kimse, mahşer gününde o sadakayı mutlaka boynunda taşıyarak gelecektir. Onun boynunda, böğüren bir deve veya böğüren bir sığır, yahut meleyen bir koyun şeklinde olacaktır.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ellerini yukarı kaldırdı. Öyle ki, biz onun koltuk altı beyazlarını gördük. Sonra şöyle buyurdu: ″Allah’ım! Tebliğ ettim mi? Allah’ım! Tebliğ ettim mi?″[3]

Müellefe-i kulûb: Kalbi İslâm’a yönelecek olan kişilerdir. Bu madde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu’nun hilafeti zamanında icmâ ile zekât sınıfından düşürülmüştür.

Müellefe-i kulûb, kendilerine zekât verilmesi için Hz. Ebû Bekir’e müracaat etmişlerdi. Hz. Ebû Bekir onlara zekât verilmesi için, Hz. Ömer’e bir mektup yazmıştı. Bunlar mektubu Hz. Ömer’e verdiklerinde, Hz. Ömer mektubu yırtmış ve ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, sizin kalplerinizi İslâm’a ısındırmak için zekât vermiştir. Ama şimdi Allah’u Teâlâ, İslâm Dîni’ni aziz kılmış ve size ihtiyaç kalmamıştır. Bundan sonra ya İslâm, ya kılıç vardır″ diye buyurmuştur. Bunlar tekrar Hz. Ebû Bekir’e gelerek:

- Verdiğiniz mektubu, Hz. Ömer yırttı ve bize: ″Yâ İslâm, ya kılıç″ dedi. ″Halife siz misiniz, yoksa Hz. Ömer midir?″ deyince Hz. Ebû Bekir: ″İnşâallah o da halifedir″ diye cevap vermiştir. İşte böylece müellefe-i kulûb icmâ ile zekât sınıfından düşürülmüştür.[4] Bu sebeple Hanefiler, zekâtın müellefe-i kulûb’a verilemeyeceği görüşündedir.

İmam Taberî de tefsirinde, müellefe-i kulûb ve zekât memurları hakkında şöyle buyurmuştur: ″Bâzı âlimler, zekât veren kişinin zekâtını, verilecek kimselere taksim etmek istemesi hâlinde zekâtı, altı sınıfa taksim etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü müellefe-i kulûb, bu âlimlere göre; artık ortadan kalkmış, zekât toplama memurları da bu du­rumda söz konusu değildir.[5] Bu sebeple sayılan sekiz sınıfın altısı kalmıştır. Bunun için mükellef olan kişi, zekâtını bu altı sınıftan dilediğine dağıtır. Eğer toplanan zekâtı, halife toplayıp dağıtacak olursa, yedi sınıfa verir. Çünkü bu durumda zekât topla­yan memurlar da mevcuttur.″

İşte buradan anlaşıldığı üzere zekât memurları, ancak halife tarafından tayin edilebilir. Bu sebeple bâzı kimselerin; ″Biz zekât topluyoruz″ diyerek zenginlerin kapısına gidip, bir şeyler koparabilmek için, onlara zenginliğinden dolayı tevâzu göstermeleri aslâ dinde yeri olmayan bir davranıştır. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ دَخَلَ عَلَى غَنِيٍّ فَتَضَعْضَعُ لَهُ ذَهَبَ ثُلُثَا دِينِهِ (هب عن ابن مسعود)

″Kim bir zengine gider de onun malı için karşısında küçülürse, dininin üçte ikisi gider.″[6]

Köleler: Efendisiyle hürriyetine kavuşmak üzere anlaşan kölelerdir. Ancak böyle anlaşması olmayan kölelere zekât verilmez.

Borçlular: Günah yolunda olmayarak borçlanan borçlulara da zekât verilebilir. Hanefilere göre borçlu, borcu olan ve borcundan başka nisab miktarı mala sahip olmayan kimsedir.

Allah yolunda cihat edenler: İmam Ebû Yusuf’a göre; fakirliğinden dolayı İslâm ordusuna katılamayan kimseye ve İmam Muhammed’e göre; hac yolunda malını, parasını ve binitini kay­bederek fakir durumuna düşmüş kimseye zekâtla yardım olunur.

