ENFÂL SÛRESİ

﴿ اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ اٰيَاتُهُ زَادَتْهُمْ ا۪يمَانًا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَۚ ﴿٢﴾ اَلَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۜ ﴿٣﴾ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّاۜ لَهُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَمَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌۚ ﴿٤﴾

2-4. Mü’minler şu kimselerdir ki, Allah’u Teâlâ zikrolunduğu vakit kalpleri titrer. Kendilerine Allah’ın âyetleri okunursa, îmanları artar ve Rablerine tevekkül ederler.* Onlar, namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.* İşte onlar, hakkıyla Mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve bol rızık vardır.

İzah: Bu âyetlerde, hakkıyla Mü’min olanların özellikleri sayılmaktadır. ″Allah’u Teâlâ zikrolunduğu vakit kalpleri titrer (cilâlanır)″ buyruğundan maksat; gece ve gündüz, gizli ve âşikar Allah’u Teâlâ’yı zikretmeleridir. ″Allah’ın âyetleri okunursa îmanları artar ve Allah’u Teâlâ’ya tevekkül ederler″ buyruğu, bu kimselerin îmanlarının ve tevekküllerinin herkesten fazla olmasıdır. ″Namazlarını kılarlar″ diye buyrulması, bu kimselerin farzları, sünnetleri ve yapabildikleri kadar da gece ve gündüz nâfile namazları kılmalarıdır. ″İnfak ederler″ buyruğu, bunların herkesten çok infak etmeleridir. Yoksa herkes kendi gücüne göre infakta bulunur. Dilenciye verilen çok az bir mal dahi infaktır. Bunun ayrı bir özellik sayılması için kişinin, Allah yolunda herkesten daha fazla infakta bulunması gerekir. İşte hakkıyla Mü’min olan kimseleri, diğer Mü’minlerden ayıran özellik, ibâdetlerinde herkesin yaptığından daha fazla yapmalarıdır.

Bu âyetlerde geçen ibâdetler genel olarak zikrullah, îman ve tevekkül, namaz ve cömertliktir. Bu ibâdetler şöyledir:

Hakkıyla Mü’minler o kadar çok zikrullah ederler. Zikrullahın ateşi kalplerini yakar. O kimsenin vücudu titrer, gözü ağlar, kalbi çarpar ve böylece kalbi nûrlanır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

سَبَقَ الْمُفْرِدُونَ قَالُوا وَمَا الْمُفْرِدُونَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الْمُسْتَهْتَرُونَ فِي ذِكْرِ اللّٰهِ يَضَعُ الذِّكْرُ عَنْهُمْ أَثْقَالَهُمْ فَيَأْتُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ خِفَافًا (ت عن ابى هريرة)

″Çalışanlar ileri geçtiler.″ Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Bu ileri geçenler kimlerdir?″ deyince, buyurdu ki: ″Zikrullahta kendilerinden geçenlerdir. Zikir onların ağırlıklarını indirir (günahlarını yok eder) ve onlar mahşer gününe hafiflemiş (günahsız) olarak gelirler.″[1]

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[2] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve Ashâb-ı Kirâm’ın zikrullah yapması hakkında Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

كُنَّا عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذْ نَزَلَ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلامُ فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنَّ فُقَرَاءَ أُمَّتِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ قَبْلَ الْأغْنِيَاءِ بِخَمْسِ مِائَةِ عَامٍ وَهُوَ نِصْفُ يَوْمٍ فَفَرِحَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ :أَفِيكُمْ مَنْ يُنْشِدُنَا؟ فَقَالَ بَدَوِيٌّ: نَعَمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَقَالَ: هَاتِ هَاتِ فَأَنْشَدَ الْبَدَوِيُّ: قَدْ لَسَعَتْ حَيَّةُ الْهَوَى كَبِدِي فَلَا طَبِيبَ لَهَا وَلا رَاقِي إِلَّا الْحَبِيبُ الَّذِي قَدْ شُغِفْتُ بِهِ فَعِنْدَهُ رُقْيَتِي وَتِرْيَاقِي فَتَوَاجَدَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَتَوَاجَدَ الْأصْحَابُ حَتَّى سَقَطَ رِدَاؤُهُ عَنْ مَنْكِبِهِ فَلَمَّا فَرَغُوا آوَى كُلُّ وَاحِدٍ إِلَى مَكَانِهِ . قَالَ مُعَاوِيَةُ بْنُ أَبِي سُفْيَانَ: مَا أَحْسَنَ لَعِبَكُمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ. فَقَالَ: مَهْ يَا مُعَاوِيَةُ لَيْسَ بِكَرِيمٍ مَنْ لَا يَهْتَزُّ عِنْدَ سَمَاعِ ذِكْرِ الْحَبِيبِ ثُمَّ اقْتَسَمَ رِدَاءَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ حَاضِرِهِمْ بِأَرْبَعَ مِائَةِ قِطْعَةٍ (عن انس بن مالك)

