5- Âhiret Gününe İnanmak:

Muhakkak bu dünyânın sonu gelecek, harap olacaktır. Gökler, yıldızlar, ay, güneş bunların hepsi altüst olup yok olacaktır. Sonra mahşer kurulacaktır. Mahşer, bu dünyâ değildir. Fakat bu dünyâ harap olup, yok olduktan sonra yeniden yaratılan gâyet büyük bir dünyâdır. İnsanlar ölür ama ruhları ölmez. Allah’u Teâlâ kullarını başka vücut ile mahşere getirecektir. Orada hesap görülür ve zerre kadar hayır işleyen, orada hayrının karşılığını hazırlanmış bulur.Şer işleyen de, onu hiç kaybolmamış olarak bulur. Ameli iyi olanlar Cennete, ameli kötü olanlar da Cehenneme giderler. Bu husus Sûre-i Zilzâl, Âyet 7-8’de de şöyle geçmektedir:

″İşte her kim zerre kadar bir hayır işlemiş ise, onun mükâfatını görecektir.* Her kim de zerre kadar bir şer işlemiş ise, onun cezâsını görecektir.″

Şüphesiz ki, dünyâ bir imtihan yeridir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Mülk, Âyet 2’de şöyle buyurmaktadır:

″Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, her şeye gâliptir ve çok bağışlayandır.″

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

الْحَذَرُ أَيُّهَا النَّاسُ وَإِيَّاكُمْ وَالْوَسْوَاسَ الْخَنَّاسَ فَإِنَّمَا يَبْلُوكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا (ابن مردويه عن الحكم بن عمير الثمالي)

″Dikkat edin Ey insanlar! Vesvese veren şeytandan sakının. Allah’u Teâlâ, hanginiz daha güzel amellerde bulunacak diye sizi sınamaktadır″[1]

اَلدُّنْيَا مَزْرَعَةُ الْآخِرَةِ.

″Dünyâ, âhiretin tarlasıdır.″[2] Bir kimse, bu dünyâda neyi ekerse, âhirette onu biçer. Yani bir kimse, dünyâda yapmış olduğu amelinin karşılığını âhirette alır.

Kabir Hayatı:

Ruhun mâhiyeti insanlar tarafından bilinemez. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i İsrâ, Âyet 85’te şöyle buyurmaktadır:

Ey Resûlüm! Sana ruh hakkında sorarlar. De ki: ″Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.″

İnsan ölünce ruhu başka âleme geçer, orada ameline göre ya rahat yaşar ya da azap görür. İşte bu âleme, ″Âlem-i Berzah″ denir. ″Berzah″, kelime olarak iki şey arasındaki engel demektir. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’ya göre de ″Berzah″, bir perdedir. Dolayısıyla berzah, dünyâ ile âhiret arasında ölümden dirilişe kadar geçen za­mandır. Yani kabir hayatıdır. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Mü’minûn, Âyet 99-100’de şöyle buyurmaktadır:

Nihâyet o müşriklerden birine ölüm geldiği vakit der ki: ″Yâ Rabbi! Beni dünyâya geri gönder ki,* terk ettiğim dünyâda, îman edip sâlih amelde bulunayım.″ Hayır, bu onun söylediği boş bir sözdür. Halbuki onların önlerinde, kıyâmet gününe kadar dönmelerine engel olan bir berzah (kabir hayatı) vardır.

Bu husus Ebû Said Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, namazgâha girdi ve bâzı insanların dişleri görünecek derecede gülüştüklerini gördü ve şöyle buyurdu:

- Ne var ki sizler ölümü çok sık hatırlamış olsaydınız şu gördüğüm vaziyette olmazdınız. Öyleyse tüm lezzetleri yok edip kesen ölümü çok hatırlayın. Kabir, her gün şöyle diyerek konuşur: ″Ben yalnızlık eviyim, ben tek kişilik evim, ben toprak eviyim, ben kurtçukların eviyim!″

Mü’min kul toprağa defnedildiğinde kabir ona şöyle der: ″Merhaba, hoş geldin! Üzerimde yürüyenlerin en sevgilisi olduğuna göre bugün benim himâyem altına girdin, sana ne yapacağımı göreceksin!″ Sonra o kabir, o kimse için gözünün görebildiği kadar genişleyecek ve Cennete doğru bir kapı açılacaktır.

İsyancı ve kâfir bir kul da kabre konulduğunda kabir ona şöyle der: ″Sana rahat ve huzur yok, sen hoş vaziyette gelmedin bana, üzerimde yürüyenlerin en sevimsizi ve kızdığım biri olarak bana gelmiş durumdasın ve sana ne yapacağımı göreceksin.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne şöyle devam etti: ″Sonra kabir o kimseyi o derece sıkıştırır ki, kaburgaları birbirine geçer.″

Ebû Said Radiyallâhu anhu dedi ki: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, parmaklarıyla bu durumu göstererek parmaklarını iç içe soktu ve şöyle buyurdu:

″Sonra o kimseye yetmiş tane yılan musallat edilir ki, o yılanlardan biri toprağa üflese, o toprak, dünyâ durdukça üzerinde hiçbir şey bitirmez. Bu yılanlar onu, hesaba çekilinceye kadar, sokar ve ısırırlar, paramparça ederler.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

إِنَّمَا الْقَبْرُ رَوْضَةٌ مِنْ رِيَاضِ الْجَنَّةِ أَوْ حُفْرَةٌ مِنْ حُفَرِ النَّارِ (ت عن ابى سعيد)

″Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.″[3]

Ölüler, sağ olanları işitirler. Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

Hz. Ömer ile beraber Mekke ile Medine arasında bir yerde idik. Bedir’de savaşanları anlatmaya başladı ve şöyle buyurdu:

إِنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيُرِينَا مَصَارِعَهُمْ بِالْأَمْسِ قَالَ هَذَا مَصْرَعُ فُلَانٍ إِنْ شَاءَ اللّٰهُ غَدًا قَالَ عُمَرُ وَالَّذِي بَعَثَهُ بِالْحَقِّ مَا أَخْطَئُوا تِيكَ فَجُعِلُوا فِي بِئْرٍ فَأَتَاهُمْ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَادَى يَا فُلَانُ بْنَ فُلَانٍ يَا فُلَانُ بْنَ فُلَانٍ هَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا فَإِنِّي وَجَدْتُ مَا وَعَدَنِي اللّٰهُ حَقًّا فَقَالَ عُمَرُ تُكَلِّمُ أَجْسَادًا لَا أَرْوَاحَ فِيهَا فَقَالَ مَا أَنْتُمْ بِأَسْمَعَ لِمَا أَقُولُ مِنْهُمْ. (ن عن انس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem savaştan önce, kâfirlerin öldürülecekleri yerleri bize göstererek: ″Allah’ın izni ile burası, yarın filanın öldürüleceği yer olacaktır″ buyurdu. Hz. Ömer sözüne devamla dedi ki: Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i hak din ile gönderen Allah’a yemin olsun ki kâfirler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gösterdiği yerlerde öldürüldüler. Onların hepsi bir kuyuya atıldı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem kuyunun başına gelerek şöyle seslendi: ″Ey filan oğlu filan! Ey filan oğlu filan! Rabbinizin vaad ettiği şeyi buldunuz mu? Ben, Rabbimin bana vaad ettiği şeyi hak olarak buldum.″ Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Sen, ruhları olmayan cesetlerle konuşuyorsun″ dedim. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onlara söylediğimi siz onlardan daha iyi işitemezsiniz″ buyurdu.[4]

Yine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِنَّ الْمَيِّتَ لَيَعْلَمُ مَنْ يَغْسِلُهُ وَمَنْ يُكَفِّنُهُ وَمَنْ يُدْلِيهِ فِى حُفْرَتِهِ. (طس عن ابى سعيد الخدرى)

″Bir ölü kim onu yıkadı bilir, kim onu kefene sardı bilir ve kim onu kabre koydu, onu da bilir.″[5]

Ehl-i Sünnet’e göre; insanın nâfile olarak yaptığı kendi amelinin sevabını başkasına hibe etmesi câizdir. O (nâfile olan) ameller, namaz, oruç, hac, sadaka, Kur’ân okuma, zikir ve gerekse başka iyiliklerden olsun, onları işleyip sevabını başkasına hibe edebilir. Bu sevap ölüye ulaşır. O kimse bununla faydalanır.[6] Dört Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşü budur. Yaptığı ibâdetin sevabını bağışlayan kişinin, kendi sevabından da bir şey eksilmez. Bu konuyu inkâr edenler, fırka-i dâlle olan mûtezile ve kendilerine selefiyiz diyen vehhabi görüşünde olanlardır. Bunlar; ″Bu sevabın ölüye ulaşması ve ölünün onunla faydalanması mümkün değildir″ derler. Ehl-i Sünnet âlimleri ise, çok sayıda Âyet-i Kerîme[7] ve Hadis-i Şerif[8] ile bunların bu sapık ve yanlış olan fikirlerini çürütmüştür. Bu hususta geniş bilgi için ″İbâdetlerin Sevabının Ölülere Bağışlanması″ bahsine bakınız.

Münker, Nekir:

İnsan ölünce kabrinde ″Münker, Nekir″ denilen melekler tarafından sorguya çekilecek, ″Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir? Kıblen neresidir?″ diye sual olunacaktır. Buna ″Kabir Suâli″ denir.

Kabirde olacak sorgu hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i İbrâhim, Âyet 27’de şöyle buyurmaktadır:

Allah’u Teâlâ, îman edenleri dünyâ hayatında da, âhirette de sâbit söz (şehâdet kelimesi) ile tesbit eder. Alah’u Teâlâ, zâlimleri ise dalâlette bırakır ve Allah’u Teâlâ dilediğini yapar.

Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

{يُثَبِّتُ اللّٰهُ الَّذِينَ آمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ} قَالَ نَزَلَتْ فِي عَذَابِ الْقَبْرِ فَيُقَالُ لَهُ مَنْ رَبُّكَ فَيَقُولُ رَبِّيَ اللّٰهُ وَنَبِيِّي مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَذَلِكَ قَوْلُهُ عَزَّ وَجَلَّ {يُثَبِّتُ اللّٰهُ الَّذِينَ آمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ} (م عن البراء بن عازب)

″Allah’u Teâlâ, îman edenleri dünyâ hayatında da, âhirette de sâbit söz (şehâdet kelimesi) ile tesbit eder″ âyeti kabir azâbı hakkında nâzil olmuştur. Kabirde Mü’min kula: ″Rabbin kimdir″ diye sorulur? O da: ″Rabbim Allah’dır, dinim de Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in dinidir″ der. İşte Hakk Teâlâ’nın: ″Allah’u Teâlâ, îman edenleri dünyâ hayatında da, âhirette de sâbit söz (şehâdet kelimesi) ile tesbit eder″ âyetinde kastedilen budur.[9]

Bu hususta Osman b. Affân Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا فَرَغَ مِنْ دَفْنِ الْمَيِّتِ وَقَفَ عَلَيْهِ فَقَالَ اسْتَغْفِرُوا لِأَخِيكُمْ وَسَلُوا لَهُ بِالتَّثْبِيتِ فَإِنَّهُ الْآنَ يُسْأَلُ (د عن عثمان بن عفان)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, cenâze defnini bitirdikten sonra kabrin başında durur ve şöyle derdi: ″Kardeşiniz için af dileyin. Onun, îmanda kararlı kılınmasını isteyin. Zîrâ o, şimdi sorgu suale tâbi tutulmaktadır.″[10]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا قُبِرَ الْمَيِّتُ أَوْ قَالَ أَحَدُكُمْ أَتَاهُ مَلَكَانِ أَسْوَدَانِ أَزْرَقَانِ يُقَالُ لِأَحَدِهِمَا الْمُنْكَرُ وَالْآخَرُ النَّكِيرُ فَيَقُولَانِ مَا كُنْتَ تَقُولُ فِي هَذَا الرَّجُلِ فَيَقُولُ مَا كَانَ يَقُولُ هُوَ عَبْدُ اللّٰهِ وَرَسُولُهُ أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ فَيَقُولَانِ قَدْ كُنَّا نَعْلَمُ أَنَّكَ تَقُولُ هَذَا ثُمَّ يُفْسَحُ لَهُ فِي قَبْرِهِ سَبْعُونَ ذِرَاعًا فِي سَبْعِينَ ثُمَّ يُنَوَّرُ لَهُ فِيهِ ثُمَّ يُقَالُ لَهُ نَمْ فَيَقُولُ أَرْجِعُ إِلَى أَهْلِي فَأُخْبِرُهُمْ فَيَقُولَانِ نَمْ كَنَوْمَةِ الْعَرُوسِ الَّذِي لَا يُوقِظُهُ إِلَّا أَحَبُّ أَهْلِهِ إِلَيْهِ حَتَّى يَبْعَثَهُ اللّٰهُ مِنْ مَضْجَعِهِ ذَلِكَ وَإِنْ كَانَ مُنَافِقًا قَالَ سَمِعْتُ النَّاسَ يَقُولُونَ فَقُلْتُ مِثْلَهُ لَا أَدْرِي فَيَقُولَانِ قَدْ كُنَّا نَعْلَمُ أَنَّكَ تَقُولُ ذَلِكَ فَيُقَالُ لِلْأَرْضِ الْتَئِمِي عَلَيْهِ فَتَلْتَئِمُ عَلَيْهِ فَتَخْتَلِفُ فِيهَا أَضْلَاعُهُ فَلَا يَزَالُ فِيهَا مُعَذَّبًا حَتَّى يَبْعَثَهُ اللّٰهُ مِنْ مَضْجَعِهِ ذَلِكَ. (ت عن ابى هريرة)

″Sizden biriniz mezara konulduğu zaman, ona siyah ve mavi iki melek gelir. Birine Münker, diğerine ise Nekir denir. İki melek ona: ″Bu adam (Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında ne dersin?″ diye sorarlar. Bunun üzerine o, dünyâda söylediğini söyler ve şöyle der: ″O, Allah’ın kulu ve Resûlüdür. Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şâhitlik ederim″ der. Bunun üzerine iki melek: ″Senin böyle söyleyeceğini zâten biliyorduk″ derler. Sonra onun kabri, eni ve boyu yetmiş arşın genişletilir, sonra kabri ona aydınlatılır ve kendisine, ″Uyu″ denilir. Bunun üzerine O: ″Bu güzel durumumu dönüp aileme haber vereyim mi?″ der. Bunun üzerine iki melek, ona ″Ailesinden en çok seven kişiden başka kimsenin uyandırmadığı gelin güvey gibi uyu″ derler. O, Allah onu yatağından mahşere kaldırıncaya kadar, bu şekilde uyur.

Şâyet münâfık ise, insanların, ″Muhammed, Allah’ın Resûlüdür″ dediklerini işittim ve ben de onlar gibi söyledim. Ama gerçekten onun Peygamber olup olmadığını bilmiyorum, der. Bunun üzerine iki melek: ″Senin böyle söyleyeceğini zâten biliyorduk″ derler. Sonra toprağa: ″Onu sıkıştır″ denilir. Bunun üzerine toprak onu öyle bir sıkıştırır ki, kaburga kemikleri birbirine geçer. Allah’u Teâlâ, onu yattığı yerden diriltinceye kadar ona böyle azap edilir.″[11]

Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair şu hâdise de nakledilmiştir:

النَّبِيّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَمَّا وَصَفَ مُسَاءَلَة مُنْكَر وَنَكِير وَمَا يَكُون مِنْ جَوَاب الْمَيِّت قَالَ عُمَر: يَا رَسُول اللّٰه مَعِي عَقْلِي؟ قَالَ: نَعَمْ قَالَ: كُفِيت إِذًا فَأَنْزَلَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ هَذِهِ الْآيَة (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün Ashâbına kabirde Münker ve Nekir’in ölüye heybetle nasıl sual ettiklerini beyan buyuruyorlardı. Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Sual zamanında şimdiki aklımız bize verilir mi, verilmez mi?″ diye sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, şimdiki aklınız nasılsa, kabirde de öyle olursunuz″diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer: ″Böyle olduktan sonra korku ve elem çekmeğe lüzum yoktur. Bu bana yeter; ben onlara verecek cevabı biliyorum″ deyince, ″Allah’u Teâlâ, îman edenleri dünyâ hayatında da, âhirette de sâbit söz (şehâdet kelimesi) ile tesbit eder. …″ âyeti nâzil oldu.[12]

Hz. Ömer vefât edince, Hz. Ali’nin aklına bu hâdise geldi ve onun Münker ve Nekir’e nasıl bir cevap vereceğini merak etti. Gözlerini yumdu. Kalbi şeriflerini Hz. Ömer’in hâline yöneltip, tam teveccüh ile murâkabeye vardı. Hakk Teâlâ gözünden perdeyi kaldırdı. Münker ve Nekîr’in heybetle geldiklerini gördü.

Hz. Ömer’e: ″Rabbin kim? Dinin nedir? Peygamberin kim?″ şeklinde sorular sordular. Hz. Ömer, Münker ve Nekir’e:″Neredengeliyorsunuz?″ diye sordu. Onlar da: ″Yedinci kat göktengeliyoruz″ dediler. Hz. Ömer: ″Yedinci kat gökten burası ne kadar yoldur?″ diye sordu. Melekler: ″Yedi bin yıllık yoldur″ dediler. Hz. Ömer: ″Siz yedi bin yıllık yoldan geldiğiniz halde, Rabbinizi unutmadınız da, ben bugün evimden çıktım, kabre gelinceye kadar Rabbimi, dinimi, Peygamberimi niçin unutayım?″ buyurdu. Melekler: ″Biz senin böyle cevap vereceğini biliyorduk. Fakat bu heybetle gelip sual etmekle emrolunduk″ dediler.

Hz. Ali, bu hâli gördükten sonra gözlerini açtı; ″Yâ Ömer! Allah mübârek etsin, dâvanın eriymişsin″ buyurdu.[13]

Yine kabir suâli hakkında Bera İbn-i Azib Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

خَرَجْنَا مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي جِنَازَةِ رَجُلٍ مِنَ الْأَنْصَارِ فَانْتَهَيْنَا إِلَى الْقَبْرِ وَلَمَّا يُلْحَدْ فَجَلَسَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَجَلَسْنَا حَوْلَهُ وَكَأَنَّ عَلَى رُؤُسِنَا الطَّيْرَ وَفِي يَدِهِ عُودٌ يَنْكُتُ فِي الْأَرْضِ فَرَفَعَ رَأْسَهُ فَقَالَ اسْتَعِيذُوا بِاللّٰهِ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ مَرَّتَيْنِ أَوْ ثَلَاثًا ثُمَّ قَالَ إِنَّ الْعَبْدَ الْمُؤْمِنَ إِذَا كَانَ فِي انْقِطَاعٍ مِنَ الدُّنْيَا وَإِقْبَالٍ مِنَ الْآخِرَةِ نَزَلَ إِلَيْهِ مَلَائِكَةٌ مِنَ السَّمَاءِ بِيضُ الْوُجُوهِ كَأَنَّ وُجُوهَهُمْ الشَّمْسُ مَعَهُمْ كَفَنٌ مِنْ أَكْفَانِ الْجَنَّةِ وَحَنُوطٌ مِنْ حَنُوطِ الْجَنَّةِ حَتَّى يَجْلِسُوا مِنْهُ مَدَّ الْبَصَرِ ثُمَّ يَجِيءُ مَلَكُ الْمَوْتِ عَلَيْهِ السَّلَام حَتَّى يَجْلِسَ عِنْدَ رَأْسِهِ فَيَقُولُ أَيَّتُهَا النَّفْسُ الطَّيِّبَةُ اخْرُجِي إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانٍ ... (د حم عن البراء بن عازب)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber Ensârdan bir adamın cenâzesinde bulun­duk. Kabre vardığımızda kabrin henüz lahdi yapılmamıştı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem oturdu. Biz de onun çevresinde, başlarımızda sanki kuşlar varmış gibi sessiz bir şekilde oturduk. Peygamberimizin elinde bir ağaç parçası vardı ve onunla toprağı karıştırıyordu. Başını kaldırdı ve buyurdu ki: ″Kabir azâbından Allah’a sığının.″ Bu sözü iki veya üç defa tekrarladı ve sonra şöyle buyurdu:

Mü’min bir kulun dünyâdan ayrılıp âhirete yönelme vakti gelince, onun yanına gökten, yüzleri güneşe benzeyen beyaz yüzlü melekler iner. Yanlarında Cennet kefenlerinden bir kefen ve Cennet kokularından bir koku bulunur. O me­lekler, can vermekte olan kişinin gözünün göreceği kadar bir uzaklıkta oturur­lar. Sonra Azrâil gelir, onun başucuna oturur ve ″Ey pâk ve temiz ruh! Vücuttan çık. Allah’ın affına ve rızâsına kavuş″ der. Bunun üzerine su kabından bir damlanın akması gibi ruh vücuttan akıp çıkar. Melek onu alır ve diğer melekler o ruhu Azrâil’den, göz açıp kapayıncaya kadar bile bekletmeksizin alırlar. Cennetten getirdikleri o ke­fenin ve kokunun içine koyarlar. O ruhtan yeryüzündeki en güzel miskin koku­su gibi bir koku çıkar ve o melekler bu ruhu alıp yukarı çıkarlar. Hangi melek topluluğuna uğrarlarsa, onlar: ″Bu hoş ve güzel ruh kimin?″ diye sorarlar. O ruhu taşı­yan melekler, onun dünyâda çağırıldığı en güzel adını söyleyerek: ″Bu, falan oğlu falandır″ derler. Nihâyet o ruhla birlikte Dünyâ semâsına varırlar ve kapının açılmasını isterler. Kapı onlara açılır. Her katta bulunan ileri gelen kimseler, o ruhu bir üst kata kadar yolcu ederler. Nihâyet yedinci kat semâya ulaşırlar. Orada Allah’u Teâlâ: ″Bu kulumun amelini İlliyyin’e yazın ve tekrar kendisini yere gönderin. Çünkü Ben onları oradan yarattım, onları oraya iâde ederim. Bir kere daha onları yine oradan çı­kartırım″[14] diye buyurur. Bunun üzerine ruhu tekrar cesedine iade edilir.

İki melek gelip yanına oturur. O meleklerden biri: ″Rabbin kim? der. O da: ″Rabbim Allah’tır″ der. Melek: ″Dinin nedir?″ der. O da: ″Dinim İslâm’dır″ der. Melek: ″Size gönderilen Peygamber kimdir?″ diye sorar. O da: ″Allah’ın Resûlüdür″ der. Melek bu sefer: ″Amelin nedir?″ diye sorar. O da: ″Allah’ın kitabını okudum. Ona îman ettim ve onu tasdik ettim″ der.

Bunun üzerine gökten: ″Kulum doğru söyledi. Onun altına Cennetten ser­giler serin ve onu Cennetten giydirin. Ona, Cennete bakan bir kapı açın″ diye bir nidâ gelir. O kişiye Cennetin havası ve kokuları gelir. Kabri, gözün görebileceği kadar genişler. Yanına güzel yüzlü temiz elbiseli, hoş kokulu bir adam gelir ve ona: ″Ben seni, sevindirici bir şeyle müjdeleyeyim. İşte sana vaad edilen gün bugündür″ der. Ölen kişi de ona: ″Sen kimsin? Yüzünden bile, hayırlı bir haber getirdiğin belli oluyor″ der. O kişi: ″Ben senin, dünyâda işlediğin sâlih ameli­nim″ der. Bunun üzerine ölen kişi: ″Yâ Rabbi! Kıyâmeti kopar. Tâ ki aileme ve Cennetteki nîmetlere kavuşayım″ der.

Bir kâfirin de, dünyâdan ayrılıp âhirete yönelme vakti gelince, onun yanına gökten, siyah yüzlü melekler iner. Yanlarında bir paçavra vardır. O me­lekler can çekişmekte olan kişinin gözünün görebileceği kadar bir uzaklıkta otu­rurlar. Sonra Azrâil gelir, onun başucuna oturur ve ″Ey pis ruh! Vücuttan çık ve Allah’ın gazabına uğra″ der. Bunun üzerine ruh, ki­şinin vücudunun her tarafına yayılır. Melek o ruhu, ıslak yünün içinden kebap şişini çekercesine çekip alır ve diğer melekler, göz açıp kapayıncaya kadar bekletmeksizin onu Azrâil’den alırlar ve onu, getirdikleri paçavranın içine koyarlar. O paçavradan, yeryüzündeki en pis kokulu leşten çıkan koku gi­bi bir koku çıkar. Melekler onu alıp yukarı çıkarırlar. Hangi melek topluluğuna uğrarlarsa onlar: ″Bu pis ruh kimin?″ diye sorarlar. O ruhu taşıyan melekler, kişinin dünyâda çağırıldığı en kötü adını söyleyerek, ″Bu falan oğlu falandır″ derler. Nihâyet o ruhla dünyâ semâsına varırlar ve onun için kapıların açılması is­tenir. Fakat kapı ona açılmaz.

Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şüphesiz ki, âyetlerimizi yalanlayanların ve kibirlenerek onları kabul etmeyenlerin ruhları için göklerin kapıları açılmaz. Deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar onlar Cennete giremezler…″[15] diye devam eden âyeti okudu.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne şöyle devam etti:

Aziz ve Celil olan Al­lah: ″Bunun amelini, yerin en alt katında bulunan Siccîn’e ya­zın″ diye buyurur. Bundan sonra onun ruhu aşağıya atılır. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″… Her kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışmış veya rüzgâr onu uzak bir yere atmış gibidir″[16] diye geçen âyeti okudu.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne şöyle devam etti:

Bu ada­mın ruhu vücuduna döndürülür. İki melek gelip yanına oturur. O meleklerden biri: ″Rabbin kim?″ der. O da: ″(Gülerek) hah, hah, bilmiyorum!″ der. Melek: ″Dinin nedir?″ der. O da: ″Hah, hah, bilmiyorum!″ der. Melek: ″Size gönderilen Peygamber kimdir?″ diye sorar. O da: ″Hah, hah, bilmiyorum!″ der.

Bunun üzerine gökten: ″Kulum yalan söyledi. Altına ateşten sergiler se­rin ve kendisine, Cehenneme bakan bir kapı açın″ diye nidâ gelir. Bu kişiye Cehennemin sıcağı ve alevi gelir. Kabri sıkıştırıldıkça sıkıştırılır, kaburgaları birbirine girer. Yanına çirkin yüzlü, pis kokulu bir kişi gelir ve ona: ″Seni, hoşuna gitmeyecek bir şeyle müjdeleyeyim. İşte sana vaad edilen gün bugündür″ der. Ölen kişi de ona:″Sen kimsin? Yüzün bile kötülüğü ifade ediyor″ der. O da: ″Ben senin kötü amelinim″ der. Bunun üzerine ölen kişi: ″Yâ Rabbi! Sen kıyâmeti koparma″ der.[17]

Amel Defteri:

Âhirette Allah’u Teâlâ tarafından mükellef (sorumlu) olan mahlûkat sorguya çekilecektir. Mahşerde büyük bir adâlet mahkemesi kurulacak, herkese dünyâda yaptıkları sorulacak ve ona göre hakkında karar verilecektir. Her insanın dünyâda iyi ve kötü bütün işledikleri yazılmış olan defteri, âhirette kendisine verilecek, ″Al kitabını oku″ denilecektir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i İnşikâk, Âyet 7-12’de şöyle buyurmaktadır:

″O zaman amel defteri sağ eline verilen kimsenin,* hesabı kolayca görülür* ve ehline sevinçli olarak döner.* Amel defteri arkasından verilen kimse ise,* artık ölmek ister* ve alevli ateşe atılır.″

Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كُنَّا عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَضَحِكَ فَقَالَ هَلْ تَدْرُونَ مِمَّ أَضْحَكُ قَالَ قُلْنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ مِنْ مُخَاطَبَةِ الْعَبْدِ رَبَّهُ يَقُولُ يَا رَبِّ أَلَمْ تُجِرْنِي مِنَ الظُّلْمِ قَالَ يَقُولُ بَلَى قَالَ فَيَقُولُ فَإِنِّي لَا أُجِيزُ عَلَى نَفْسِي إِلَّا شَاهِدًا مِنِّي قَالَ فَيَقُولُ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ شَهِيدًا وَبِالْكِرَامِ الْكَاتِبِينَ شُهُودًا قَالَ فَيُخْتَمُ عَلَى فِيهِ فَيُقَالُ لِأَرْكَانِهِ انْطِقِي قَالَ فَتَنْطِقُ بِأَعْمَالِهِ قَالَ ثُمَّ يُخَلَّى بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْكَلَامِ قَالَ فَيَقُولُ بُعْدًا لَكُنَّ وَسُحْقًا فَعَنْكُنَّ كُنْتُ أُنَاضِلُ (م عن انس)

Biz, bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında iken güldü de, ″Neye güldüğümü biliyor musunuz?″ buyurdu. ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dedik. Bunun üzerine: ″Kulun, Rabbine olan hitabından!″ buyurdu ve sözüne şöyle devam etti. Kul: ″Ey Rabbim! Sen beni zulümden korumadın mı?″ der. Allah’û Teâlâ da: ″Evet, korudum″ buyurur. Kul da: ″Fakat ben bugün kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını aslâ istemiyorum″ der. Allah’u Teâlâ: ″Bugün sana tek şâhit olarak nefsin, çok şâhit olarak da kirâmen kâtibîn melekleri kâfidir″ buyurur.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla buyurdu ki:

″Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına, ″Konuş″ denilir. Onlar kişinin amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ″Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim″ der.[18]

Mizan:

Mahşerde herkesin amellerini tartmaya mahsus bir adâlet terazisidir. Bununla amellerin iyi ve kötü miktarı anlaşılmış olur. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i A’râf, Âyet 8-9’da şöyle buyurmaktadır:

″Mahşer günü amel defterleri adâletle tartılır. Artık kimin iyi amelleri ağır gelirse, işte kurtuluşa erenler onlardır.* Kimin de iyi amelleri hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize zulmetmeleri sebebiyle kendilerini hüsrâna uğratanlardır.″

Sırat:

Cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür. Bunun üzerinden Allah’u Teâlâ’nın muhterem kulları kolaylıkla geçecek, hattâ bâzıları şimşek gibi geçip Cennete gireceklerdir. Sırat köprüsü hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

…ثُمَّ يُضْرَبُ الْجِسْرُ عَلَى جَهَنَّمَ وَتَحِلُّ الشَّفَاعَةُ وَيَقُولُونَ اللّٰهُمَّ سَلِّمْ سَلِّمْ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا الْجِسْرُ قَالَ دَحْضٌ مَزِلَّةٌ فِيهِ خَطَاطِيفُ وَكَلَالِيبُ وَحَسَكٌ تَكُونُ بِنَجْدٍ فِيهَا شُوَيْكَةٌ يُقَالُ لَهَا السَّعْدَانُ فَيَمُرُّ الْمُؤْمِنُونَ كَطَرْفِ الْعَيْنِ وَكَالْبَرْقِ وَكَالرِّيحِ وَكَالطَّيْرِ وَكَأَجَاوِيدِ الْخَيْلِ وَالرِّكَابِ فَنَاجٍ مُسَلَّمٌ وَمَخْدُوشٌ مُرْسَلٌ وَمَكْدُوسٌ فِي نَارِ جَهَنَّمَ ... (م عن ابى سعيد الخدرى)

″… Sonra Cehennem üzerine köprü kurulur. Şefaat etme zamanı gelir. İn­sanlar: ″Ey Allah’ım! Esenlik ver, esenlik ver″ derler. ″Yâ Resûlallah! Köprü nedir?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″Pek kaygan bir yerdir. Orada çengeller, kan­calar ve dikenler vardır. Bu dikenler, Necid bölgesinde biten Sa’dan dikenleri gibidir. Mü’minler, amellerine göre sırat köprüsünün üzerinden göz açıp kapayın­caya kadar veya şimşek gibi yahut rüzgâr gibi veya kuş gibi yahut rahvan at ve develer gibi geçecekler. Bâzıları sağ salim kurtulacak, bâzıları çiviler yırtmış olarak kurtulacaklar, bâzıları ise yaralı olarak Cehenneme itileceklerdir…″[19]

Sırat köprüsündeki olacak şefaat hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِذَا اجْتَمَعَ الْعَالِمُ وَالْعَابِدُ عَلَى الصِّرَاطِ قِيلَ لِلْعَابِدِ: اُدْخُلِ الْجَنَّةَ وَتَنَعَّمْ بِعِبَادَتِكَ وَقِيلَ لِلْعَالِمِ قِفْ هَهُنَا فَاشْفَعْ لِمَنْ أَحْبَبْتَ فَاِنَّكَ لَا تَشْفَعُ لِاَحَدٍ اِلَّا شُفِّعْتَ فَقَامَ مَقَامَ الْانْبِيَاءِ. (أبو الشيخ و الديلمى عن ابن عباس)

Âlim ve âbidler sırat köprüsüne geldikleri zaman âbid olana: ″Haydi, yaptığın ibâdetlerin karşılığı olarak Cennete gir ve nîmetleriyle nîmetlen″ denilir. Âlim olana da denilir ki: ″Sen burada dur, sevdiğin kimselere şefaat et (onlar senden dünyâda iken şefaat umarlardı). Çünkü senin şefaatin büyüktür. Kime şefaat edersen şefaatin kabul edilecek.″ Ve bu şekilde âlimler, Peygamber makâmında olacaklardır.[20]

Bâzı çok günahkar Müslümanlar, bu sırattan geçemeyip Cehenneme düşeceklerdir. Bunlar daha sonra şefaate uğrayarak oradan çıkacak ve Cennete gireceklerdir. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَمَّا أَهْلُ النَّارِ الَّذِينَ هُمْ أَهْلُهَا فَإِنَّهُمْ لَا يَمُوتُونَ فِيهَا وَلَا يَحْيَوْنَ وَلَكِنْ نَاسٌ أَصَابَتْهُمْ النَّارُ بِذُنُوبِهِمْ أَوْ قَالَ بِخَطَايَاهُمْ فَأَمَاتَهُمْ إِمَاتَةً حَتَّى إِذَا كَانُوا فَحْمًا أُذِنَ بِالشَّفَاعَةِ فَجِيءَ بِهِمْ ضَبَائِرَ ضَبَائِرَ فَبُثُّوا عَلَى أَنْهَارِ الْجَنَّةِ ثُمَّ قِيلَ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ أَفِيضُوا عَلَيْهِمْ فَيَنْبُتُونَ نَبَاتَ الْحِبَّةِ تَكُونُ فِي حَمِيلِ. (م حم عن ابى سعيد)

Cehennem ehli olanlar, orada ne öldürülür, ne de diriltilir. Fakat işledikleri birtakım günahlardan dolayı Cehennem ateşi isâbet etmiş birtakım Müslümanlar vardır. İşte bir müddet azaptan sonra öldürü-lenler onlardır.[21] Onlar kömür hâline geldiklerinde kendilerine şefaat olunma izni çıkar. Onlar, bölük bölük getirilip Cennetin ırmaklarına dağıtılacaklardır. Sonra Cennetliklere: ″Ey Cennet ahâlisi! Bunlara bol su, Cennet sularından dökün″ denilecek. Sonra onlar, sel yatağında biten dereotları gibi yeniden biteceklerdir. Bunun üzerine oradaki topluluktan biri: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, muhakkak çölde bulunmuş gibidir″[22] dedi.[23]

Kâfirler ise doğrudan Cehenneme sürülecektir. Münâfıklar ise sırat başında kalacak ve onlar da doğrudan Cehenneme sevk edileceklerdir. O münâfıklarla Allah’u Teâlâ alay edecektir. Bu husus İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

إِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى يَدْعُو النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِأَسْمَائِهِمْ سِتْرًا مِنْهُ عَلَى عِبَادِهِ، وَأَمَّا عِنْدَ الصِّرَاطِ، فَإِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يُعْطِي كُلَّ مُؤْمِنٍ نُورًا، وَكُلَّ مُؤْمِنَةٍ نُورًا، وَكُلَّ مُنَافِقٍ نُورًا، فَإِذَا اسْتَوَوْا عَلَى الصِّرَاطِ سَلَبَ اللّٰهُ نُورَ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ، فَقَالَ الْمُنَافِقُونَ: انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ [الحديد آية 13] وَقَالَ الْمُؤْمِنُونَ: رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنا [التحريم آية 8] فَلا يَذْكُرُ عِنْدَ ذَلِكَ أَحَدٌ أَحَدًا. (طب عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ, mahşer günü insanları isimleriyle çağırır. Bu O’nun kullarını korumasıdır. Allah’u Teâlâ sırat köprüsünün yanında her Mü’mine ve her münâfığa bir nûr verir. Sırat’a vardıklarında da münafık erkek ve münâfık kadınların nûrları geri alınır. Sûre-i Hadîd, Âyet 13’te geçtiği üzere, ″O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, Mü’minlere: ″Bizi bekleyin; nûrunuzdan biz de istifâde edelim!″ derler. Mü’minler de onlara: ″Arkanıza (dünyâya) dönün de oradan nûru arayın!″ derler. Artık aralarına kapısı bulunan bir sur çekilir ki, onun iç tarafında rahmet, dış tarafında da azap vardır.″ Yine o zaman Mü’minler, Sûre-i Tahrîm, Âyet 8’de geçtiği üzere, ″Ey Rabbimiz! Bizim nûrumuzu tamamla…″ derler. Bu sırada kimse kimseyi zikretmez.[24]

Cennet:

Allah’a îman edip O’nun emirlerine sımsıkı sarılanları Allah’u Teâlâ, rahmet yeri olan Cennete girdirir, orada akla ve hayâle gelmeyen türlü türlü nîmetler ihsan eder. Cennetlik olan herkes, ancak Allah’ın rahmetiyle Cennete girer. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا مِنْ أَحَدٍ يُدْخِلُهُ عَمَلُهُ الْجَنَّةَ فَقِيلَ وَلَا أَنْتَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ وَلَا أَنَا إِلَّا أَنْ يَتَغَمَّدَنِي رَبِّي بِرَحْمَةٍ (خ م عن ابى هريرة)

″Bir kimse yaptığı ameliyle Cennete giremez.″ ″Sen de mi Yâ Resûlallah?″ denilince, buyurdu ki: ″Evet, ben de Rabbimin rahmetiyle girerim. Ancak Allah beni rahmetine daldırmıştır.″[25]

Nakledildiğine göre, Allah’u Teâlâ sekiz Cennet yaratmıştır. Bunlar: Dâr’ul-Celâl, Dâr’us-Selâm, Cennet’ül-Me’vâ, Cennet’ül-Huld, Cennet’ül-Karar, Cennet’ül-Firdevs, Cennet’ül-Adn, Cennet’ün-Naîm’dir. Cennetlik olanlar amellerine göre bunlardan birine girdirilirler. Bunlardan en yükseği de Cennet’ün-Naîm’dir. Bu husus Sûre-i Vâkıa, Âyet 7-12’de şöyle geçmektedir:

″İşte o gün siz üç sınıf olarak mahşere gelirsiniz.* O üç sınıfın biri Ashâb-ı Meymene’dir. Ne mutlu kimselerdir o Ashâb-ı Meymene!* Diğeri Ashâb-ı Meş’eme’dir. Ne mutsuz kimselerdir o Ashâb-ı Meş’eme!* Biri de Sâbikûndur (sebat edip ibâdette ileri geçenlerdir).* İşte onlar, Allah’u Teâlâ’ya en yakın olanlardır;* Naîm Cennetlerindedirler.″

Ashâb-ı Meymene, amel defterleri sağ tarafından verilen ve Cennete girecek olan kimselerdir. Ashâb-ı Meş’eme de amel defterleri sol tarafından verilen ve Cehenneme girecek olan kimselerdir. Bunlardan başka bir de Sâbikunlar vardır. Bunlar da sebat ederek taatte ileri geçip Allah’ın en yakınında olan yüksek dereceler elde eden kimselerdir. İşte Naîm Cennetlerine yükseltilecek olanlar bunlardır.

Allah’ın Görülmesi (Ru’yetullah):

Ehl-i sünnet, âhiret yurdunda Mü’minlerin Allah’u Teâlâ’yı görmelerinin aklen câiz, naklen de vâcip olduğunu kabul etmiştir. Ehl-i hakkın bu konudaki kat’î (kesin) delili Mûsâ Aleyhisselâm’ın, Allah’u Teâlâ’dan, onu görmeyi talep etmesidir.[26]

Bu hususta Kadı İyaz der ki:

Ru’yetullah aklen de câizdir. Mûsâ Aleyhisselâm: Sûre-i A’râf, Âyet 143’te geçtiği üzere, ″Yâ Rabbi! Bana zâtını da göster, Seni göreyim!″ dedi. Peygamberler imkânsız olan şeyi istemezler. Şer’i Şerif’te görmenin câiz olmadığına bir delil yoktur, diyerek ″Gözler O’nu idrak edemez″[27] âyetini delil tutanların hücceti yoktur. Zîrâ Âyet-i Kerîme‘de, değişik görüşler vardır, buyurdu. Ulemâdan rivâyettir ki:

- Allah’u Teâlâ görülür, ama idrak olunmaz. Zîrâ idrak ihatadan ve sonuna kadar bütününün kavranmasından ibârettir. Allah’u Teâlâ ise sondan ve sınırdan münezzeh ve mukaddestir, dediler. Görünmez diyenler, Mûsâ Aleyhisselâm’ın: ″Len Terânî″ yani ″Beni göremezsin″[28] âyetini delil olarak alırlar ise; bu âyet, daha iyi görülmesinin câiz olduğuna apaçık delildir, dediler. Zîrâ Peygamberler câiz olmayan ve olması imkânsız olan şeyi istemezler.

Mûsâ Aleyhisselâm’ın: ″Yâ Rabbi! Bana zâtını da göster, Seni göreyim″ dediği zaman, Allah’u Teâlâ’nın: ″Beni göremezsin″ diye buyurduğu, yalnız Mûsâ Aleyhisselâm’dır. ″Beni göremezler″ dememiştir. Hikmetini kendi bilir ki, ona öyle demiştir: Eğer görmek câiz olmasa idi, görüleceğine itikâd edenler kâfir olurdu. Mûsâ Aleyhisselâm’ı risâlet ve seçilmiş Peygamber ve envâ-i çeşit faziletler, burhanlar ve sözlerini Kelâm-ı Şerif ile nice mûcizeler ile kuvvetlendirip yardım eyleyip de, böyle olan kimse Hakk Teâlâ Hazretlerine câiz olmayanı nasıl câiz itikâd eyler? Mûsâ Aleyhisselâm, hemen o anda görmek istedi. O saatte göremeyeceğini, Hakk Teâlâ ona söyledi.

Kadı Beydâvî dahi tefsirinde demiştir ki:

″Bu âyette ru’yetin yani Allah’ı görmenin câiz olduğuna delil vardır. Zîrâ Enbiyâ’ya câiz olan, helâl şeyleri talep etmektir. Onun için: ″Len Terânî″ yani ″Beni göremezsin″ dedi. ″Len Erâ″ yani ″Ben görülmem″ demedi, demiştir.[29] Biz, ″Len″ kelimesinin ebediyet ifade ettiğini kabul etmiyoruz, bilakis o, sâdece te’kid (pekiştirme) mânâsı taşır. Bunun delili de Allah’u Teâlâ’nın Meryem valideden haber veren şu beyanıdır: ″Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım.″[30] Cenâb-ı Hakk bu âyette geçen ″Len″ kelimesini ″el-yevm (bugün)″ kelimesiyle berâber îrâd buyurmuştur. ″el-yevm″ sınırlı bir zaman ifade ettiğine göre ″ebediyet″ ile ″sınırlı oluş″ birbiriyle tenâkuz hâlinde olan iki şeydir.[31]

Bu hususta İkrime Hazretlerinden nakledildiğine göre, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ:

قَالَ رَأَى مُحَمَّدٌ رَبَّهُ قُلْتُ أَلَيْسَ اللّٰهُ يَقُولُ {لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ} قَالَ وَيْحَكَ ذَاكَ إِذَا تَجَلَّى بِنُورِهِ الَّذِي هُوَ نُورُهُ وَقَالَ أُرِيَهُ مَرَّتَيْنِ (ت عن ابن عباس)

″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem, Rabbini gördü″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Gözler O’nu idrak edemez. Halbuki O, gözleri idrak eder″[32] diye buyurmuyor mu? dedim. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Vay senin hâline! Bu durum, Allah’ın, nuruyla göründüğü zamandır. Görülen onun nûrudur. Allah’u Teâlâ’nın nûru, Muhammed Sallalahu aleyhi ve sellem’e iki kere gösterildi.″[33]

Yine Abdullah b. Şekik Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

قُلْتُ لِأَبِي ذَرّ لَوْ رَأَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَسَأَلْتُهُ فَقَالَ عَنْ أَيِّ شَيْءٍ كُنْتَ تَسْأَلُهُ قَالَ كُنْتُ أَسْأَلُهُ هَلْ رَأَيْتَ رَبَّكَ قَالَ أَبُو ذَرٍّ قَدْ سَأَلْتُ فَقَالَ رَأَيْتُ نُورًا (م عن عبد اللّٰه بن شقيبق)

Ben, Ebû Zerr Radiyallâhu anhu’ya dedim ki: ″Şâyet Resûlullah Sallalâhu aleyhi ve sellem’in zamanına yetişmiş olsaydım, ben ona bir şey sorardım. Ebû Zerr Radiyallâhu anhu: ″Ondan neyi sorardın?″ dedi. Abdullah b. Şakik Radiyallâhu anhu da: ″Yâ Resûlallah! Sen Rabbini gördün mü?″ diye sorardım, dedi. Ebû Zerr Radiyallâhu anhu dedi ki: Ben onu Resûlullah Sallalâhu aleyhi ve sellem’e sordum, bana: ″Ben, Rabbimi nur olarak gördüm″ dedi.[34]

Birçok Sahâbî Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraçta Allah’u Teâlâ’yı gördüğünü haber vermiştir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Necm, Âyet 10-11’de şöyle buyurmuştur:

″Böylece Allah’u Teâlâ, kuluna vahyettiğini vahyetti.* Gözüyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.″

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

قَدْ رَأَى مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَبَّهُ (ك حب عن ابن عباس)

″Yemin ederim ki, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Rabbini gördü.″[35]

İmam Abdurrezzak’ın naklettiğine göre:

كَانَ الْحَسَنُ يَحْلِفُ بِاللّٰهِ لَقَدْ رَأَى مُحَمَّدٌ رَبَّهُ (عن الحسن)

Hasan-ı Basrî Hazretleri, ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Rabbini gördü″ diye yemin etmiştir.[36]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

اَتَعْجَبُونَ اَنْ تَكُونَ الْخَلَّةُ لِاِبْرَاهِيمَ وَالْكَلَامُ لِمُوسَى وَلِرُؤْيَةِ لِمُحَمُّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (طب ك عن ابن عباس)

″Halilliğin İbrâhim’e, kelâmın Mûsâ’ya ve görmenin Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e olduğuna siz hayret mi edersiniz!″[37]

Ehl-i Sünnet’in dışında olan Mûtezile fırkası, ″Gözler O’nu idrak edemez. Halbuki O, gözleri idrak eder…″[38] diye geçen Âyet-i Kerîme’ye dayanarak, Allah’u Teâlâ’nın, dünyâda görülemediği gibi âhirette de hiç görülemeyeceğini söylemiştir. Onların bu sözü yanlıştır. Âyetin bâtıl bir yorumudur. Allah’u Teâlâ’nın görüleceği, sahih hadis kitaplarında mevcut olan sağlam Nass’lar ile bildirilmiştir.

Şânı yüce Allah’ın: ″O günde birtakım yüzler parıldar;* Rabblerine bakarlar″[39] mealindeki Âyet-i Kerîmesi, Mü’minlerin, mahşer gününde Cennette iken Rablerini göreceklerini göstermektedir. Zîrâ Arap dili mütehassısları ″Nazar (bakmak)″ kökünün, ″İlâ″ edatı ile mef’ûl aldığı takdirde, gözle görme mânâsına geldiği noktasında ittifak etmişlerdir.[40] Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَدْنَى أَهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً لَمَنْ يَنْظُرُ إِلَى جِنَانِهِ وَأَزْوَاجِهِ وَخَدَمِهِ وَسُرُرِهِ مَسِيرَةَ أَلْفِ سَنَةٍ وَأَكْرَمُهُمْ عَلَى اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ مَنْ يَنْظُرُ إِلَى وَجْهِهِ غُدْوَةً وَعَشِيَّةً ثُمَّ قَرَأَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ {وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ} (ت عن ابن عمر)

″Cennet ehlinin en aşağı mertebede olanı şu kişidir ki; bahçelerini, eşlerini, bol nîmetlerini, hizmetçilerini ve tahtlarını bin senelik mesâfeye kadar görecektir. Cennet ehlinin Allah katında en makbul olanı da şu kişidir ki, sabah akşam Allah’ın Cemâlini görecektir.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″O günde birtakım yüzler parıldar;* Rablerine bakarlar″ mealindeki Sûre-i Kıyâmet, Âyet 22-23’ü okudu.[41]

″Rabbine kavuşmak isteyen, sâlih amelde bulunsun…″[42] mealindeki Âyet-i Kerîme ile diğer bâzı âyetler de birer delil teşkil eder. Bu âyetlerde yer alan ″Likâ (kavuşmak)″ ru’yet (görmek) mânâsına gelir.[43]

Cenâb-ı Hakk’ın: ″Güzel amellerde bulunanlar için, sevap ve fazla mükâfat (Cemâlullah) vardır…″[44] mealindeki Âyet-i Kerîmesi de mevzumuz için bir delil teşkil eder. Müfessirlerin büyük çoğunluğu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e kadar ulaştırdıkları bir rivâyette âyetteki ziyâdeden yani fazla mükâfattan maksadın Allah’ı görmek olduğunu zikretmişlerdir.[45] Bu hususta nakledilen Hadis-i Şerif şöyledir:

إِذَا دَخَلَ أَهْلُ الْجَنَّةِ الْجَنَّةَ قَالَ يَقُولُ اللّٰهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى تُرِيدُونَ شَيْئًا أَزِيدُكُمْ فَيَقُولُونَ أَلَمْ تُبَيِّضْ وُجُوهَنَا أَلَمْ تُدْخِلْنَا الْجَنَّةَ وَتُنَجِّنَا مِنَ النَّارِ قَالَ فَيَكْشِفُ الْحِجَابَ فَمَا أُعْطُوا شَيْئًا أَحَبَّ إِلَيْهِمْ مِنَ النَّظَرِ إِلَى رَبِّهِمْ عَزَّ وَجَلَّ ثُمَّ تَلَا هَذِهِ الْآيَةَ {لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ} (م عن صهيب)

Cennet ehli Cennete girdikten sonra, Allah’u Teâlâ şöyle buyuracak: ″Size daha fazlasını vermemi istediği­niz bir şey var mı?″ Onlar: ″Yüzlerimizi ağartmadın mı, bizi Cennete koymadın mı, Cehennem ateşinden korumadın mı?″ diyecekler. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ perdeyi açar. Onlara, Aziz ve Celil olan Rablerine bakmaktan daha çok sevdikleri bir şey verilmiş olmayacaktır. Sonra da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Güzel amellerde bulunanlar için, sevap ve fazla mükâfat (Cemâlullah) vardır…″ diye devam eden Sûre-i Yûnus, Âyet 26’yı okudu.[46]

Bu konudaki hadisler çoktur. Bunların en meşhuru Cerir İbn-i Abdullah Radiyallâhu anhu’dan nakledilen şu Hadis-i Şerif’tir:

كُنَّا عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَظَرَ إِلَى الْقَمَرِ لَيْلَةً يَعْنِي الْبَدْرَ فَقَالَ إِنَّكُمْ سَتَرَوْنَ رَبَّكُمْ كَمَا تَرَوْنَ هَذَا الْقَمَرَ لَا تُضَامُّونَ فِي رُؤْيَتِهِ (خ م عن جرِير بن عبد اللّٰه(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydık. Mehtaplı bir gecede aya bir baktı ve ″Siz, Rabbinizi şu ayı perdesiz ve birbirinizi itip kakmadan gördüğünüz gibi açık olarak göreceksiniz.″[47]

Bu Hadis-i Şerif’te Allah’u Teâlâ’nın görülmesi kesinlik ve berraklıkta ayın görülmesine benzetilmiştir. Yoksa görülecek olan Allah, görülen aya benzetilmiş değildir. Ru’yet hadisini nakledenler Ashâb-ı Kirâm’ın büyüklerinden ve âlimlerinden (Allah hepsinden râzı olsun) yirmi bir kadar zattır. Böylece hadis, inkârı mümkün olmayacak derecede meşhur olur.[48]

Aklî delil olarak diyeceğiz ki, duyular âleminde görme hâdisesinin mümkün oluşu başka bir şeyden değil sâdece ″Var olmak″tan doğmuştur. Yüce Allah da var olduğuna göre görülmesi mümkündür...[49]

Soru: Eğer Allah (Cennette) görülebilecek olsaydı onu şimdi de görürdük, çünkü ne bizim gözlerimizde bir bozukluk, ne de onun üzerinde bir perde var?

Cevap: Görülmesi mümkün olan her şeyi, ancak Allah’u Teâlâ’nın, onu görme fiilini gözlerimizde yaratmasıyla görebiliriz; şâyet o yaratmazsa biz de göremeyiz, her ne kadar o, haddi zatında görülebilir bir şey de olsa. Bu şuna benzer: Sarâlı bir insan cinni gördüğü halde etrafındakiler göremez. Peygamber Efendimiz de Cebrâil’i (aslî sûretinde) görmüş, fakat ashâbı görememiştir. Bundan daha basiti, kedi geceleyin fareyi gördüğü halde biz görememekteyiz, yukarıda belirttiğimiz sebepten ötürü.[50]

Allah’ın Rüyâda Görülmesi:

Yüce Allah’ın âhirette görüleceğini kabul eden âlimler, onun, (dünyâ hayâtında) rüyâda görülüp görülemeyeceği konusunda ihtilaf etmişlerdir. İçlerinden bir grup bunun muhal (imkansız) olduğunu kabul etmiştir; çünkü uykuda görülen şey bir hayal veya bir misâlden (benzer ve takliten) ibârettir, bunların her ikisi de kadîm olan Allah hakkında muhaldir. Bâzı âlimler de keyfiyet, yön, karşı karşıya geliş, hayal ve misâl olmaksızın bunun mümkün olduğunu söylediler. Nitekim geçmiş bir çok zevâtın bu şartlarda Allah’ı gördükleri rivâyet olunmuştur.[51]

Bu hâdisenin mümkün kabul edilmesinin izahı şudur ki, haddizatında görülmesi mümkün olan bir varlığın uykuda veya uyanıklıkta görülmesi arasında bir fark bulunmaz. İsbatına gelince, hakikat şu ki, uykuda iken görme fiilini işleyen insanın ruhu ve kalbidir. Buna göre rüyâ kul için hâsıl olan bir nevi müşâhededir. Nitekim Hz. Ömer Radiyallâhu anhu:

رَأَى قَلْبِي رَبِّي

″Kalbim Rabbimi gördü″ buyurmuştur.[52]

İmam-ı Âzam Ebû Hanife, kırk sene yatsının abdesti ile sabah namazını kılmış, elli beş defa hacca gitmiş, Rabbini rüyâsında yüz defa görmüştür. Bu rüyâ meselesinin meşhur bir kıssası vardır: Son haccında geceleyin Kâbe’ye girmek için Kâbe’nin bekçilerinden izin almış ve içeri girerek iki direk arasında namaza durmuş. Namazda evvelâ sağ ayağının üzerine basmış, sol ayağını onun üzerine koymuş ve Kur’ân-ı Kerîm’i yarıya kadar okumuş. Sonra rükû ve secdeye vararak ikinci rek’ata kalkmış. Bu sefer sol ayağı üzerine basmış, sağ ayağını onun üstüne koymuş ve Kur’ân-ı Kerîm’i hatmedinceye kadar okumuş. Selâm verince ağlayarak Rabbine münâcatta bulunmuş, ″Ey Allah’ım! Bu zayıf kul sana hakkı ile ibâdet edemedi, ama seni hakkı ile bildi. İmdi hizmetinin noksanını marifetinin kemâline bağışla″ diye niyaz etmiş. Bunun üzerine Beyt-i Şerif’in yan tarafından biri seslenerek: ″Yâ Ebû Hanife! Bizi nasıl lazımsa öyle bildin. Bize hizmet ettin; hizmeti de güzel yaptın, seni ve mezhebine girerek kıyamete kadar sana tâbi olanları affettik″ demiş.

Rüyâ kıssası şöyledir:

أَنَّ الْإِمَامَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: رَأَيْت رَبَّ الْعِزَّةِ فِي الْمَنَامِ تِسْعًا وَتِسْعِينَ مَرَّةً فَقُلْت فِي نَفْسِي إنْ رَأَيْته تَمَامَ الْمِائَةِ لَأَسْأَلَنَّهُ : بِمَ يَنْجُو الْخَلَائِقُ مِنْ عَذَابِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ. قَالَ: فَرَأَيْته سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى فَقُلْت: يَا رَبِّ عَزَّ جَارُك وَجَلَّ ثَنَاؤُك وَتَقَدَّسَتْ أَسْمَاؤُك، بِمَ يَنْجُو عِبَادُك يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ عَذَابِك؟ فَقَالَ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى: مَنْ قَالَ بَعْدَ الْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ: (سُبْحَانَ الْأَبَدِيِّ الْأَبَدِ، سُبْحَانَ الْوَاحِدِ الْأَحَدِ، سُبْحَانَ الْفَرْدِ الصَّمَدِ، سُبْحَانَ رَافِعِ السَّمَاءِ بِلَا عَمَدْ، سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ الْأَرْضَ عَلَى مَاءٍ جَمَدْ، سُبْحَانَ مَنْ خَلَقَ الْخَلْقَ فَأَحْصَاهُمْ عَدَدْ، سُبْحَانَ مَنْ قَسَمَ الرِّزْقَ وَلَمْ يَنْسَ أَحَدْ، سُبْحَانَ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ صَاحِبَةً وَلَا وَلَدْ، سُبْحَانَ الَّذِي لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدْ) نَجَا مِنْ عَذَابِي.

İmam-ı Âzam Rahimehullah diyor ki: Rabbimi rüyâmda 99 defa gördüm. Kendi kendime: ″Eğer yüzüncü defa görürsem ona mutlaka soracağım. Mahşer gününde kulların senin azâbından ne ile kurtulacak?″ diyeceğim. Hemen akabinde Rabbimi rüyâmda gördüm ve Yâ Rabbi! Mahşer gününde kulların senin azâbından ne ile kurtulacak?″ dedim. Allah’u Teâlâ Hazretleri şu cevâbı verdi: ″Her kim sabah ve yatsı namazlarından sonra -Sübhâne’l-ebediyyi’l-ebed, Sübhâne’l-vâhidi’l-ahad. Sübhâne’l-ferdi’s-samed. Sübhâne râfi-i’s-semâi bilâ amed. Sübhâne men besata’l-arda alâ mâin cemed. Sübhâne men haleka’l-halka feahsâhüm aded. Sübhâne men kâseme’r-rizka velem yense ehad. Sübhânellezî lem yettehiz sâhibeten velâ veled. Sübhânellezî lem yelid velem yûled, velem yekün lehû küfüven ehad-[53] derse azaptan kurtulur.″[54]

Cehennem:

Nefsin hevâsına uyup şeytana tâbi olan kâfirler, münâfıklar ve bâzı günahkar Müslümanlar için yaratılmıştır. Hiçbir Müslüman Cehenneme düşse dahi ebedî olarak orada kalmaz. Bunlar günahları kadar azap görür, sonunda yine Cennete girer. Ebedî Cehenneme müstahak olanlar kâfirler ve münâfıklardır.

Cehennemin yedi kapısı vardır. Her kapı, İblis’e tâbi olan belli bir zümrenin girişi için ayrılmıştır. Bu husus Sûre-i Hicr, Âyet 44’te şöyle geçmektedir:

″Onun yedi kapısı vardır, her kapıdan şeytana tâbi olanlardan bir kısmı girer.″

Bu hususta Hz. Ali Kerremallâhu veche’nin şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

Cehennemin kapıları, üst üste bulunan yedi kattan oluşmaktadır. Önce birinci katın kapısı açılıp orası doldurulur. Sonra ikincisinin, sonra üçüncüsünün. Nihâyet hepsi doldurulur.

İbn-i Cüryec Radiyallâhu anhu ise, bu yedi kapıdan herbirinin, ait olduğu Cehennem katlarının adlarını şöyle saymıştır:

İlkinin adı ″Cehennem″ ondan sonra gelen ″Lezâ″ ondan sonra gelen ″Hutâme″ ondan sonra gelen ″Saîr″ ondan sonra gelen ″Sekar″ ondan sonra gelen ″Cahim″ ondan sonra gelen ″Hâviye″dir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لِجَهَنَّمَ سَبْعَةُ أَبْوَابٍ بَابٌ مِنْهَا لِمَنْ سَلَّ السَّيْفَ عَلَى أُمَّتِي (ت عن ابن عمر)

″Cehennemin yedi kapısı vardır. Bu kapılardan birisi, ümmetime kar­şı kılıç çeken kimseleredir.″[55]

Biz Müslümanlar, âhiretin sonsuz hayatına, Cennet ve Cehennemin daha önceden yaratılmış olduğuna îman ederiz.

Yine Cehennemin dehşeti hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

جَائَنِي جِبْرِيلُ وَهُوَ يَبْكِي فَقُلْتُ: مَا يُبْكِيكَ؟ قَالَ:مَا جُفَّتْ لِي عَيْنٌ مُنْذُ خَلَقَ اللّٰهُ جَهَنَّمَمَخَافَةَ أَنْ أَعْصِيَهُ فَيُلْقِينِي فِيهَا.(هب عن أبي عمران الجوني)

″Bana Cebrâil Aleyhisselâm ağlayarak geldi. ″Seni ağlatan şey nedir?″ diye sordum. ″Allah’u Teâlâ Cehennemi yarattığından beri gözüm kurumadı. İsyan ederim de beni oraya atar diye korkuyorum″ diye cevap verdi.[56]

Havz-ı Kevser:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in mahşer günü hesap için durulacak yerdeki havuzun adıdır. Bunun çok tatlı ve berrak suyundan Mü’minler içecek, mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir.

Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

بَيْنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَاتَ يَوْمٍ بَيْنَ أَظْهُرِنَا إِذْ أَغْفَى إِغْفَاءَةً ثُمَّ رَفَعَ رَأْسَهُ مُتَبَسِّمًا فَقُلْنَا مَا أَضْحَكَكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ أُنْزِلَتْ عَلَيَّ آنِفًا سُورَةٌ فَقَرَأَ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ {إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْأَبْتَرُ} ثُمَّ قَالَ أَتَدْرُونَ مَا الْكَوْثَرُ فَقُلْنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ فَإِنَّهُ نَهْرٌ وَعَدَنِيهِ رَبِّي عَزَّ وَجَلَّ عَلَيْهِ خَيْرٌ كَثِيرٌ هُوَ حَوْضٌ تَرِدُ عَلَيْهِ أُمَّتِي يَوْمَ الْقِيَامَةِ آنِيَتُهُ عَدَدُ النُّجُومِ فَيُخْتَلَجُ الْعَبْدُ مِنْهُمْ فَأَقُولُ رَبِّ إِنَّهُ مِنْ أُمَّتِي فَيَقُولُ مَا تَدْرِي مَا أَحْدَثَتْ بَعْدَكَ (م عن انس)

Bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem mescitte namazda iken, hafifçe bir uyukladı ve sonra tebessüm ederek başını kaldırdı. Neden tebessüm edip güldüğünü sordu­ğumuzda buyurdu ki: ″Az önce bana bir sûre nâzil oldu″ diye buyurdu ve: ″Bismillâhirrahmânirrahîm, diyerek, ″Ey Resûlüm! Şüphesiz ki, Biz sana Kevser’i verdik″ diye devam eden Kevser Sûresi’ni okudu. Sonra, ″Kevser’in ne olduğunu bilir misiniz?″ diye sordu. ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dedik. Şöyle buyurdu: O, Rabbimin bana vaad etti­ği bir nehirdir. Onda çok hayır vardır. Ümmetimin mahşer gününde yanına toplanacağı bir havuzdur. Bardakları gökteki yıldızların sayısıncadır. Derken aralarından bir kul uzaklaştırılacak; bunun üzerine diyeceğim ki: ″Ey Rabbim! O benim ümmetimdendir.″ Allah’u Teâlâ şöyle buyuracak: ″O, senden sonra neler yaptı biliyor musun? (dinden dönüp mürted oldular)[57]

Şefaat:

Sûre-i Bakara, Âyet 255‘te: ″O’nun izni olmadıkça, O‘nun katında kimse şefaat edemez″ diye geçtiği üzere, bu ve bu anlamda geçen birçok Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’e göre, bütün Ehl-i Sünnet ulemâsı; şefaatin hak olduğunu ve âhirette Müslümanlara, Allah’u Teâlâ’nın izin vermiş olduğu kimselerin şefaat edeceğini beyan etmişlerdir.

Şefaat biz Ehl-i Sünnet’e göre vardır, (bâtıl fırka) Mutezile ise muhalif kalmıştır. Biz Ehl-i Sünnet, Allah’u Teâlâ’nın vâsıta olmaksızın affetmesini mümkün gördüğümüze göre Peygamberlerin ve hayırlı kulların şefaati ile affetmesi ise evveliyetle mümkündür. Bâtıl fırka olan Mutezileye göre, af mümkün olmadığından şefaatin de faydası yoktur. ″Ey Resûlüm! Allah’tan başka ilah olmadığını bil ve hem kendi günahın, hem de Mü’min erkeklerin ve Mü’min kadınların günahı için bağışlanma dile…″[58] mealindeki Âyet-i Kerîme şefaati emretmektedir. Yine Allah’u Teâlâ: ″Artık o kâfirlere, şefaat edenlerin şefaatleri fayda vermez″[59] diye buyurmaktadır. Eğer şefaat Mü’minlere de fayda vermeyecek olsaydı kâfirleri tahsis etmenin (ayırmanın) bir mânâsı olmazdı. Şefaat mevzuundaki hadisler ise tevatüre yakındır.[60] Bu sebeple inkârı mümkün değildir.

Şefaat; bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezâyı gidermek için hakkında yapılan bir istek ve istirhamdan ibarettir. Müslümanlar hakkında Peygamberlerin, âlimlerin, şehitlerin, çocukların ve bilhassa Resûlü Ekrem Efendimizin şefaatte bulunacakları naklen sâbittir.

En büyük şefaatte bulunacak zât, Muhammed Mustafa Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizdir. Onun bu şefaatine ″Şefaat-i Uzmâ (En büyük şefaat)″ adı verilmiştir. Böylece onun sahip olduğu makâma da ″Makâm-ı Mahmud″ denir. Bu, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e has olarak mahşerde verilecek olan şefaat makâmıdır, övülmüş makam anlamına gelir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i İsrâ, Âyet 79’da şöyle buyurmaktadır:

″Ey Habîbim! Gecenin bir kısmında da, beş vakitten fazla sana mahsus bir farz olarak teheccüd namazı kıl ki, Rabbin seni Makâm-ı Mahmud’a ulaştırsın.″

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

″Mahşer gününde Âdemoğullarının Efendisi benim. Bunu övünmek için söylemiyorum, hakikat budur. Livâh’ul-Hamd Sancağı benim elimdedir. Bunu övünmek için söylemiyorum, hakikat budur. Gerek Âdem ve gerek başkası, her Peygamber o gün benim sancağımın altında olacaktır. Kabrinden ilk çıkan insan da benim. Bunu da övünmek için söylemiyorum, hakikat budur.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla şöyle buyurdu:

- Sonra insanlar (mahşer meydanında) üç büyük korku geçirecektir. Âdem’e gelerek, ″Sen bizim atamız Âdem’sin, Rabbinin katında bize şefaat et″ derler. O da: ″Ben bir günah işledim ki, bu sebeple yeryüzüne indirildim. Siz Nûh’a gidin″ der. Onlar, Nûh’a gelirler. O da: ″Ben dünyâ halkına ağır bir bedduâ ettim ve bu yüzden helâk oldular. Siz İbrâhim’e gidin″ der. Onlar, İbrâhim’e gelirler. O da der ki: ″Şüphesiz ben, üç kere yalan söyledim. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Bunlardan hiçbir yalan yoktur ki, İbrâhim onunla Allah’ın dinini savunmamış olsun″ buyurdu. Siz Mûsâ’ya gidin″ der. Sonra Mûsâ’ya gelirler. O da: ″Ben, bir adam öldürdüm. Siz Îsâ’ya gidin″ der. Onlar, Îsâ’ya gelirler. O da: ″Allah’tan başka bana ibâdet edildi. Siz Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gidin″ der. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

فَيَأْتُونَنِي فَأَنْطَلِقُ مَعَهُمْ قَالَ ابْنُ جُدْعَانَ قَالَ أَنَسٌ فَكَأَنِّي أَنْظُرُ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ فَآخُذُ بِحَلْقَةِ بَابِ الْجَنَّةِ فَأُقَعْقِعُهَا فَيُقَالُ مَنْ هَذَا فَيُقَالُ مُحَمَّدٌ فَيَفْتَحُونَ لِي وَيُرَحِّبُونَ بِي فَيَقُولُونَ مَرْحَبًا فَأَخِرُّ سَاجِدًا فَيُلْهِمُنِي اللّٰهُ مِنَ الثَّنَاءِ وَالْحَمْدِ فَيُقَالُ لِي ارْفَعْ رَأْسَكَ وَسَلْ تُعْطَ وَاشْفَعْ تُشَفَّعْ وَقُلْ يُسْمَعْ لِقَوْلِكَ وَهُوَ الْمَقَامُ الْمَحْمُودُ الَّذِي قَالَ اللّٰهُ {عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا} (ت عن ابى سعيد)

″Bunun üzerine bana gelirler ve ben onlarla birlikte kalkıp giderim.″ Enes Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Sanki ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bakıyorum.″ O buyurdu ki:

- Cennet kapısının halkasını tutacak ve tıkırdatacağım. ″Kim o?″ diye sorulur. ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem″ denilir. Bana kapıyı açarlar ve merhaba derler. Ben secdeye kapanırım. Allah’u Teâlâ bana, nasıl hamd ve senâ edeceğimi ilham eder ve sonra bana şöyle denilir: ″Başını kaldır ve dile, dilediğin sana verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek. Söyle, sözün dinlenecek. İşte Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i İsrâ, Âyet 79’da: ″… Rabbin seni Makâm-ı Mahmud’a ulaştırsın″ diye buyrulan Makâm-ı Mahmud budur.[61]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

حِينَ يَسْمَعُ النِّدَاءَ اللّٰهُمَّ رَبَّ هَذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ وَالصَّلَاةِ الْقَائِمَةِ آتِ مُحَمَّدًا الْوَسِيلَةَ وَالْفَضِيلَةَ وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِي وَعَدْتَهُ اِلَّا حَلَّتْ لَهُ الشَّفَاعَةُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ. (خ ه عن جابر بن عبد اللّٰه)

Her kim ezanı işittiği zaman, ″Allâhümme Rabbe hâzihi’d-da’veti’t-tâmmeh. Ve’s-salâti’l-kâimeh. Âti Muhammedeni’l-vesîlete ve’l-fadîleh. Veb’ashü makâmen mahmûdeni’llezî veadteh[62] (Ey bu mükemmel dâvetin ve namaz kıyâmı emrinin sahibi olan Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e vesîleyi ve yüksek dereceleri ver. Ona, vaad ettiğin Makâm-ı Mahmûd’u lütfeyle)″ derse, mahşer gününde benim şefaatim ona hak olur.[63]

Şefaat hakkında geçen diğer bâzı âyetler de şöyledir:

Sûre-i Yûnus, Âyet 3:

″… O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez…″

Sûre-i Meryem, Âyet 87:

″O gün, Rahmân’ın katında Allah’tan izin alandan başka, hiçbir kimse şefaat etme hakkına sahip olmayacaktır.″

Sûre-i Tâhâ, Âyet 109:

″O gün şefaat fayda vermez. Ancak Rahmân‘ın kendilerine izin verdiği ve sözünden râzı olduğu kimseler müstesnâ.″

Sûre-i Sebe, Âyet 23:

Allah katında, O’nun izin verdiklerinden başkasının şefaati fayda vermez. Nihâyet kalplerinden korku giderilince, şefaat edilecekler şefaatçilere: ″Rabbiniz şefaat hakkında ne buyurdu?″ derler. Şefaatçiler de: ″Hakkı″ buyurdu (Allah’u Teâlâ, sizlere şefaat etmemiz için izin verdi) derler. O, çok yücedir ve çok büyüktür.

Bu konuda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen Hadis-i Şeriflerden bâzıları da şöyledir:

إِنَّ شَفَاعَتِي يَوْمَ الْقِيَامَةِ لِأَهْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ أُمَّتِي (ه عن جابر)

″Şüphesiz ki benim şefaatim, mahşer günü ümmetimden büyük günah işleyen kimselere olacaktır.″[64]

يَدْخُلُ الْجَنَّةَ بِشَفَاعَةِ رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِى أَكْثَرُ مِنْ بَنِي تَمِيمٍ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ سِوَاكَ قَالَ سِوَايَ. (ت عن عبد اللّٰه بن شقيق)

″Ümmetimden bir adamın şefaatiyle Temimoğullarından daha çok kişi Cennete girecektir.″ ″Yâ Resûlallah! Sizin şefaatinizden başka mı?″ denilince, ″Benim şefaatimden başka″ buyurdu.[65]

أَوَّلُ مَنْ يَشْفَعُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ اَلْاَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْعُلَمَاءُ ثُمَّ الشُّهَدَاءُ. (خط عن عثمان)

″Mahşer gününde en evvel şefaat eden Peygamberlerdir, sonra âlimlerdir, sonra şehitlerdir.″[66]

اِنَّ مِنْ أُمَّتِى مَنْ يَشْفَعُ لِلْفِئَامِ مِنْ النَّاسِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَشْفَعُ لِلْقَبِيلَةِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَشْفَعُ لِلْعَصَبَةِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَشْفَعُ لِلرَّجُلِ حَتَّى يَدْخُلُوا الْجَنَّةَ. (ت عن ابى سعيد)

″Ümmetim içinde, insanlardan büyük cemaatlere şefaat edecek kişiler vardır. Onlardan kimi bir kabileye, kimi bir zümreye, kimi de bir kişiye şefaat edecek ve neticede bunlar Cennete gireceklerdir.″[67]

Ayrıca şefaatin hak olduğuna inanmayan kimselerin şefaatten mahrum olacaklarını, Resûlü Kirâm Efendimiz, şu Hadis-i Şerif ile beyan etmiştir:

شَفَاعَتِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ حَقٌّ فَمَنْ لَمْ يُؤْمِنْ بِهَا لَمْ يَكُنْ مِنْ أَهْلِهَا (ابن منيع عن زيد بن أرقم وبضعة عشر من الصحابة)

″Mahşer günü, şefaatim haktır. Kim şefaatimin hak olduğuna inanmazsa, şefaat edilecek kimselerden olmayacaktır.″[68]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 15, s. 730.

[2] Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 636; İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 4, s. 17.

[3] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet, 26.

[4] Sünen-i Nesâî, Cenâiz 117.

[5] Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, Hadis No: 7651.

[6] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 207-208.

[7] Bakınız: Sûre-i Nûr, Âyet 62; Sûre-i Muhammed, Âyet 19; Sûre-i Haşr, Âyet 10.

[8] Bakınız: Sahih-i Buhârî, Savm 41; Sahih-i Müslim, Cenâiz 35 (102 Sünen-i Tirmizî, Cenâiz 38; Sünen-i Ebû Dâvud, Vasâya 14; Sünen-i Nesâî, Vasâya 8; Ahme b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19416, 19427; Taberânî, Mu’cem’ul-Evsat, Hadis No: 1950.

[9] Sahih-i Müslim, Cennet 17 (73 Sahih-i Buharî, Cenâiz 87; Sünen-i Nesâi, Cenâiz 114.

[10] Sünen-i Ebû Dâvud, Cenâiz 69.

[11] Sünen-i Tirmizî, Cenâiz 66.

[12] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 9, s. 364; Celâleddin es-Suyûti, Kabir Âlemi, s. 214.

[13] Şemsüddîn Ahmed Efendi, Dört Büyük Halife (Menâkıb-i Çehâr Yâr-ı Güzîn), 51. Menkıbe (Hz. Ömer), s. 134.

[14] Bakınız: Sûre-i Tâhâ, Âyet 55.

[15] Sûre-i A’râf, Âyet 40.

[16] Sûre-i Hacc, Âyet 31.

[17] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 17803.

[18] Sahih-i Müslim, Zühd 1 (17).

[19] Sahih-i Müslim, Îman 81 (302).

[20] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 24/12.

[21] Müslümanların Cehennemde ölme olayı Allah’u Teâlâ’nın kâfirlere karşı Müslümanlara verdiği bir ayrıcalıktır. Belli bir azaptan sonra, onlara azâbı hissettirmemek içindir.

[22] Bu ifade, çölde susuz kalmış ve ölmek üzere olan birinin, suyu bulunca hayatının kurtulduğu gibi, Cehenneme düşen günahkâr bir Müslüman da, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şefaatiyle oradan kurtulup Cennete girdirildiği için, Peygamberimiz de çölde bulunmuş su gibidir, demektir.

[23] Sahih-i Müslim, Îman 82 (306 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10655.

[24] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11079.

[25] Sahih-i Buhârî, Merdâ 19; Sahih-i Müslim, Sıfat’ul-Kıyâme, Cennet ve Cehennem 17 (72).

[26] Mâturidiyye Akâidi, s. 97.

[27] Sûre-i En’am, Âyet 103.

[28] Sûre-i A’râf, Âyet 143.

[29] Bu husustaki fetvâlarla ilgili olarak bakınız: İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 425-426; Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif, s. 197.

[30] Sûre-i Meryem, Âyet 26.

[31] Mâturidiyye Akâidi, s. 97.

[32] Sûre-i En’âm, Âyet 103.

[33] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 53.

[34] Sahih-i Müslim, İman 78 (292).

[35] Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 57; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 204.

[36] İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 426.

[37] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3069, 3706; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11746.

[38] Sûre-i En’âm, Âyet 103.

[39] Sûre-i Kıyâmet, Âyet 22-23.

[40] Mâturidiyye Akâidi, s. 99.

[41] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 16.

[42] Sûre-i Kehf, Âyet 110.

[43] Mâturidiyye Akâidi, s. 99.

[44] Sûre-i Yunus, Âyet 26.

[45] İbn-i Kesîr de tefsirinde şöyle demiştir: Âyetteki ziyadenin, Allah’ın mübârek yüzüne bakmakla tefsir edildiği şunlardan rivâyet edilmiştir: Ebû Bekir es-Sıddîk, Huzeyfe b. el-Yemân, Abdullah b. Abbas, Saîd b. el-Müseyyeb, Abdurrahman b. Ebî Leylâ, Abdurrahman b. Sâbit, Mücâhid, İkrime, Amr . Sa’d, Atâ, Dahhâk, Hasan, Katâde, Süddî, Muhammed b. İshâk ve Selef ile Halef ulemasından daha başkaları Ru’yet hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den bir çok hadis rivâyet etmişlerdir.

[46] Sahih-i Müslim, Îman 80 (297, 298 Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 13.

[47] Sahih-i Buhârî, Mevâkit’üs-Salat 16; Sahih-i Müslim, Mesâcid 37 (211).

[48] Mâturidiyye Akâidi, s. 99-100.

[49] Mâturidiyye Akâidi, s. 100.

[50] Mâturidiyye Akâidi, s. 102.

[51] Ebû Yezîd (el Bistâmî)’den rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: Rabbimi rüyâda gördüm ve ″Sana nasıl varılır″ diye sordum. Buyurdu ki: ″Nefsini bırak ve gel.″ Ahmed b. Hadrviyye de Rabbini rüyâsında görmüş, Allah ona şöyle buyurmuş: ″Ey Ahmed! İnsanların hepsi benden istiyor, Ebû Yezîd ise beni istiyor″ Yine ümmetin büyüklerinden Hamza ez-Zeyyât, Ebu’l-Fevâris, Şâh b. Şucâ el-Kirmânî, Muhammed b. Ali et-Tirmizî, Şeyh Allâme Şems’ul-Eimme el Kerderî’nin (Allah cümlesine rahmet eylesin) Allah’ı gördükleri rivâyet olunmuştur. Buhâra’da iken yanıma gelip giden zâhid bir talebem Allah’ı gördüğünü şahsen bana anlatmıştır. Yine Buhâra’da ibadetine bağlı, insanların arasına girmeyip sâdece geceleri görülen bir genç gördüm, hâlini soruşturdum, ″Rabbini görmüş″ dediler. (Ebu'l-’erekât en-Nesefî, el-İ’timâd, varak 34b).

[52] Mâturidiyye Akâidi, s. 103.

[53] Mânâsı: ″Ebedî olan Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Vâhid-Ehad olan, Allah her türlü noksandan münezzehtir. Ferd ve Samed olan Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Gökleri direksiz yüksekte tutan Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Yeri donup yoğunlaşmış suyun üzerinde yayan Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Bütün mahlukları yaratan ve onları bir bir sayan Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Rızkın taksimatını yapan ve hiç birini unutmayan Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Ne eş, ne de çocuk edinmeyen Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Doğurmayan, doğmayan ve hiçbir dengi olmayan Allah, her türlü noksandan münezzehtir.″

[54] İbn-i Âbidin (Tercümesi), c. 1, s. 57; Hâşiyetü Redd’ül-Muhtâr, Mukaddime, c. 1, s. 55.

[55] Sünen-i Tirmizî. Tefsir’ul-Kur’ân 16.

[56] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 270/6; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 5896.

[57] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Kevser 1; Sahih-i Müslim, Salat 14 (53 Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 26; Sünen-i Nesâî, Salat 21.

[58] Sûre-i Muhammed, Âyet 19.

[59] Sûre-i Müddessir, Âyet 48.

[60] Mâturidiyye Akâidi, s. 170-171.

[61] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 2.

[62] Bu duânın sonuna, nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de, ″İnneke lâ tuhlif’ul-mîâd″ (Şüphesiz ki Sen sözünden dönmezsin) diye ilâve vardır. Yine bâzı rivâyetlerde de, ″Ve’l-fadîleh″’ten sonra ″Ve’dderacet’ür-rafîa″ ziyâdesi de vardır.

[63] Sahih-i Buhârî, Ezan 8; Sünen-i İbn-i Mâce, Ezan 4.

[64] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd: 37; Sahih-i Buhârî, Rikak, 51; Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 21; Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 11; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 306/3.

[65] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 11; Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 37.

[66] Muhtâr’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 1392; Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 327, 331; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 28770.

[67] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 11.

[68] Kenzul-Ummal, Hadis No: 39059.