Yolcular: Malından ve diyârından ayrılan gariplerdir. Nitekim vatanında zengin olup da hâli hazırda yanında malı, parası olmayıp maddi sıkıntıya düşmüş misâfire de zekât verilir.

Sûre-i Tevbe, Âyet 60’ta Allah’u Teâlâ zekâtın kimlere verilebileceğini madde madde açık bir şekilde beyan etmektedir. Bu sebeple zekât, sâdece burada sayılan zümrelere verilir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Bana zekât ver″ diyen birisine şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى لَمْ يَرْضَ بِحُكْمِ نَبِيٍّ وَلَا غَيْرِهِ فِي الصَّدَقَاتِ حَتَّى حَكَمَ فِيهَا هُوَ فَجَزَّأَهَا ثَمَانِيَةَ أَجْزَاءٍ فَإِنْ كُنْتَ مِنْ تِلْكَ الْأَجْزَاءِ أَعْطَيْتُكَ حَقَّكَ (د عن زياد بن الحارث الصدائى)

″Allah’u Teâlâ, zekâtın verileceği yerler hususunda ne bir Peygamberin, ne de bir başkasının hükmüne râzı olmayarak, onunla ilgili hükmü kendisi verdi ve onu sekiz sınıfa taksim etti. Eğer o sekiz sınıfın içinde isen sana hakkını veririm.″[7]

Zekât, birden çok fakire bölüştürülerek verilebileceği gibi bir fakire toplu olarak da verilebilir. Verilen zekâtın, bir fakirin en az bir günlük ihtiyacını giderebilecek miktarda olması mendubdur. Borçlu olmayan bir fakire nisab miktarı veya ondan daha fazla zekât verilmesi mekruhtur. Ama borçlu olan fakire nisab miktarından fazla verilmesinde sakınca yoktur.

Zekâtın başka memlekete gönderilmesi mekruhtur. Zîrâ komşuluk hakkı gözetilmemiş olur. Ancak gönderilecek kimseler kendi akrabası olursa mekruh değildir. Çünkü bunda hem zekât, hem akrabalık mükâfatı vardır. Yahut başka memleketteki fakirler, kendi memleketindeki fakirlerden daha fazla muhtaç olurlarsa, zekâtın gönderilmesi mekruh değildir. Zîrâ zekâtın verilmesinden maksat, muhtaçların ihtiyacını gidermektir.

Bir kimsenin, zekâtını vermeye önce fakir olan kendi akrabalarından başlaması efdaldir. Efdal olan sıralama da zekât verenin önce kardeşlerine; kardeşlerinin çocuklarına; amca, dayı, hala, teyze ve bunların çocuklarına; bunların hâricinde olan diğer akrabalarına; komşularına ve bulunduğu beldedeki fakirlere vermesidir.

Malların zekâtı, mal olarak verilebileceği gibi değerleri para olarak da verilebilir. Fakir, neye ihtiyacı varsa ona harcayabilsin diye, para olarak vermek daha efdaldir. Eğer zekât vereceği kişinin, verilen parayı haram ve mekruh olan yerlerde harcama ihtimali varsa, o zaman para olarak değil, eşya veya gıda maddesi olarak zekâtın verilmesi gerekir. Çünkü ailedeki ihtiyaç sahibi olan çocukların, diğer fertlerin bir kabahati yoktur.

Yetime yedirilen yemek zekâta sayılmaz. Fakat kendisine verilen yiyecek maddesi ve giyecekler zekât niyetiyle verilebilir.

Zengin bir kimse, bir fakire önce borç para verip sonra bunu zekâta saymak istese, borç olarak verdiği para fakirin elinde olup henüz bunu harcamamış ise verdiği parayı zekâta niyet edebilir. Fakat parayı harcamış ise artık bu parayı zekâta sayamaz. Bu durumda o fakir, kendisine borcunu öderse yani para kendisinin eline geçtikten sonra dilerse o zaman zekât olarak verebilir.

