EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT:
″Selef-i Sâlihîn″ diye ifade edilen Ashâb-ı Kirâm ile Tâbiin, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in ilk rehberleridir. Bunlar, Peygamberimizin yolunu hakkıyla takip etmişlerdir.
Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat Mezhebi, Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in ve Ashâb-ı Kirâm Efendilerimizin itikâdları üzere olan kimselerin mezhebidir. Bu mezheb, itikâdda bir olup amelde dörde ayrılır. İşte bunlar da Hanefi, Mâliki, Şâfii, ve Hanbeli Mezhepleri’dir. İtikâdda imamları ikidir. Birincisi İmam Mâturudî, diğeri de İmam Eş’arî’dir. Amelde imamları ise dörttür. Birincisi İmam-ı Âzam Ebû Hanife, ikincisi İmam Mâlik, üçüncüsü İmam Şâfii ve dördüncüsü İmam Ahmed b. Hanbel’dir. Bu mezhebleri, Sahâbe-i Kirâm‘dan hemen sonra Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şeriflere uygun olarak kuran bu büyük imamlardır. Bu dört mezhebin dışındakilere Fırka-i Dâlle denilmiştir.
Ehl-i Sünnet hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
وَتَفْتَرِقُ أُمَّتِي عَلَى ثَلَاثٍ وَسَبْعِينَ مِلَّةً كُلُّهُمْ فِي النَّارِ إِلَّا مِلَّةً وَاحِدَةً قَالُوا وَمَنْ هِيَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي (ت عبد اللّٰه بن عمرو)
″Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan bir fırka hâriç hepsi Cehennemde olacaktır.″ ″O kurtulan fırka kimdir Yâ Resûlallah?″ dediler. Buyurdu ki: ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır.″[1]
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılması şöyle olmuştur: Yezid ile başlayan ve Mervan‘la son bulan seksen yıllık Emeviler döneminde İslâmiyet zaafiyete uğratıldığı için, yetmiş üç ayrı fırka ortaya çıkmıştır. Ebâ Müslim, Emevi saltanatını yıkıp; Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’ın soyundan gelen bir zâtı halife yaptı. Bu sebeple onlara ″Abbâsiler″ denildi. O dönemin hükümdarı, ilmine güvendiği beş yüz din ulemâsı seçti. Ortaya çıkan bu yetmiş üç fırkanın itikâdlarına ait görüşlerini âyet ve hadisler ile inceletti. Her birinin âyet ve hadislere ters düşen tarafları vardı. Ancak bunlardan, tek birinin âyet ve hadislere ters düşmediği görüldü. Bu sebeple bu topluluğa, ″Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat″ denildi. Yeryüzünde bulunan Müslümanların hepsi Ehl-i Sünnet’in itikâdı üzere olmaya mecburdur.
İşte bu dört mezhebin tamamı, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaşantısında uyguladığı hâli örnek almışlardır. Amel bakımından abdest, namaz, oruç ve benzeri hususlarda Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bâzıları ilk yaptığını, bâzıları da daha sonra yaptığını delil almışlardır. Meselâ: Şafiilerde, kan akması abdesti bozmaz, Hanefiler ise, kan akması abdesti bozar. Yine Şâfiilerde, sabah namazını imsak vaktinde kılmak efdaldir. Hanefilerde ise, sabah namazını ortalık biraz daha aydınlanmaya başlayınca kılmak efdaldir. Bu her iki uygulamada Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından yapılmıştır. Bu dört mezhebin görüşleri âyetlere ve hadislere dayandığı için haktır. Bu, şuna benzemektedir: Ağacın kökü bir olup, dört ayrı kola ayrı aşılar yapılıp farklı meyveler vermesi gibidir. Ağacın kökü îmana misaldir. Kollardaki ayrı aşılar da, bu dört mezhebin arasındaki amelî hususlardaki farklılığın misâlidir. Neticede hepsi de aynı kökten beslenmektedir. Böylece itikâdları tek olduğu için bunların hepsine ″Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Mezhebi″ denilmiştir. Hadis-i Şerif’te geçtiği üzere kurtuluşa erecek bir fırka, bu hak mezhebe tâbii olanlardır.
Ben, Hanefi Mezhebi’ndenim demenin mânâsı şudur: ″Ben İmam-ı Âzam’ı imam edindim, onun Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis-i Şeriflerden anlayıp çıkardığı meseleleri kabul ettim ve onun fetvasıyla ameli seçtim″ demektir.
İşte Hanefi, Şâfii, Mâliki ve Hanbeli Mezhebi’ndenim demek; ″Onların fetvalarını kabul ettim″ demektir. ″Ben Hanefiyim″ deyip de, onların bâzı fetvalarını alıp bâzısını almamak doğru değildir.
Allah’u Teâlâ Sûre-i En’am, Âyet 159’da şöyle buyurmuştur:
″Şüphesiz ki, dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılanlar var ya, sen onlardan mesul değilsin. Onların işi ancak Allah’a aittir. Sonra Allah’u Teâlâ, ne yaptıklarını kendilerine haber verecektir.″ Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre, bu âyette geçen ″Fırkalara ayrılanlardan″ maksat, bu ümmetten ehl-i bid’at olanlardır.
Kur’ân ve Sünnetin dışına çıkanlar, dalâlete düşen fırkalardır. Yukarıda Hadis-i Şerif’te geçtiği üzere bunların sayısı da yetmiş ikidir. Bu fırkalara: ″Fırka-i Dâlle, Ehl-i Bid‘at veya Beşinci Mezhep″ de denir. Bunların hepsi dâlâlettedir ve sapıktır.