Biz, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındayken Cebrâil Aleyhisselâm indi ve ona: ″Yâ Resûlallah! Senin ümmetinden fakir olanlar, zengin olanlardan beş yüz yıl evvel Cennete girecek ki, o da Allah katında yarım gündür″[3] deyince Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sevindi ve buyurdu ki: ″İçinizde beyit söyleyebileniniz var mı?″ Bunun üzerine bir bedevî: ″Evet, ben söylerim Yâ Resûlallah!″ dedi. Resûlü Ekrem de: ″Söyle söyle!″ diye buyurunca, o bedevî: ″Benim yüreğim Allah aşkı ile, ateşi ile yandı. Buna doktorlar hekimler çare bulamaz. Ancak o benim sevdiğim, Rabbimin lütfu, ihsanı buna çare olur″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e vecid hâli geldi ve Ashâba da vecid hâli geldi. Hattâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hırkası omzundan yere düştü. Bu hâl geçince her birimiz tekrar yerlerimize oturduk. Muaviye b. Ebû Süfyan: ″Yâ Resûlallah! Herkesi hayrette bırakan bu hâl[4] ne güzeldi″ deyince Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Yâ Muâviye! Sevdiğinin ismini işitip de yerinden harekete gelmeyen kerim değildir.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zikrullahta üzerinden düşen hırkası, orada bulunan dört yüz Ashâb arasında pay edildi.[5]

Hz. Ali Kerremallâhu veche’den nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmaktadır:

سَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهُ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ سُنَّتِهِ فَقَالَ اَلشَّرِيعَةُ اَقْوَالِى وَالطَّرِيقَةُ اَفْعَالِى وَالْحَقِيقَةَ حَالِى اَلْمَعْرِفَةُ رَأْسُ مَالِي [فِى رِوَايَةٍ: وَمَعْرِفَةُ سِرِّى] وَالْعَقْلُ دِينِي وَالْحَسَبُ أَسَاسِي وَالشَّوْقُ مَرْكَبِي وَذِكْرُ اللّٰهِ اَنِيسِي وَالثِّقَةُ كَنْزِي وَالْحُزْنُ رَفِيقِي وَالْعِلْمُ سِلَاحِي وَالصَّبْرُ رِدَائِي وَالرِّضَا غَنِيمَتِي وَالْفَقْرُ فَخْرِي, وَالزُّهْدُ حِرْفَتِي وَالْيَقِينُ قُوَّتِي وَالصِّدْقُ شَفِيعِي وَالطَّاعَةُ حَسَبِي وَالْجِهَادُ خُلُقِي وَقُرَّةُ عَيْنِي الصَّلاةُ [زَادَ فِي رِوَايَةِ: وَالصَّوْمُ حُجَّتِى] (انوار العاشقين عن على(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sünnetlerinin neler olduğunu sordum. Şöyle buyurdu: ″Şeriat kavlimdir (yapın veya yapmayın dediğim şeylerdir), tarikat fiilimdir (gece gündüz yaptığımdır), hakikat hâlimdir (Allah ile aramda olan aşk ve muhabbet halleridir), marifet sermâyemdir. (Bir rivâyette de; marifet sırrımdır, diye geçmektedir), akıl dînimin aslıdır, hakkı sevmek temel esasımdır, şevk benim bineğimdir, zikrullah gece gündüz yoldaşımdır, ilim silahımdır, sabır azığımdır, rızâ ganîmetimdir, dervişlik iftiharımdır, zühd sanatımdır, yakîn kuvvetimdir, doğruluk kalbimdir, taat ömrümün mahsulüdür, gazâ ahlâkımdır ve gözümün nûru namazdır (huşû ile kılınan namazdır.) (Bir rivâyette de ziyadeyle; oruç hüccetimdir, beni menzilime ulaştırandır, diye geçmektedir)[6]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Ahzâb, Âyet 21’de şöyle buyurmuştur:

Yemin olsun ki Resûlullah’ta, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler için güzel bir numune vardır.″

Yine bu zâtlara Allah’ın âyetleri okununca, îmanları artar ve inançları, yakînleri kuvvetlenir. Kur’ân-ı Azîm’üş-Şân’da okunan âyetlerde Esrâr-ı İlahiyye’yi sezerler. Mûcizeleri, kerâmet-i evliyâyı tamamen tasdik ederler. Bir de her türlü belâ ve musîbetleri Allah’a tevekkül ile O’na havale ederler. Her işlerinde Allah’u Teâlâ’yı vekil tutar ve sabrederler.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ يُرِدِ اللّٰهُ بِهِ خَيْرًا يُصِبْ مِنْهُ )خ عن ابى هريرة(

″Allah’u Teâlâ kime hayır dilerse, ona musîbet verir.″[7]

Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

أَنَّ رَجُلًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ ذَهَبَ مَالِي وسَقِمَ جَسَدِي فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا خَيْرَ فِي عَبْدٍ لَا يَذْهَبُ مَالُهُ وَلَا يَسْقَمُ جِسْمُهُ إِنَّ اللّٰهَ إِذَا أَحَبَّ عَبْدًا ابْتَلَاهُ وَإِذَا ابْتَلَاهُ صَبَّرَهُ (ابن أبي الدنيا في كتاب المرض والكفارات عن أبي سعيد الخدري)

Adamın biri: ″Yâ Resûlallah! Hem servetim gitti, hem de vücudum hastalandı″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Serveti kaybolmayan ve vücudu hastalanmayan kulda hayır yoktur. Allah’u Teâlâ bir kulu sevdiği vakit ona ibtilâ verir. İbtilâ verdiği zaman da ona sabretmesini öğretir.″[8]

Yine bu hakkıyla Mü’min olanlar, Allah’u Teâlâ’ya olan inançları kuvvetli olduğu için namazı devamlı ve çok kılarlar. Farzları, sünnetleri ve yapabildikleri kadar da gece ve gündüz nâfile namazlara devam ederler. Böyle olunca da Allah’u Teâlâ onları sever.

Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu‘dan nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

مَنْ عَادَى لِى وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ وَمَا تَقَرَّبَ اِلَيَّ عَبْدِى بِشَيْءٍ أَحَبَّ اِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُهُ وَمَا يَزَالُ عَبْدِى يَتَقَرَّبُ اِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى اُحِبَّهُ فَاِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعُهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِى يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِى يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا وَاِنْ سَأَلَنِى أَعْطَيْتُهُ وَلَوِ اسْتَعَاذَنِى لَأُعِيذُنِيهِ (خ حب ق عن ابى هريرة)

Her kim Benim evliyâmdan birine düşmanlık ederse, Bana karşı harp ilan eyledi. Kulum Bana farz namazı kılarken yakın olduğu gibi başka bir şey ile yakın olamaz. O kulum, nâfilelere devam ettiği sürece, bu yakınlığı devam eder. Hattâ o kulumu severim. Bir kulumu seversem; onun işiten kulağı Ben olurum, Benim ile işitir. Gören gözü Ben olurum, Benim ile görür. Tutan eli Ben olurum, Benim ile tutar ve yürüyen ayağı Ben olurum, Benim ile yürür. Benden ne isterse istediğini veririm. Bana sığınır ise Ben de onu muhafazama alırım.[9]

Bu sebeple Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem çok namaz kılardı. İbn-i Mes‘ud Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:

صَلَّيْتُ مَعَ النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيْلَةً فَلَمْ يَزَلْ قَائِمًا حَتَّى هَمَمْتُ بِأَمْرِ سَوْءٍ قِيلَ مَا هَمَمْتَ؟ قَالَ هَمَمْتُ أَنْ أَقْعُدَ وَأَذَرَ النَّبِىَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (خ ه عن ابن مسعود)

Bir gece ben, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber namaz kıldım. Resûlü Ekrem mütemâdiyen kâim (ayakta) idi. En sonu ben, fenâ bir iş işlemeyi düşündüm. Ona: ″Ne düşündün?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″İstedim ki ben oturayım da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i yalnız bırakayım.″[10]

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de o şöyle anlatmaktadır:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا صَلَّى قَامَ حَتَّى تَفَطَّرَ رِجْلَاهُ قَالَتْ عَائِشَةُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَتَصْنَعُ هَذَا وَقَدْ غُفِرَ لَكَ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ فَقَالَ يَا عَائِشَةُ أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا (م عن عائشة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar ibâdet ederdi. Hz. Âişe: ″Yâ Resûlallah! Senin geçmiş ve gelecek olan günahlarını Allah’u Teâlâ bağışladığı[11] halde, niçin bu kadar ibâdet edip kendini yoruyorsun?″ deyince, buyurdu ki: ″Yâ Âişe! Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?[12]

Bir de bu hakkıyla Mü’min olanlar, Allah’a inançları kuvvetli olduğundan rızıklarını, mallarını Hak yolunda yedirerek ve fakirlere vererek, esirgemeden sarf ederler. Çünkü Allah’u Teâlâ‘ya inançları, yakînleri kuvvetlidir. Rızıklarının geleceğine inanırlar; acaba gelmezse ne oluruz, diye korkmazlar. Allah yolunda verdikçe, arkasının geleceğine tam inanırlar.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثٌ أَعْلَمُ أَنَّهُنَّ حَقٌّ مَا عَفَا امْرُؤٌ عَنْ مَظْلَمَةٍ اِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا عِزًّا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ مَسْأَلَةٍ يَبْتَغِي بِهَا كَثْرَةً إِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا فَقْرًا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ صَدَقَةٍ يَبْتَغِي بِهَا وَجْهُ اللّٰهِ تَعَالَى اِلَّا زَادَهُ اللّٰهِ بِهَا كَثْرَةً (هب عن ابى هريرة)

″Üç haslet var ki onlar haktır: Haksızlığa uğrayan bir kimse (eline fırsat geçtiği halde sabredip) affederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, o kulun şerefini artırır. Çok dünyâlık bulmak kastıyla kendisine dilencilik kapısını açan bir kula da Allah’u Teâlâ yokluk kapısı açar. Bir kimse de Allah’ın rızâsını dileyerek Allah yoluna malını sarf ederse, Allah’u Teâlâ da onun malını kat kat artırır.″[13]

İşte bunlar hakkıyla Mü’mindirler. Bunlara Allah’u Teâlâ hem dünyâ, da hem de âhirette büyük dereceler verir. Bunlar, Esrâr-ı İlâhiyye’ye ve Gurbiyet-i İlâhiyye’ye nâil olurlar. Bir de böyle çalışanları affedeceğini ve ibâdetlerinin sonunda bol rızık, bol servet ve zenginlik vereceğini vaad etmiştir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ حَفَظَ سُنَّتِى اَكْرَمَهُ اللّٰهُ بِاَرْبَعِ خِصَالٍ اَلْمُحَبَّةُ فِى قُلُوبِ الْبَرَرَةِ وَالْهَيْبَةُ فِى قُلُوبِ الْفَجَرَةِ وَالسَّعَةُ فِى الرِّزْقِ وَالثِّقَةُ فِى الدِّينِ.

″Her kim sünnetimi muhafaza ederse, Allah’u Teâlâ ona dört büyük haslet verir. Mü’minlerin kalbine sevgisini koyar. Fâcirlerin kalbine heybetini koyar. Rızkına bolluk verir. Dîninde inancı kuvvetli olur.″[14]

İşte yukarıda geçen Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerde nâfile ibâdet olarak sayılan bu özellikler, Sünnet-i Resûlullah’ı yaşayan kimselerde olur. Bu da Sünnet-i Resûlullah’ın ne kadar önemli olduğunu gösterir.

﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا لَق۪يتُمْ فِئَةً فَاثْبُتُوا وَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَث۪يرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ ﴿٤٥﴾

45. Ey îman edenler! Siz bir kâfir topluluğu ile karşılaşırsanız, sebat edin (harpten kaçmayın) ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınız.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’ye ilgili olarak Abdullah İbn-i Ebî Evfâ Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem düşmanlarıyla karşılaştığı günlerin birinde güneş, te­pe noktasından biraz eğilinceye kadar bekledi, sonra ayağa kalkıp şöyle buyur­du:

أَيُّهَا النَّاسُ لَا تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ وَاسْأَلُوا اللّٰهَ الْعَافِيَةَ فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ

تَحْتَ ظِلَالِ السُّيُوفِ ثُمَّ قَالَ اللّٰهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ وَمُجْرِيَ السَّحَابِ وَهَازِمَ الْأَحْزَابِ اهْزِمْهُمْ وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ. (خ م عن بن ابى اوفى)

″Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin! Allah’tan afiyet (rahatlık, huzur, saadet) isteyin. Fakat düşman da karşınıza çıkarsa, o zaman da sebat-ı kadem edin (sağlam durup düşmandan kaçmayın) ve bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır. Kur’ân’ı indiren, Tevrat’ı, İncil’i önceki Peygamberlere indiren Allah’ım! Bulutları rüzgârın önüne katıp da oradan oraya götürüp yağmur yağdıran Allah’ım! Müslümanlara yardım edip, İslâm düşmanlarını hezimete uğratan Allah’ım! Bu karşımızdaki kâfirleri hezimete uğrat! Onlara karşı bize yardım eyle, güç kuvvet ver de, onlara karşı gâlip gelelim!″[15] Âmin!

Yine bu Âyet-i Kerîme’nin sonunda: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınız″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta bir Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur.

اِنَّ اللّٰهَ تَعَلَى يَقُولُ: اِنَّ عَبْدِى كُلِّ عَبْدِى الَّذِى يَذْكُرُنِى وَهُوَ مُلَاقٍ قَرْنِهِ. (ت عن عمارة ابن زعكرة)

″Benim gerçek kulum, savaşta düşmanla karşılaştığında Beni zikredendir.″[16]

Bu konuda Katâde Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

افْتَرَضَ اللّٰهُ ذِكْرَهُ عِنْدَ أَشْغَلِ مَا تَكُونُونَ عِنْدَ الضِّرَابِ بِالسُّيُوفِ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن قتادة)

″Allah’u Teâlâ sizlere, kılıçlarla vu­ruştuğunuz, en çok meşgul olduğunuz durumda bile başarıya ulaşmanız için, kendisini zikretmenizi farz kılmıştır.″[17]

Bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden dolayı İslâm orduları, kâfirler ordusu üzerine hücum ederken ve onlarla savaşırken; ″Allah’u Ekber, Allah, Allah″ diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın ismini yüksek sesle zikrederler.


[1] Sünen-i Tirmizî, Daavât 12.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 6.

[4] Burada kastedilen mânâ; ″Herkesi hayrete düşüren zikrullahtaki vecid hâli″dir. Vecid de, sözlükte; kuvvetli aşk hâli, aşk sarhoşluğu, coşkunluk gibi anlamlara gelmektedir. Buradaki anlamı da; ″Kişinin Allah aşkından kendisini kaybetmesi″ demektir.

[5] Bakınız: Eşrefoğlu Rûmi, Müzekk’in-Nüfus, s. 246.

[6] Envâr’ul-Âşikîn, s. 262.

[7] Sahih-i Buhârî, Merdâ 1.

[8] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 4, Hadis No: 139.

[9] Sahih-i Buhârî, Rikâk 38; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 330/3.

[10] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 584; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’us-Salât 200.

[11] Bakınız: Sûre-i Fetih, Âyet 2.

[12] Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 18 (81).

[13] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7846; Muhtâr’ul-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 492.

[14] Mecmâ’ul-Âdâb, s. 66.

[15] Sahih-i Buhârî, Cihat 114; Sahih-i Müslim, Cihat 6 (19-21).

[16] Sünen-i Tirmizî, Daavât 118.

[17] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 13, s. 574.