Fakir zannedilerek zekât verilen kimsenin sonradan zengin olduğu anlaşılsa zekât geri alınmaz. İmam-ı Âzam ve İmam Muhammed’e göre; zekât veren kimse zekâtını, araştırıp zekâta ehil zannettiği bir şahsa verir de, o kimsenin Hâşimî, zengin, kâfir, babası veya oğlu olduğu anlaşılsa, o zekât yeterli olur yani zekâtı tekrar vermesi gerekmez. Sahih olan görüş budur. Bunların delili şu Hadis-i Şerif’tir:

Yezid[8] Radiyallâhu anhu, zekâtını dağıtmak için bir kimseyi vekil tayin etmiş. O şahıs zekâtlık malı dağıtırken Yezid Radiyallâhu anhu’nun oğlu Maan Radiyallâhu anhu’ya da vermiş. Sabahleyin Yezid Radiyallâhu anhu zekâtını oğlunun elinde görünce, oğlunu alıp Resûlü Ekrem Efendimizin huzuruna varmış ve hâdiseyi anlatmış. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş:

يَا مَعْنُ لَك مَا أَخَذْتَ وَيَا يَزِيدُ لَك مَا نَوَيْتَ.

″Ey Maan! Senin için de aldığın şey vardır. Ey Yezid! Senin için de niyet ettiğin şey vardır.″[9]

İmam Ebû Yusuf’a göre ise; bu şahıslara verilen zekâtın tekrar verilmesi lâzımdır. Çünkü yerine verilmemiştir.

Zekât Kimlere Verilmez:

1- Zekât fakirin, zengin olanların malı üzerindeki hakkıdır. Bu sebeple mescit, Kur’ân kursu, yol ve çeşme yapımı gibi şeyler için zekât verilmez. Hattâ zengin, fakir bütün halkın kullandığı her türlü hayır yerleri dahi olsa, oraların yapımına ve kullanımına zekât verilmez. Zekât, sâdece fakirin ve ihtiyaç sahibinin hakkıdır. Bu sebeple zekâtı veren kimsenin, verilen zekâtın fakirin eline geçtiğinden emin olması gerekir. Zîrâ zekâtta farz olan, zekât veren kimsenin zekâtlık malını mülkünden çıkarıp bir fakire, mülkü olmak üzere vermesidir. Zekâtın rüknü (şartı), zekâtlık malı fakire mülk edindirmektir. Hulâsa, zekâtın asıl sarfedileceği kimseler fakirlerdir. Çünkü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Muaz Radiyallâhu anhu’ya:

خُذْهَا مِنْ أَغْنِيَائِهِمْ وَرُدَّهَا فِي فُقَرَائِهِمْ

″Zekâtı zenginlerinden al, fakirlerine ver″[10] diye buyurmuştur.

2- Zekât, cenâzeyi kefenlemek için verilmez. Zîrâ ölü kefenlemede mülk edindirme yoktur. Bir cenâzenin borcunu ödemek için de zekât verilmez. Bunda da mülk edindirme yoktur.

3- Zekât parasıyla köle âzad edilemez. Zîrâ âzad etmekte, mülkü düşürmek vardır, mülk edindirmek yoktur. Fakat âzad olması için efendisiyle antlaşma yapan köleye zekât verilir. Çünkü kölenin mülk edinme hakkı yoktur, onun malı efendisine aittir.

4- Müslüman olmayanlara zekât verilmez. Ama zekâttan başka sadakalar verilebilir.

Hangi maldan olursa olsun, nisab miktarı malı bulunan kimselere zekât verilmez. Bunlar İslam hukukuna göre zengin sayılırlar. Zenginlerin kölesine veya nafakasından sorumlu olduğu küçük çocuğuna zekât verilmez. Zîrâ kölenin kendisi ve sahibi olduğu mal efendisine aittir. Küçük çocuk ise, babasının malıyla zengin sayılır. Ama zenginin büyük evladı böyle değildir. Babasının zenginliği ile bu kişi zengin sayılmaz.

