KEHF SÛRESİ

﴿ وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنْ ذِي الْقَرْنَيْنِۜ قُلْ سَاَتْلُوا عَلَيْكُمْ مِنْهُ ذِكْرًاۜ ﴿٨٣﴾ اِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْاَرْضِ وَاٰتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًاۙ ﴿٨٤﴾ فَاَتْبَعَ سَبَبًا ﴿٨٥﴾

83-85. Ey Resûlüm! Sana Zülkarneyn hakkında sorarlar. De ki: ″Onun ahvâlinden size beyan edeyim.″* Biz ona yeryüzünde geniş imkânlar verdik. Biz, her şeyin sebebini ona verdik.* O da, sebeplere sarılarak yola gitti.

İzah: Rivâyete göre müşrikler, Yahudi hahamlarının yanına giderek, onlardan Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gerçek Peygamber olup olmadığı hakkında sordular. Yahudi hahamları müşriklere; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gerçek Peygamber olup olmadığını anlamaları için Ashâb-ı Kehf’ten, ruhtan ve Zülkarneyn’in, yeryüzünün doğusuna ve batısına kadar gezen adamın durumundan sormalarını söylediler. Zülkarneyn’i anlatan bu âyetler, müşriklerin bu sorularına cevap olarak inmiştir.

Zülkarneyn, isim değildir. Esas adı İskender’dir. Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın başının üstünde iki tane etten, boynuz şeklinde parmak uzunluğunda et parçası vardı. Arapçada Zülkarneyn, ″İki boynuzlu″ demektir. Allah’u Teâlâ, Peygamberlerin bâzısına bu türden hiç kimsede olmayan özellikler vermiştir. Meselâ: Mûsâ Aleyhisselâm’ın sağ eli projektör gibi ışık verirdi. Elini bez ile sarar yahut koynuna koyardı. Dâvud Aleyhisselâm, demiri avucuna aldığında, demir erir ve istediği şekli verirdi. Yusuf Aleyhisselâm çok güzeldi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de sırtında nübüvvet mührü vardı.

Zülkarneyn Aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçen yirmi sekiz Peygamberden biridir. Allah‘u Teâlâ, bütün dünyâya hükmetmesi için kendine kolaylıklar vermiştir.

﴿ حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْمًاۜ قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِمَّٓا اَنْ تُعَذِّبَ وَاِمَّٓا اَنْ تَتَّخِذَ ف۪يهِمْ حُسْنًا ﴿٨٦﴾

86. Güneşin battığı yere vardığı vakit güneşi, siyah çamurlu bir suya, balçığa batıyor gibi gördü ve orada bir kavim buldu. Biz: ″Ey Zülkarneyn! Onları ya cezâlandırırsın, ya da haklarında iyi davranırsın″ dedik.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, güneşin battığı yer diye söylenen, Allah‘u a’lem, İskandinavya ülkeleri gibi, kutuba yakın olan bölgelerdir. Çünkü kutup bölgelerinde altı ay gündüz ve altı ay gece oluşmaktadır. İşte âyette geçen, güneşin battığı yer de, kutup bölgelerindeki altı ay olan gece kısmıdır. Orada zifiri karanlık durumu olmayıp alaca karanlık oluşmakta ve denize bakıldığında, deniz balçık gibi gözükmektedir.

Zülkarneyn Aleyhisselâm’a Allah’u Teâlâ çok kolaylıklar verdi ve birçok şeyleri de emrine verdi. Böylece dünyânın her tarafına yani dünyânın en soğuk bölgesi olan güney ve kuzey kutup bölgelerine ve dünyânın en sıcak iklimi olan bölgelerine de hâkim oldu.

Yine bu âyette, Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın gittiği yerde karşılaştığı kavmin îman etmemesi halinde onları öldürmekte veya onlara iyi davranarak îman etmelerini sağlamakta serbest olduğu beyan edilmiştir.

﴿ قَالَ اَمَّا مَنْ ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ اِلٰى رَبِّه۪ فَيُعَذِّبُهُ عَذَابًا نُكْرًا ﴿٨٧﴾ وَاَمَّا مَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَٓاءًۨ الْحُسْنٰىۚ وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ اَمْرِنَا يُسْرًاۜ ﴿٨٨﴾

87-88. Zülkarneyn dedi ki: ″Her kim zulmederse (küfürde ısrar ederse) onu cezâlandırırız, sonra Rabbine döndürülür. O da onu şiddetli bir azâba uğratır.* Her kim de îman edip sâlih amelde bulunursa, artık onun için çok güzel bir mükâfat vardır.″ Biz, Zülkarneyn’e kolay şey emrederiz.

﴿ ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَبًا ﴿٨٩﴾ حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلٰى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِهَا سِتْرًاۙ ﴿٩٠﴾ كَذٰلِكَۜ وَقَدْ اَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا ﴿٩١﴾

89-91. Sonra, Zülkarneyn yine sebeplere sarılarak yola devam etti.* Güneşin doğduğu yere vardığı vakit onu, kendilerini güneşten koruyacak bir şey vermediğimiz bir kavim üzerine doğuyor gördü.* Zülkarneyn’nin hâli işte böyledir. Şüphesiz ki, onun yanında neler olduğunu ilmimizle kuşatmışızdır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Güneşin doğduğu yere vardığı vakit onu, kendilerini güneşten koruyacak bir şey vermediğimiz bir kavim üzerine doğuyor gördü″ diye buyrulmaktadır. Güneşin doğduğu yerden maksat, altı ay gece ve altı ay gündüzün oluştuğu kutba yakın olan bölgelerdir. Bu âyette de, kutup bölgelerindeki altı ay olan gündüz kısmı anlatılmaktadır. Oradaki halkın, kendilerini güneşten koruyacak bir şeyin olmaması, altı ay güneş batmadığından dolayıdır.

Daha yukarıdaki Sûre-i Kehf, Âyet 86’da: ″Güneşin battığı yere vardığı vakit güneşi, siyah çamurlu bir suya, balçığa batıyor gibi gördü″ diye geçen âyette de, altı ay gecenin olduğu kısımdan bahsedilmektedir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Kehf, Âyet 86’da Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın güneşin battığı yere gittiğini söylemektedir. Sûre-i Kehf, Âyet 89-90’da da: ″Sonra, Zülkarneyn yine sebeplere sarılarak yola devam etti.* Güneşin doğduğu yere vardığı vakit…″ diye geçtiği üzere, Zülkarneyn Aleyhis-selâm’ın güneşin battığı yerden ayrılarak güneşin doğduğu bölgeye doğru gittiği beyan edilmektedir. Bu da Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın bir kutup bölgesinden diğer kutup bölgesine gittiğini göstermektedir. Sûre-i Kehf, Âyet 91’de: ″Şüphesiz ki, onun yanında neler olduğunu ilmimizle kuşatmışızdır″ diye geçtiği üzere, Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın, Allah’u Teâlâ’nın kendisine verdiği kudret vâsıtalarıyla ve hikmetli ilimle bu altı aylık süre içerisinde hem kuzey kutbuna ve hem de güney kutbuna giderek oralara hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü altı aylık süreç içerisinde kutup bölgesinin birinde geceyken diğer kutup bölgesinde gündüz oluşmaktadır.

İşte bu olay, Kur’ân-ı Kerîm’deki mûcizelerdendir. Çünkü Kur’ân indiği zamanda, o bölge halkının kutuplarla ilgili bir bilgisi yoktu.

﴿ ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَبًا ﴿٩٢﴾ حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِنْ دُونِهِمَا قَوْمًاۙ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلًا ﴿٩٣﴾ قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلٰٓى اَنْ تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا ﴿٩٤﴾

92-94. Sonra, Zülkarneyn yine sebeplere sarılarak yola devam etti.* İki dağ arasına ulaştığı vakit, orada konuşulan dillerden hiç birini anlamayan bir kavim buldu.* Onlar: ″Yâ Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc öldürme ve tahrif ile yeryüzünde fesat yapıyorlar. Bizimle onlar arasında bir set yapmak üzere sana bir bedel verelim mi?″ dediler.

İzah: İmam Taberî ve daha birçok tefsir âlimi, Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı Zülkarneyn Aleyhisselâm’dan yardım isteyen kavmin, ″Türkler″ olduğunu söylemişlerdir.

Ye’cüc ve Me’cüc’e dair Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَبْشِرُوا فَإِنَّ مِنْ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ أَلْفًا وَمِنْكُمْ رَجُلٌ... (خ عن ابى سعيد)

″Müjde size, Cehenneme giren Ye’cüc ve Me’cüc’ün bin kişisi karşısında sizden oraya bir kişi girecektir.″[1]

Ye’cüc ve Me’cüc, âyetlerde ve birçok hadiste de geçtiği üzere, büyük kıyâmet alâmetlerinden sayılmıştır. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Kehf, Âyet 97-99’un izahına ve Sûre-i Enbiyâ, Âyet 96’ya bakınız.

﴿ قَالَ مَا مَكَّنّ۪ي ف۪يهِ رَبّ۪ي خَيْرٌ فَاَع۪ينُون۪ي بِقُوَّةٍ اَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًاۙ ﴿٩٥﴾ اٰتُون۪ي زُبَرَ الْحَد۪يدِۜ حَتّٰٓى اِذَا سَاوٰى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انْفُخُواۜ حَتّٰٓى اِذَا جَعَلَهُ نَارًاۙ قَالَ اٰتُون۪ٓي اُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْرًاۜ ﴿٩٦﴾

95-96. Zülkarneyn dedi ki: ″Rabbimin bana verdiği imkân, sizin vereceğiniz bedelden daha hayırlıdır. Siz bana fiilen yardım edin de, sizinle onların arasında bir set yapayım,* bana demir parçaları taşıyın.″ Taşıdılar, iki dağ arası dolduğu vakit, Zülkarneyn: ″Ateş koyup körükleyin″ dedi. Körüklediler, demirler ateş kesildi. Zülkarneyn onlara: ″Bana erimiş bakır taşıyın da üzerine dökeyim″ dedi ve öyle yapıldı.

İzah: Zülkarneyn Aleyhisselâm’a tâbi olup Müslüman olan bir kavim, başka bir kavimle düşmandı. Onlar, o kavmin şerrinden ebediyyen kurtulmak için ona geldiler. O da, çalı yığmalarını emretti. Çalıyı duvar şeklinde yığdılar. Duâ etti, ateşledi. Ateşin içerisine demir ve bakır attı. Mûcize ile alevin yükseldiği yer tunçtan duvar oldu. Tunçla olan bu duvarı kimse aşamadı. Böylece o duvar kendilerini düşmanlarından korudu.

Bu, çok uzun yıllar önce olan bir hâdise idi. Zülkarneyn Aleyhis-selâm’ın hikmetle yaptığı bu tunçtan duvarın yeri, mahiyeti; zâhir mi yoksa bâtın mı olduğu tam olarak bilinememektedir.

﴿ فَمَا اسْطَاعُٓوا اَنْ يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْبًا ﴿٩٧﴾ قَالَ هٰذَا رَحْمَةٌ مِنْ رَبّ۪يۚ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ رَبّ۪ي جَعَلَهُ دَكَّٓاءَۚ وَكَانَ وَعْدُ رَبّ۪ي حَقًّاۜ ﴿٩٨﴾ وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ ف۪ي بَعْضٍ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًاۙ ﴿٩٩﴾

97-99. Artık Ye’cüc ve Me’cüc, ne seddin üzerinden aşabildiler ne de delmeye muktedir oldular.* Zülkarneyn: ″Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaad ettiği vakit gelince, onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır″ dedi.* Sed yerle bir olduğu gün, halk birbirine karışarak deniz gibi dalgalanırlar. Sonra Sûr üflenir de onların hepsini toplarız.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Sed″ hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَحْفِرُونَهُ كُلَّ يَوْمٍ حَتَّى إِذَا كَادُوا يَخْرِقُونَهُ قَالَ الَّذِي عَلَيْهِمْ ارْجِعُوا فَسَتَخْرِقُونَهُ غَدًا فَيُعِيدُهُ اللّٰهُ كَأَشَدِّ مَا كَانَ حَتَّى إِذَا بَلَغَ مُدَّتَهُمْ وَأَرَادَ اللّٰهُ أَنْ يَبْعَثَهُمْ عَلَى النَّاسِ قَالَ الَّذِي عَلَيْهِمْ ارْجِعُوا فَسَتَخْرِقُونَهُ غَدًا إِنْ شَاءَ اللّٰهُ وَاسْتَثْنَى قَالَ فَيَرْجِعُونَ فَيَجِدُونَهُ كَهَيْئَتِهِ حِينَ تَرَكُوهُ فَيَخْرِقُونَهُ فَيَخْرُجُونَ عَلَى النَّاسِ فَيَسْتَقُونَ الْمِيَاهَ وَيَفِرُّ النَّاسُ مِنْهُمْ فَيَرْمُونَ بِسِهَامِهِمْ فِي السَّمَاءِ فَتَرْجِعُ مُخَضَّبَةً بِالدِّمَاءِ فَيَقُولُونَ قَهَرْنَا مَنْ فِي الْأَرْضِ وَعَلَوْنَا مَنْ فِي السَّمَاءِ قَسْوَةً وَعُلُوًّا فَيَبْعَثُ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ نَغَفًا فِي أَقْفَائِهِمْ فَيَهْلِكُونَ فَوَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ إِنَّ دَوَابَّ الْأَرْضِ تَسْمَنُ وَتَبْطَرُ وَتَشْكَرُ شَكَرًا مِنْ لُحُومِهِمْ (ت عن ابى هريرة)

Ye’cüc ve Me’cüc, her gün seddi delmeye çalışırlar. Delik açmaya yaklaştıkları vakit, başlarında bulunan yetkili: ″Şimdi geri dönün, kalanı yarın delersiniz″ der. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ o seddin oyulan yerini öncekinden de sağlam bir şekilde yapar. Onların zamanları gelip de, Allah onları insanların arasına çıkarmak istediği zaman başlarında bulunan yetkili: ″Şimdi geri dönün, inşâallah yarın çıkarsınız″ der. İkinci gün döndüklerinde ise, seddi bıraktıkları gibi bulurlar. Seddi delip insanların içine çıkarlar. Bütün suları içerler, insanlar onlardan kaçarlar. Oklarını göğe doğru fırlatırlar, oklar kana bulanmış bir şekilde geri döner. Bunun üzerine, ″Yeryüzünde bulunanları perişan ettik ve gökte olanlara da galip gelerek mağlup ettik″ demeye başlarlar. Sonra Allah’u Teâlâ onlara enselerinden neğaf kurtlarını[2] musallat eder ve bu yüzden kırılıp helâk olurlar. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, yeryüzündeki hayvanlar, onların cesetlerini yiyip semiz birer varlık hâline gelirler.″[3]

Mü’minlerin annesi Zeyneb Bint-i Cahş Radiyallâhu anhâ da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

اسْتَيْقَظَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنَ النَّوْمِ مُحْمَرًّا وَجْهُهُ يَقُولُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍّ قَدْ اقْتَرَبَ فُتِحَ الْيَوْمَ مِنْ رَدْمِ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مِثْلُ هَذِهِ وَحَلَّقَ بِإِصْبَعِهِ الْإِبْهَامِ وَالَّتِي تَلِيهَا قَالَتْ زَيْنَبُ بِنْتُ جَحْشٍ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنَهْلِكُ وَفِينَا الصَّالِحُونَ قَالَ نَعَمْ إِذَا كَثُرَ الْخَبَثُ (خ م عن زينب بنت جحش)

Bir gün Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem uykudan uyandı ve titreyerek ürpermiş ve yüzleri kızarmış olduğu halde: ″Lâ ilâhe illallâh! Gelecek olan şerden dolayı Araba vah olsun! Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’un seddinden şu kadar yer açıldı″ buyurdu ve baş parmağı ile şehâdet parmağını birleştirerek halka yaptı. ″Yâ Resûlallah! İçimizde iyiler olduğu halde de helâk olur muyuz?″ diye sordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit, evet!″ diye buyurdu.[4]


[1] Sahih-i Buhârî, Rikâk 46.

[2] Neğaf kurdu; deve, koyun ve sığır gibi hayvanların burunlarında olan kurt, demektir.

[3] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7075.

[4] Sahih-i Buhâri, Enbiyâ 7, Fiten 4, 28; Sahih-i Müslim, Fiten 1, 2; Sünen-i Tirmizî, Fiten 21, 23