Ehl-i Bid‘ad, Ehl-i Sünnet‘in zıttıdır. Bir sünnet kalkarsa yerine bir bid‘at gelir. Bir bid‘at kalkarsa yerine bir sünnet gelir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَا أَحْدَثَ قَوْمٌ بِدْعَةً إِلَّا رُفِعَ مِثْلُهَا مِنَ السُّنَّةِ (حم عن غضيف بن الحارث)
″Bir kavim, kötü bir bid’at ihdas ederse, ihdas ettiği bid’at kadar sünnet ortadan kalkar.″[2]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
اِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى لَا يَقْبَلُ لِصَاحِبِ بِدْعَةٍ صَوْمًا وَلَا صَلَاةً وَلَا صَدَقَةً وَلَا حَجًّا وَلَا عُمْرَةً وَلَا جِهَادًا وَلَا صَرْفًا وَلَا عَدْلًا حَتَّى يَخْرُجَ مِنَ الْإِسْلَامِ كَمَا تَخْرُجُ الشَّعَرَةُ مِنَ الْعَجِينِ (ه الديلمى عن حذيفة)
″Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, bid‘at ehlinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, sarfiyatını ve adâletini kabul etmez. Hattâ İslâm‘dan hamurdan kılın ayrıldığı gibi çıkar.″[3]
Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اِذَا ظَهَرَتِ الْبِدَعُ وَلَعَنَ آخِرُ هَذِهِ الْاُمَّةِ اَوَّلَهَا فَمَنْ كَانَ عِنْدَهُ عِلْمٌ فَلْيَنْشُرْهُ فَاِنَّ كَاتِمَ الْعِلْمِ يَوْمَئِذٍ كَكَاتِمِ مَا اَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَى مُحَمَّدٍ (ابن عساكر عن معاذ)
″Bid’atler yayıldığı ve bu ümmetin sonra gelenleri öncekilere lânet ettiği (reddettiği) zaman, kendinde ilim olanlar onu yaysın. Zîrâ böyle zamanda ilmini gizleyen kimse, Allah’u Teâlâ’nın Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e indirdiğini gizleyen kimse gibidir.″[4]
İrbad b. Sâriye Radiyallâhu anhu‘dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:
وَعَظَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمًا بَعْدَ صَلَاةِ الْغَدَاةِ مَوْعِظَةً بَلِيغَةً ذَرَفَتْ مِنْهَا الْعُيُونُ وَوَجِلَتْ مِنْهَا الْقُلُوبُ فَقَالَ رَجُلٌ إِنَّ هَذِهِ مَوْعِظَةُ مُوَدِّعٍ فَمَاذَا تَعْهَدُ إِلَيْنَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ أُوصِيكُمْ بِتَقْوَى اللّٰهِ وَالسَّمْعِ وَالطَّاعَةِ وَإِنْ عَبْدٌ حَبَشِيٌّ فَإِنَّهُ مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ يَرَى اخْتِلَافًا كَثِيرًا وَإِيَّاكُمْ وَمُحْدَثَاتِ الْأُمُورِ فَإِنَّهَا ضَلَالَةٌ فَمَنْ أَدْرَكَ ذَلِكَ مِنْكُمْ فَعَلَيْهِ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ (ت عن العرباض بن سارية)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün sabah namazından sonra son derece tesirli bir vaaz verdi. Bu vaazın tesirinden gözler yaşardı, kalpler ürperdi. Ashâbdan bir adam: ″Bu öğütler, şüphesiz vedalaşan bir kimsenin öğütleri gibidir. Yâ Resûlallah! Bize neyi vasiyet edersiniz?″ dedi. Resûlü Ekrem şöyle buyurdu: ″Takvâ ile amel etmenizi ve idâreciniz Habeşli bir köle bile olsa, dinleyip itaat etmenizi vasiyet ederim. İçinizde yaşayacak olanlar benden sonra pek çok ayrılık ve anlaşmazlıklara şâhit olacaktır. Dinde yeri olmayan fakat dindenmiş gibi gösterilmeye çalışılan şeylerden sakınıp uzak durun; çünkü onlar dalâlettir. Sizden her kim bu dönemlere ulaşırsa, benim sünnetime ve hidâyet üzere olan Hulefâ-i Râşidinin sünnetine sıkıca sarılsın. Bu hususta azı dişinizle sıkıca tutunun.″[5]
Ehl-i Sünnet toplumu ile diğer sapık fırkalar hakkında Arfece Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i minberde hitap ederken gördüm. İnsanlara şöyle diyordu:
سَيَكُونُ بَعْدِي هَنَاتٌ وَهَنَاتٌ فَمَنْ رَأَيْتُمُوهُ فَارَقَ الْجَمَاعَةَ أَوْ يُرِيدُ يُفَرِّقُ أَمْرَ أُمَّةِ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَائِنًا مَنْ كَانَ فَاقْتُلُوهُ فَإِنَّ يَدَ اللّٰهِ عَلَى الْجَمَاعَةِ فَإِنَّ الشَّيْطَانَ مَعَ مَنْ فَارَقَ الْجَمَاعَةَ يَرْكُضُ (ن حب عن عرفجة)
″Benden sonra şerler ve fesatlar olacak. Her kim birlik içinde olan bu ümmetin arasında tefrika çıkarmak isterse veya Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetinin düzenini bozmak isterse, onu gördüğünüzde, kim olursa olsun öldürün. Zîrâ Allah’ın eli, cemaat (Ehl-i Sünnet toplumu) üzerindedir. Şeytan ise, bu Ehl-i Sünnet topluluğundan ayrılıp tefrika çıkaranlarla beraber koşar.″[6]
Buraya kadar anlatılanlardan açıkça anlaşılan şudur ki; Ehl-i Sünnet’i, diğer Fırka-i Dâlle veya Ehl-i Bid’at’ten ayıran temel özellik, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sünnet-i Resûlullah’a olan bağlılıktır. Bu sebeple hak olan bu fırkaya ″Ehl-i Sünnet″ yani ″Sünnet Ehli″ adı verilmiştir. Ehl-i Sünnet, itikâdda bir olup, amelde dörde ayrılır. Bunlar da; Hanefi, Mâliki, Şâfii ve Hanbeli Mezhepleri’dir.
Ehl-i Sünnet’in İtikâdda İmamları:
Ehl-i Sünnet itikâdında imam ikidir:
Birincisi: İmam-ı Ebû Mansur Muhammed Mâturidî Hazretleridir. Hicri 280 tarihinde doğmuş, 333 tarihinde Semerkant’ta vefât etmiştir. İmam Mâturidî, Hanefi Mezhebi’nde idi. Bizim itikâdda imamımızdır. Hanefi Mezhebi’nde bulunan Müslümanlar, İmam-ı Mâturidî’yi itikâdda imam edinmişlerdir.
Ebu’l-Yusr el-Pezdevî’nin ″Usûlü’d-Din″ adlı kitabında nakledil-diğine göre; İmam Mâturidî’nin kendi zamanında Semerkant’ta (bâtıl fırka olan) Mûtezile ve Kerrâmîlerin ders okuttukları on yedi medrese vardı. Şeyh Ebû Mansur el-Mâturîdî, o bölgede Hızır Aleyhisselâm’ı gördü ve ondan yardım istedi. Allah’u Teâlâ da Hızır Aleyhisselâm’ın duâsı sebebiyle ona hikmet ilmini verdi ve o bozuk mezhepler yenilip Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Mezhebi güçlendi.
Fahreddin er-Râzî ve İmam Kurtubî, tefsirlerinde onun için ″eş-Şeyh, el-Îmam″ tabirini kullanırlar. İmam Nesefî, onun hakkında, ″Kudvetü’l-Ferîkayn (zâhir ve bâtın ilimlerinde önderdi)″ diye buyurmuştur. Böylece aynı zamanda mutasavvıf olan İmam Mâturidî’nin birçok kerâmetinden bahsedilir. Onun kerâmetlerinden birini Ali Şîr Nevâî, ″Nesâyim’ul-Mahabbe″ isimli eserinde şöyle nakletmiştir:
- İmam Mâturidî, bir gün avlusunda oturuyormuş. Önünde tefsir varmış. İki tane sarhoş ve berduş bahçe kapısına gelmişler. Birisi içeriye girip İmam Mâturidî’ye söz ve hareketleriyle saygısızlık etmiş, diğeri ise dışarıda beklemiş. İmam Mâturidî bu duruma öfkelenmiş, orada bulunan ahşap testiyi adamın kafasına vurmuş. Adamın beyni dağılıp ölmüş. İmam Mâturidî adamı ayağından sürüyüp oradaki bir çukura atmış. Bir süre sonra dışarıdaki arkadaşı bahçeye girip: ″Benim arkadaşım buraya girdi, bir daha çıkmadı, nerede şimdi?″ diye sormuş. İmam Mâturidî: ″Buraya adam girmedi, bir köpek girdi, delilik (kuduzluk) yapıyordu, vurup öldürdüm, şu çukura attım″ demiş. O sarhoş çukurun yanına gelince içinde beyni dağılmış ölü bir köpek görmüş. Sarhoşluk ve delilikten tevbe edip doğru yola girmiş.
İkincisi: İmam Ebu’l-Hasan Ali el-Eş’arî Hazretleridir. Hicri 260 tarihinde Basra’da doğmuş, 324 tarihinde Bağdat’ta vefât etmiştir. Büyük dedesi Ashâb-ı Güzîn’den Ebû Mûsâ el-Eş’arî Radiyallâhu anhu’dur. İmam Eş’arî, Şâfii Mezhebi’nde idi. Şâfii, Mâliki ve Hanbeli Mezhebi’nde olan Müslümanlar, İmam Eş’arî’yi itikâdda imam edinmişlerdir.
İmam Mâturidî ve İmam Eş’arî arasında esas itibariyle ihtilaf yoktur. İkisi de hak üzeredir. Ancak ikinci derecede bulunan birkaç meselede ihtilafları vardır. Fakat bunların başlıcaları da genel olarak lafzî, zâhirî bir ihtilaftan başka bir şey değildir. Bu meseleler genel olarak şöyledir:
- İmam Mâturidî’ye göre; Allah’u Teâlâ’nın tekvin (yaratmak) sıfatı diye müstakil bir sıfatı vardır. İmam Eş’arî’ye göre ise; Allah’u Teâlâ’nın tekvin diye müstakil bir sıfatı yoktur, kudret sıfatı yaratma işlevini yerine getirir. Bu sebeple tekvin sıfatı, müstakil ve kudretten ayrı bir sıfat değildir.
- İmam Mâturidî’ye göre; kendisine tebliğ ulaşmayan kişi, aklını kullanarak Allah’ın varlığına inanmakla yükümlüdür. Çünkü yer, gök ve içindekileri insanoğlu görür. İşte bu kadar eserleri görüp, bunları yaratanı tefekkür edip Allah’a inanmak mecburiyetindedir. İmam Eş’arî’ye göre ise, kendisine hiçbir tebliğ ulaşmayan kişinin, aklı ile Allah’ı anlamaya gücü yetmeyeceği için bununla mükellef tutulmaz.
- İmam Mâturidî’ye göre; kulun gücünün yetmediği şeyde, ona İlahi teklifin yüklenmesi câiz değildir. Zîrâ bunda herhangi bir hikmet yoktur. Fakat kulun, gücünün yetmediği şeyi yüklenmesi mümkündür. İmam Eş’arî’ye göre ise; Allah’u Teâlâ, insanın güç yetiremeyeceği bir şeyi yapmasını isteyebilir.
- Bütün âlimler, şeriatın emrettiği şeyin güzel, yasakladığının ise çirkin olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İmam Mâturidî’ye göre; bir şeyin iyi veya kötü olduğu akıl ile idrak olunur. Emir ve nehiy, bir şeyin iyi veya kötü olduğuna delâlet eder. Herhangi bir şey iyi ise Allah’u Teâlâ onu emretmiştir. Kötü ise Allah’u Teâlâ onu yasak etmiştir. İmam Eş’arî‘ye göre ise; bir şeyin iyi veya kötü olduğu aklen bilinemez. Allah’ın emir ve nehiyleriyle bilinir. Allah’u Teâlâ bir şeyi emrettiyse o şey iyidir. Allah’u Teâlâ bir şeyi yasak etti ise o şey kötüdür.
- İmam Eş’arî’ye göre; Kur’ân-ı Kerîm’in bâzı âyetleri, bâzılarından büyüktür. İmam Mâturidî’ye göre ise; büyük olamaz.
- İmam Mâturidî’ye göre; Peygamber olmanın şartlarından biri erkek olmaktır. İmam Eş’arî’ye göre ise; Peygamber olmak için erkekolmak şart değildir, kadınlar da Peygamber olabilir. Bu sebeple İmam Eş’arî; Hz. Havva, Hz. Sâra, Mûsâ Aleyhisselâm’ın annesi, Hz. Hacer, Hz. Âsiye, Hz. Meryem’in Peygamber olduklarını söylemiştir.[7]
- İmam Eş’arî’ye göre; Allah’ın fiilleri hikmetli olmak ve bir sebebe bağlı olmak zorunda değildir. Çünkü Allah’u Teâlâ dilediğini yapar, yaptıklarından sorumlu değildir. Sorumlu olan kullardır. İmam Mâturidî’ye göre ise; Allah’ın fiilleri bir hikmete bağlıdır ve bir sebebe dayanmaktadır. Zîrâ Allah’u Teâlâ abesten münezzehtir (boşuna iş yapmaz). Allah’ın fiilleri hikmeti icâbı meydana gelir. Çünkü Allah’u Teâlâ Hakîm’dir, Alîm’dir. Hikmetsiz ve sebepsiz iş yapmak ise abestir (boşunadır).
- İmam Eş’arî’ye göre; dinden dönen kimse, tekrar İslâm dinine dönerse amelleri de geri döner. İmam Mâturidî’ye göre ise; amelleri geri dönmez.
- İmam Eş’arî’ye göre; ümitsizlik hâlindeki yani son nefesteki bir tevbe geçerli değildir. İmam Mâturidî’ye göre ise; geçerlidir.
Ehl-i Sünnet’in Amelde İmamları:
Birincisi: Hanefi imamının ismi şerifi, İmam-ı Âzam Ebû Hanife Nûman b. Sâbit’tir. Hicri 80 tarihinde Kûfe’de doğmuş, 150 tarihinde Bağdat’ta vefât etmiştir. İmam-ı Âzam’ın dedeleri, İran’ın Fâris denilen şehrindendir. Babası Sâbit, Kûfe’de İmam-ı Ali Kerremallâhu veche’ye hizmet etmiş ve nesli hakkında onun duâsını almıştır. İmam-ı Âzam’ın babası Sâbit vefat edince, annesi İmam Câferi Sâdık ile evlenmiş, İmam-ı Âzam da bu mübârek zâtın yanında yetişmiştir.
İmam-ı Âzam, ilimde Tabiin’in büyüklerinden olup, Ashâb-ı Kirâm’dan Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’yu ve daha üç veya yedisini görmüş ve bunlardan Hadis-i Şerifler öğrenmiştir.
İmam-ı Âzam, bütün Ehl-i Sünnet tarafından yüceltilen dört büyük müçtehidin birincisidir. ″İmam-ı Âzam (en büyük imam)″ denilince yalnız kendisi hatıra gelir.
Onun hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَوْ كَانَ الدِّينُ عِنْدَ الثُّرَيَّا لَذَهَبَ بِهِ رَجُلٌ مِنْ فَارِسَ أَوْ قَالَ مِنْ أَبْنَاءِ فَارِسَ حَتَّى يَتَنَاوَلَهُ. (م حم عن ابى هريرة)
″Eğer din Süreyya yıldızına gitmiş olsa bile, Farslardan bir kimse veya Fârisoğullarından birisi muhakkak ona gider ve onu uzanıp alır.″[8]
Şâfii âlimlerinden olan İmam Suyûti Hazretleri şöyle buyurmuştur: ″Bu Hadis-i Şerif’in, İmam-ı Âzam’ı gösterdiği söz birliği ile bildirilmiştir.″ Nu’man Alûsi de, bu Hadis-i Şerif’in, Ebû Hanife’yi gösterdiğini, dedesinin Fâris soyundan olduğunu yazmaktadır.[9]
İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri hakkında İbn-i Hacer-i Mekkî Hazretlerinin ″Hayrât-ül-Hisân″ kitabında naklettiği bir Hadis-i Şerif’te de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
تُرْفَعُ زِينَةُ الدُّنْيَا سَنَةَ خَمْسِينَ وَمِائَةَ
″Dünyânın ziyneti 150. senesinde kaldırılır.″ Büyük fıkıh âlimi Şemsü’l-Eimme Abdülgaffar Kerderî der ki: ″Bu Hadis-i Şerif’in, İmam-ı Âzam Ebû Hanife’yi bildirdiği açıktır. Çünkü o, hicri 150 yılında vefât etmiştir.″
Yine İmam-ı Âzam Ebû Hanife hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle rivâyet olunmuştur:
إنَّ آدَمَ افْتَخَرَ بِي وَأَنَا أَفْتَخِرُ بِرَجُلٍ مِنْ أُمَّتِي اسْمُهُ نُعْمَانُ وَكُنْيَتُهُ أَبُو حَنِيفَةَ هُوَ سِرَاجُ أُمَّتِي
″Şüphesiz Âdem benimle iftihar etmiştir. Ben de ümmetimden ismi Numan, künyesi Ebû Hanife olan bir zatla iftihar edeceğim. O ümmetimin kandilidir.″[10]
إنَّ سَائِرَ الْأَنْبِيَاءِ يَفْتَخِرُونَ بِي وَأَنَا أَفْتَخِرُ بِأَبِي حَنِيفَةَ مَنْ أَحَبَّهُ فَقَدْ أَحَبَّنِي وَمَنْ أَبْغَضَهُ فَقَدْ أَبْغَضَنِي
″Sâir (diğer) Peygamberler benimle iftihar edecekler. Ben de Ebû Hanife ile iftihar edeceğim. Her kim onu severse beni sevmiş, her kim de ona buğzederse bana buğzetmiş olur.″[11]
Ebu’l-Leys’in ″Mukaddime″si şerhi ″Takdime″de böyle denilmek-tedir. ″ez-Ziyaü’l-Ma’nevî″ adlı eserde şöyle deniliyor: İbni’l-Cevzî’nin bu hadis hakkında ″Uydurmadır″ demesi bir taassubdur. Çünkü hadis muhtemel yollardan rivâyet olmuştur.
Yine İbrâhim Nadrî, Muhammed İbn-i Ebû Nu’aym’dan şöyle rivâyet eder: İmam-ı Âzam rüyâsında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kabr-i Saadet’lerini açıp, mübârek vücudunu kucaklayıp göğsüne götürür. Bu rüyâdan korkup İbn-i Sîrîn’in[12] huzuruna varıp rüyâsını ona arzeyler. Bunun üzerine İbn-i Sîrîn şöyle der: ″Bu rüyâyı gören sen değilsin. Belki bunun sahibi Ebû Hanife’dir.″ İmam: ″Ebû Hanife benim″ dedi. İbn-i Sîrîn’de: ″Sırtını aç göreyim″ dedi. İmam sırtını açınca, İbn-i Sîrîn bakıp iki omuzu arasında bir ben gördü ve şöyle dedi: ″Sen o kişisin ki Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem senin hakkında şöyle buyurmuştur:
يَخْرُجُفِيأُمَّتِي رَجُلٌ يُقَالُ لَهُأَبُو حَنِيفَةَبَيْنَ كَتَفَيْهِ خَالٌ يُحْيِي دِينَ اللّٰهِ تَعَالَى وَسُنَّتِى عَلَى يَدَيْهِ
″Ümmetimden bir adam çıkacak ki, ona Ebû Hanife denir. İki omuzu arasında bir ben vardır, Allah’ın dinini ve benim sünnetimi diriltecektir.″[13]
İmam-ı Âzam Ebû Hanife hakkında onun geleceğini bildiren daha başka nakiller de vardır. Taşköprüzâde, bütün bu hadisleri naklettikten sonra şöyle demektedir: Her ne kadar bâzıları zayıf, rivâyetler ihtilaflı da olsa, zikredilen rivâyetlerle İmam-ı Âzam Ebû Hanife’nin üç sıfatla vasıflandırılmasında ittifak vardır. Bu sıfatlar da, ″Sirâci’l-Ümme (ümmetin kandili)″, ″Muhyi’ş-Şeria (şeriatı ihyâ edici)″, ″Sabıkı Zımenih (zamanın sâbıkı, öncüsü)″dür.
Yine Zâhid Sirâci, İmam Nadrî’den, o da Hezhaz’dan şöyle rivâyet etti: İmam-ı Hammad Radiyallâhu anhu’nun yanındayken Ebû Hanife Radiyallâhu anhu geldi. Hammad Radiyallâhu anhu şöyle dedi: ″Sen İbrâhim en-Nehâî’nin bize haber verdiği Nûman’sın. O şöyle demişti: ″Allah’u Teâlâ onun yoluna ve ihyâ ettiklerine zeval vermesin, adı Nûman, künyesi Ebû Hanife olan biri gelecektir. O Allah’u Teâlâ’nın ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şeriatını ihyâ edecek ve İslâm dini bâki kaldıkça ahkâmı bâki kalacak. Kim onun hükümlerine uyarsa helâk olmaz. Yâ Hammâd! Ona kavuşursan benden selâm söyle.″ Bu sözler İbrâhim en-Nehâî’nin kerametlerindendir.[14]
Rivâyet olunur ki: İmam-ı Âzam, (on iki imamdan) Câfer-i Sâdık Radiyallâhu anhu’nun babası İmam-ı Bâkır Radiyallâhu anhu’nun huzuruna geldi. İmam Bâkır Radiyallâhu anhu, İmam-ı Âzam’ı görünce dedi ki: ″Gönlüme öyle doğuyor ki, sen ceddim Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünneti öldükten sonra onu dirilteceksin. Haksızlığa uğrayan herkese yardım edeceksin, dertlilerin derdine derman olacaksın ve yoldan çıkmışlara doğru yolu göstereceksin. Allah’u Teâlâ sana yardım etsin ve seni bu yolda muvaffak kılsın.″[15]
İmam-ı Âzam Efendimiz, Arap olmayan bir kavimdendi. İslâmiyetin zâfiyete düşüp bâtıl fikirlerin çoğaldığı bir dönemde gelerek, İslâmiyeti tekrar güçlendirip kuvvet kazandırmıştır. Ömrünün on yedi yılını hadis toplayarak geçirmiş ve bu hadislerden edindiği bilgi üzerine de Hanefi Mezhebi’ni kurmuştur. İmam-ı Âzam Efendimizin altmış bin dini meseleye çözüm ürettiği rivâyet edilmiştir. Kendisine tâbi olan Müslümanların, İslâmiyeti Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve Ashâbın yaşadığı gibi yaşamalarına ve bu hâlin kıyâmete kadar da devam etmesine sebep olduğu için Hadis-i Şeriflerde övgüye mazhar olmuştur. İşte İslâm’a yaptığı bu büyük hizmetten dolayı, Mü’minler tarafından gerçek adı Numan olmasına rağmen, İmam-ı Âzam yani en büyük imam diye isimlendirilmiştir. Nitekim yukarıda geçen Hadis-i Şeriflerde bizzat İmam-ı Âzam Efendimizden övgüyle bahsetmektedir ki, hadis âlimleri de bunu doğrulamışlardır.
İmam Şâfii Rahimehullah İmam-ı Âzam hakkında: ″İnsanlar fıkıh ilmi hususunda Ebû Hanife’nin çoluk çocuğudur″ demiştir.[16]
İmam-ı Âzam’ın talebeleri arasında da müçtehitler yetişmiş, fakat hepsi de esas bakımından üstadlarına tâbi olmuş ve Hanefi fukahasından sayılmıştır. Bunların en meşhurları İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer’dir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e ″İmâmeyn″ denir. Hanefi Mezhebi’nde ihtilaflı meselelerde evvelâ İmam-ı Âzam’ın, sonra İmam Ebû Yusuf’un, sonra İmam Muhammed’in, daha sonra da İmam Züfer’in kavli, içtihadı alınır. Bu bir esastır. Ancak bâzı meseleler müstesnâdır.
İmam-ı Âzam’ın oğlu Hammad babasını şöyle tarif etmiştir: ″Babam uzunca boylu, az esmer, güler yüzlü ve heybetliydi. Boş sözler sarfetmez, ancak bir şeye cevap vermesi gerektiği zaman konuşurdu.″
İmam-ı Âzam, mezhebini Kûfe’de kurdu. Fıkıh ilminde çalışma metodunu şöyle izah eder: ″En başta Kur’ân-ı Kerîm’e dayanırım. Eğer orada aradığım delili bulamazsam Peygamber Efendimizin Hadislerine başvururum. Burada da aradığımı bulamayınca, Sahabilerden istediğimin sözünü alırım. Onların sözünden çıkıp başkalarının dediklerini kabul etmem. Bunların sözlerinde aradığımı bulamayıp başkalarının dediklerine muhtaç olunca içtihadda bulunan diğer kimseler gibi ben de içtihada (delillere dayanarak yeni hükümler çıkarmaya) koyulurum.″[17]
Emevilerin Irak emiri, İbn-i Hübeyre ona Kûfe kadılığını teklif etti. O da reddetti. Buna kızan emir ona hergün on değnek olmak üzere yüz on değnek vurdurdu. O yine reddetti. Bunun üzerine verdiği cezâların İmam-ı Âzam’ı ikna etmediğini gören emir, onu salıverdi. Ahmed b. Hanbel Rahimehullah’a bu hâdise anlatıldığında, İmam-ı Âzam’a acıyarak göz yaşlarını tutamayıp ağladı. Abbâsi devletinin ilk yıllarında halife Mansur onu Bağdat’a çağırdı ve kadılık makamını teklif etti. O yine reddetti. Verdiği değnek cezâları imamı ısrarından vazgeçiremediğini görünce, halife Mansur onu hapse attırdı.[18] Bunun üzerine İmam-ı Âzam Efendimiz çok yaşamayıp vefât etmiştir.
İkincisi: Mâliki imamının ismi şerifi, İmam Mâlik b. Enes’tir. Hicri 93 tarihinde Medine-i Münevvere de doğmuş, 179 tarihinde yine orada vefât etmiştir. İmam-ı Âzam ve İmam Ebû Yusuf ile görüşmüştür. Medine halkının o zamanda en bilgin âlimidir. İslam hukuku tertibine uygun olarak yazdığı ″Kitab’ul-Muvatta″ adlı hadis kitabı meşhurdur.
İmam Şâfii onun hakkında şöyle demiştir: ″Hadis okunan yerde, Mâlik, gökteki yıldız gibidir, ilmi ezberlemekte, anlamakta ve korumakta, hiç kimse, Mâlik gibi olamadı. Mâlik ile Süfyan bin Uyeyne olmasalardı, Hicaz’da ilim kalmazdı.″
Üçüncüsü: Şâfii imamının ismi şerifi, İmam Muhammed b. İdris Şâfii’dir. Hicri 150 tarihinde Şam beldelerinden Gazze’de doğmuş, 204 tarihinde Mısır’da vefât etmiştir. İmam Mâlik ve İmam Muhammed’den ders okumuştur. Mezhebi bir çok ülke yayılmıştır.
Ebû Ubeyd şöyle demiştir: İmam Şâfii’den duydum, buyurdu ki: ″İmam Muhammed’den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuk-larıdır. Onlar da Ebû Hanife’nin çocuklarıdır.″
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا تَسُبُّوا قُرَيْشًا فَإِنَّ عَالِمَهَا يَمْلأُ الأَرْضَ عِلْمًا (ط قط في المعرفة عن ابن مسعود)
″Kureyş’e sövmeyin. Zîrâ Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur.″[19]
İslâm âlimleri; ″Bu Hadis-i Şerif, İmam Şâfii’nin geleceğini bildirmiştir″ demişlerdir.
İmam Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah, babasının İmam Şafii’ye çok duâ ettiğini görmüş. Ona sebebini sorunca da; ″Oğlum, İmam Şâfii’nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, ruhların şifâsıdır″ demiştir. Bir seferinde de; ″Eline kalem kağıt alan herkesin İmam-ı Şafii’ye şükran borcu vardır″ demiştir.
Dördüncüsü: Hanbeli imamının ismi şerifi, İmam Ahmed b. Hanbel’dir. Hicri 164 tarihinde Bağdat’ta doğmuş, 241 tarihinde yine orada vefât etmiştir. İlk önce İmam-ı Âzam’ın talebesi olan İmam Ebû Yusuf’tan fıkıh ve hadis ilminde ders almıştır. Daha sonra İmam Şâfii’den de ders almıştır. Bağdat âlimlerinden olup büyük müfessir ve hadis âlimidir. 40.000’den fazla hadis içeren ″Müsned″ adlı eseri meşhurdur. İmam Ahmed b. Hanbel, hadis ilminde zamanın en büyük âlimidir. Üç yüz binden fazla Hadis-i Şerif’i senetleriyle birlikte ezbere bilirdi.
İmam Şâfii Hazretleri onun hakkında şöyle buyurmuştur: ″Bağdat’tan ayrıldığım zaman, orada Ahmed bin Hanbel’den daha âlim, daha fakih, haramlardan ve şüphelilerden kaçan kimseyi bırakmadım.″
Dünyânın her tarafında yayılmış olan milyonlarca Müslüman, İslâm tarihinin ilk asırlarından günümüze kadar bu dört büyük müçtehitten birisine tâbi olmuşlardır. Bu dört imam, Müslümanlar için bir rahmeti ilâhiyedir. Bunlar Edille-i Şer’iyye’den dini hükümleri açıklamış ve Müslümanlara takip edecekleri yolu açıkça göstermişlerdir. Bunlardan herhangi birisinin mezhebine uyan bir Müslüman, hak bir mezhebe intisap etmiş, Peygamberimizin ve Ashâbının yolunda bulunmuş olur.
Bu muhterem dört müçtehide ″Eimme-i Erbaa (dört imam)″, İmam-ı Âzam’dan başka üçüne de ″Eimme-i Selâse (üç imam)″ denir. Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri hepsinden râzı olsun. Âmin!
Mezhep:
Müçtehid Efendilerimizin, Edille-i Şer’iyye’den çıkardıkları meseleler ve hükümlerdir. İtikâdda mezhep, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Mezhebi’dir. Esâsen itikâdda Müslümanların hepsinin mezhebi birdir.
Fıkıh:
İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretlerine göre fıkıh; ″Kişinin, kendi lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. İlim ancak amel etmek içindir.″
Cenâb-ı Hakk Teâlâ Sûre-i Cuma, Âyet 5’te şöyle buyurmaktadır:
″Kendilerine Tevrat verildikten sonra, onunla amel etmeyenlerin hâli, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin hâli gibidir…″
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:
لَا تَزُولُ قَدَمُ ابْنِ آدَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ عِنْدِ رَبِّهِ حَتَّى يُسْأَلَ عَنْ خَمْسٍ عَنْ عُمُرِهِ فِيمَ أَفْنَاهُ وَعَنْ شَبَابِهِ فِيمَ أَبْلَاهُ وَمَالِهِ مِنْ أَيْنَ اكْتَسَبَهُ وَفِيمَ أَنْفَقَهُ وَمَاذَا عَمِلَ فِيمَا عَلِمَ (ت عن ابن مسعود)
″Âdemoğluna şu beş şeyden hesap sorulmadıkça onun ayakları mahşer gününde Rabbinin huzurundan ayrılmayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nerede kazanıp nereye harcadığından ve öğrendiği ilimle nasıl amel ettiğinden.″[20]
Bu hususta İmam Kurtubî Hazretleri der ki: ″Bilenlerden maksat, dindar ve ilimleri ile amel eden âlimlerdir. O ilim ki, neticesinde amel olmazsa, Allah katında ilim sayılmaz.″ Nitekim İblis’in de yüksek bir ilmi vardı. Ancak bu ilmi onu azaptan kurtarmayacaktır. Çünkü ilmiyle amel etmedi, böylece kibirlenip küfre düştü. Bir kimseyi bilgi değil, ancak bildiği ile amel etmesi mesûliyetten kurtarır. İşte hakiki âlim de bildiğiyle amel eden kimsedir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَا حَمَلَةَ الْعِلْمِ اعْمَلُوا بِهِ فَإِنَّمَا الْعَالِمُ مَنْ عَمِلَ بِمَا عَلِمَ وَوَافَقَ عِلْمُهُ عَمَلَهُ... (الدارمى عن على)
″Ey âlimler topluluğu! İlimle amel edin, zîrâ âlim bildikleriyle amel eden ve ilmi ameline uyan kişidir…″[21]
Müçtehid ve Fakih:
Müçtehid, Dînî hükümleri edille-i şer’iyyeden[22] anlayıp çıkarmaya muktedir olan İslâm âlimine denir. Bu sebeple dört mezhep imamına müçtehid denir. Bu zâtlar hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِذَا حَكَمَ الْحَاكِمُ فَاجْتَهَدَ ثُمَّ أَصَابَ فَلَهُ أَجْرَانِ وَإِذَا حَكَمَ فَاجْتَهَدَ ثُمَّ أَخْطَأَ فَلَهُ أَجْرٌ (خ م عن عمرو بن العاص)
″Bir müçtehid, içtihat eder ve içtihadında isabet ederse iki sevap; hatâ ederse bir sevap kazanır.″[23]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
اقْضِ بَيْنَهُمَا عَلَى أَنَّكَ إِنْ أَصَبْتَ فَلَكَ عَشْرُ أُجُورٍ وَإِنِ اجْتَهَدْتَ فَأَخْطَأْتَ فَلَكَ أَجْرٌ (ك وتعقب عن ابن عمرو)
″Hükmünde isâbet edersen on sevap, (iyi niyetle) içtihat edip hatâ yaparsan bir sevap vardır.″[24]
Fakih‘in çoğulu Fukaha’dır. Bunlar da, müçtehid imamlarının vermiş oldukları hükümleri delilleriyle tam olarak anlayıp fetvâ verebilen âlimlerdir.
[1] Sünen-i Tirmizî, Îman 18; Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 17. Bu Hadis-i Şerif’in metni, bir diğer rivâyette de şöyle geçmektedir: سَتَفْتَرِقُ أُمَّتِى ثَلَاثٌ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً كُلُّهُمْ فِى النَّارِ اِلَّا وَاحِدَةً مَنْ وَاحِدَةَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ:مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِى(İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 6, s. 118).
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16356.
[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 7; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 92/1.
[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 54/8; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 24.
[5] Sünen-i Tirmizî, İlim 15.
[6] Sünen-i Nesâî, Tahrim 6.
[7] Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, c. 9, s. 150.
[8] Sahih-i Müslim, Fedâil’üs-Sahâbe 59 (230 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7735, 9038.
[9] Burası Ahmed Cevdet Paşa’nın ″Faideli Bilgiler″ adlı eserinden alınmıştır. İmam-ı Âzam ile ilgili geniş bilgi için bakınız: el-Kerderî, Menâkib’ul İmam Ebî Hanife Radiyallâhu anhu, c. 1, s. 54-55.
[10] İbn-i Âbidin, Redd’ül-Muhtar, c. 1, s. 58.
[11] İbn-i Âbidin, Redd’ül-Muhtar, c. 1, s. 58.
[12] İbn-i Sîrîn: Tâbiin’in büyüklerindendir. Otuz kadar Sahabe-i Kirâm ile görüşmüştür.
[13] Muhammed İbn Muhammed el-Kerderî, Menâkib’ul-İmam Ebî Hanife Radiyallâhu anh, c. 1, s. 55.
[14] Muhammed İbn Muhammed el-Kerderî, Menâkib’ul-İmam Ebî Hanife Radiyallâhu anh, c. 1, s. 54.
[15] Muhammed İbn Muhammed el-Kerderî, Menâkib’ul-İmam Ebî Hanife Radiyallâhu anh, c. 1, s. 53.
[16] Nûr’ul-İzah, s. 5.
[17] Nûr’ul-İzah, s. 5.
[18] Nûr’ul-İzah, s. 6.
[19] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 33876.
[20] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 1.
[21] Sünen-i Dârimî, Mukaddime 34
[22] Edille-i şer’iyye: Şer’î deliller anlamına gelmektedir. İslâm’da dînî hükümlerin dayandığı kaynaklaradenir.
[23] Sahih-i Buhârî, İ’tisam 21; Sahih-i Müslim, Akdiye 6 (15).
[24] Râmûz’ul-Ehâdîs, 79/11; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 15022; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 7104.