5- Hâşimoğullarına ve onların âzadlılarına zekât, keffâret ve adak gibi diğer vâcip sadakalar verilemez. Zîrâ bunlar, insanların mallarınının kiridir. Hâşimoğullarından maksat, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in amcaları Hz. Abbas ile Hâris’in evlat ve torunlarından ve Hz. Ali ile kardeşleri Hz. Câfer ve Hz. Akîl’in soyundan ibârettir. Zîrâ Peygamber Efendimizin neseb-i şerifleri, Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdi Menaf’dır.

Hâşimîlerin azad ettiği kölelere de verilmez. Kureyş kölelerinden birisi Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e:

اَتَحِلُّ لِىَ الصَّدَقَةُ فَقَالَ لَا اَنْتَ مَوْلَانَا.

″Bana zekât almak helal olur mu″ diye sorduğunda, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Hayır, sen bizim azatlılarımızdansın″[11] buyurmuşlardır.

Bu konu hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ هَذِهِ الصَّدَقَةَ إِنَّمَا هِيَ أَوْسَاخُ النَّاسِ وَإِنَّهَا لَا تَحِلُّ لِمُحَمَّدٍ وَلَا لَآلِ مُحَمَّدٍ (م د ن عن ابن عباس)

″Şüphesiz ki, bu sadaka (zekât), Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve onun akrabalarına helâl değildir. Çünkü o insanların mallarındaki pisliklerdir.″[12] Yani zekât, mallardaki pislikleri temizleme vâsıtasıdır.

Bu sebeple Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ehl-i Beyti, zekât da sadaka da almazlardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sadakayı kabul etmez, hediyeyi kabul ederdi.

Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَخَذَ الْحَسَنُ بْنُ عَلِيٍّ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا تَمْرَةً مِنْ تَمْرِ الصَّدَقَةِ فَجَعَلَهَا فِي فِيهِ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كِخْ كِخْ لِيَطْرَحَهَا ثُمَّ قَالَ أَمَا شَعَرْتَ أَنَّا لَا نَأْكُلُ الصَّدَقَةَ (خ عن ابى هريرة)

Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan, sadaka (zekât) hurmalarından bir hurma tanesi alıp ağzına attı. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kıh, kıh! (tükür). Onu ağzından çıkar. Bizim sadaka yemediğimizi sen bilmi­yor musun?″ diye buyurdu.[13]

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

إِذَا أُتِيَ بِطَعَامٍ سَأَلَ عَنْهُ أَهَدِيَّةٌ أَمْ صَدَقَةٌ فَإِنْ قِيلَ صَدَقَةٌ قَالَ لِأَصْحَابِهِ كُلُوا وَلَمْ يَأْكُلْ وَإِنْ قِيلَ هَدِيَّةٌ ضَرَبَ بِيَدِهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَكَلَ مَعَهُمْ (خ عن ابى هريرة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bir yiyecek geldiği zaman: ″Bu hediye midir, yoksa sadaka mıdır?″ diye sorardı. ″Sadakadır!″ denilirse, Ashâbına: ″Siz yeyin!″ buyururdu da, kendisi sadakadan yemezdi.″Eğer hediyedir!″ denilirse, elini uzatırdı ve Ashâbıyla beraber ondan yerdi.[14]

Hediye hakkında da Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

يَقْبَلُ الْهَدِيَّةَ وَيُثِيبُ عَلَيْهَا (خ د ت عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hediyeyi kabul eder ve mukabilinde kendisi de hediye verirdi.″[15]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلْهَدِيَّةُ رِزْقٌ مِنَ اللّٰهِ فَمَنْ قَبِلَهَا فَاِنَّمَا يَقْبَلُهَا مِنَ اللّٰهِ وَمَنْ يَرُدُّهَا فَاِنَّمَا يَرُدُّ عَلَى اللّٰهِ (ابو عبد الرحمان عن ابى هريرة)

″Hediye Allah’u Teâlâ’nın güzel rızıklarından biridir. Kim kabul ederse Allah’tan kabul eder. Kim de reddederse Allah’a karşı reddetmiş olur.″[16]

6- Zekât veren kimse zekâtını; ne kadar yukarı çıkarsa çıksın babasına, annesine ve dedelerine ve ninelerine, ne kadar aşağı inerse insin çocuklarına ve torunlarına veremez. Hanefi mezhebine göre, menfaatleri ortak olduğu için kişi, karısına da zekât veremez. İmam-ı Âzam’a göre; kadın da, kocasına zekât veremez. Fetvâ buna göredir. İmâmeyn’e göre ise, kadın, zekâtını kocasına verebilir. Bu hususta onların delili şu Hadis-i Şerif’tir:

أَنَّ امْرَأَةَ عَبْدِ اللّٰهِ بْنِ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ سَأَلَتْ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ الصَّدَقَةِ عَلَى زَوْجِهَا عَبْدِ اللّٰهِ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: لَكِ أَجْرَانِ أَجْرُ الصَّدَقَةِ وَأَجْرُ الصِّلَةِ.

Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’nun hanımı, kocasına sadaka verip veremeyeceğini Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorunca, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ″Sana hem sadaka verdiğin, hem de akrabalık hakkını gözettiğin için iki sevap vardır.″[17] Fakat İmam-ı Âzam’a göre; bu hadis, nâfile olan sadaka hakkındadır.

7- Zekât veren kimse zekâtını kölesine, mükâtebine[18], müdebberine[19], ümmü veledine[20] veremez. Zekât bunlara verildiği takdirde, menfaat kendisine ait olmuş olur.


[1] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 143.

[2] Sahih-i Müslim, Zekât 34 (101 Sahih-i Buhârî, Zekât 53.

[3] Sahih-i Müslim, İmâra 7 (26).

[4] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 155.

[5] Eğer halife, zekâtı memurları vâsıtasıyla toplarsa, o memurlara toplanılan zekattan dilerse verir.

[6] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 9689; Râmûz’ul-Ehâdis, s. 404/7. Bu Hadis-i Şerif bir diğer nakilde: de: مَنْ تَوَاضَعَ لِغَنِيٍّ لِأَجْلِ غِنَاهُ ذَهَبَ ثُلُثَا دِينِهِ ″Kim bir zengine gider de onun malı için karşısında seviyesini düşürürse, dininin üçte ikisi gider″ diye geçmektedir. (Keşf’ul-Hafâ, Hadis No: 2444)

[7] Sünen-i Ebû Dâvud, Zekât 24.

[8] Bu Hadis-i Şerif’te Yezid diye geçen kişi Sahâbe-i Kirâm’dan olan bir zâttır. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimizi şehit eden melun Yezid ile alakası yoktur.

[9] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 158; Serahsî, Mebsût, c. 3, s. 401.

[10] Serahsî, Mebsut, c. 3, s. 263.

[11] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 140.

[12] Sahih-i Müslim, Zekât 51 (167,168 Sünen-i Ebû Dâvud, Harfe 20; Sünen-i Nesâî, Zekât 95.

[13] Sahih-i Buhârî, Zekât 57, 60, Cihad 188.

[14] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1128; Sahih-i Buhârî, Rikâk 17.

[15] Sahih-i Buhârî, Hibe 11; Sünen-i Ebû Dâvud, Buyû 82; Sünen-i Tirmizî, Birr 34.

[16] Râmûz’ul-Ehâdis, s. 239/16.

[17] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 157.

[18] Mükâtebe: Bir kimsenin köle ve câriyesine: ″Bana bir defada veya taksitli olarak şu kadar para verirsen azat ol!″ demesi ve köle ve câriyenin de bunu kabul etmesidir. Yahut bir bedel üzerinde karşılıklı olarak anlaşmalarıdır. Bu husus Sûre-i Nûr, Âyet 33’te geçmektedir.

[19] Müdebber: Sahibinin, ″Ölümümden sonra hürsün″ demesi gibi tek taraflı irade beyanı verdiği köledir. Müdebber kölenin; satılamayacağı, başkasına hibe edilemeyeceği ve mîrasçılarına kalmayacağı; bir çeşit vasiyet olduğu için, ölenin malının üçte birinden âzad olacağı ifade edilmiştir.

[20] Ümmü veled: Efendisinden çocuk doğuran cariyeyi ifade etmektedir. Ümmü veled, câriyeye tanınan özel bir statü olup, bundan sonra satılması veya başkasına temlik edilmesi (hakkın başkasına geçirilmesi) câiz değildir ve efendisinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşur.