MÂİDE SÛRESİ

﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُٓوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ي سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿٣٥﴾

35. Ey îman edenler! Allah’tan korkun. O‘na yakınlık için vesîle arayın ve O’nun yolunda mücâhede edin ki, felaha eresiniz.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, Ey îman edenler! Allah‘a takvâ ile amel edin ve kendisine vâsıl olmak, kavuşmak için vesîle, vâsıta, çâreler arayın, diye buyrulmuştur. Yani Allah’ın rızâsını kazanacak sâlih ameller işleyerek sizi O’na yaklaştıracak bir yol arayın, demektir. Allah’a yaklaştıracak bu sâlih ameller de Allah’u Teâlâ’ya yakınlık hâsıl etmiş olan Peygamberler, evliyâlar, âlimler ve sâlih kullara tâbi olunarak öğrenilir. Böylece Allah’a yaklaştıran ibâdetlerin usul ve erkânı bu zâtlardan öğrenilmiş olur. İşte Allah’a yakınlık için vesîle aramak, bu anlamdadır.

Allah‘u Teâlâ‘ya yakınlık kazanmak için O‘na vesîle aramak şöyledir:

Sûre-i Kehf, Âyet 66’da geçtiği üzere, ledün ilmini öğrenmek isteyince, Mûsâ Aleyhisselâm, kendisine ledün ilmi verilen Hızır Aleyhisselâm’ı bularak dedi ki:Sana öğretilen hikmetli ilimden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?″

Allah’u Teâlâ istese bu ilmi, Mûsâ Aleyhisselâm’a bir anda verirdi. Ancak Allah’u Teâlâ kullarına bu hikmet ilminin nasıl öğrenileceğini bildirmek için, Hızır Aleyhisselâm’ı Mûsâ Aleyhisselâm’a vesîle kılmıştır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلْعِلْمُ عِلْمَانِ فَعِلْمٌ ثَابِتٌ فِى الْقَلْبِ فَذَاكَ الْعِلْمُ النَّافِعُ وَعِلْمٌ فِى اللِّسَانِ فَذَاكَ حُجَّةُ اللّٰهِ عَلَى عِبَادِهِ (ابو نعيم عن انس)

″İlim ikidir: Biri kalpte sâbittir. İşte en faydalı olan ilim (Hikmet ve Ledün ilmi) budur. Bir ilim de lisândaki ilimdir (kitaptır). Bu da Allah’u Teâlâ’nın kullarına hüccetidir (delilidir).[1]

Ashâb-ı Güzin Efendilerimiz de bu iki ilmi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den öğrenmişlerdir. Bu hususta Sûre-i Bakara, Âyet 151’de Allah’u Teâlâ:

″Nitekim içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi günahlardan temizleyen, size kitabı ve hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi öğreten bir Peygamber gönderdikdiye buyurmuştur.

Tasavvuf yaşantısı, Hızır Aleyhisselâm örneğinde olduğu gibi önceki Peygamberler döneminde de vardı.[2] Peygamber Efendimizin zamanında da tasavvuf yolunu, Ashab-ı Suffa temsil ediyordu. Böylece bu uygulama günümüze kadar gelmiştir.

Yine âyette, O’nun yolunda mücâhede edin″ diye buyrulmaktadır. Nefse ağır gelen her amel, nefisle mücâhededir. Nefse ağır gelen amellerin başında, düşmanla savaşmak ve insanın sürekli olarak nefsiyle mücâhede etmesi gelir.

Bu hususta Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:

قَدِمَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ غَزَاةٍ فَقَالَ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ: قَدِمْتُمْ خَيْرَ مُقَدَّمٍ وَقَدِمْتُمْ مِنَ الْجِهَادِ الْأَصْغَرِ اِلَى الْجِهَادِ الْأَكْبَرِ قَالُوا: وَمَا الْجِهَادُ الْأَكْبَرُ؟ قَالَ: مُجَاهَدَةُ الْعَبْدِ هَوَاهُ (الديلمي الخطيب في تاريخه عن جابر)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bir harpten[3] dönerken: ″Daha hayırlı olana dönüş yapıyorsunuz. Küçük cihattan büyük cihada dönüyorsunuz″ buyurdu. Sahâbîler: ″O büyük cihat nedir?″ dediler. ″Kulun nefsiyle edeceği cihattır″ buyurdu.[4]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ (ت حم عن فضالة)

″Asıl mücâhit, nefsi ile cihat eden kimsedir.″[5]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ أَخْلَصَ لِلّٰهِ أَرْبَعِينَ صَبَاحًا ظَهَرَتْ يَنَابِيعُ الْحِكْمَةِ مِنْ قَلْبِهِ اِلَى لِسَانِهِ (ض حل عن ابن عباس)

″Bir kimse kırk sabah, Allah için ihlaslı olarak ibâdetle sabahlasa, kalbinden diline ilm-i hikmet pınarları akmaya başlar.″[6]

İşte tasavvufta kırk gün çileye girilmesi, az yeme, az uyuma, az konuşma ve inziva gibi nefisle mücâhede yapılması, bu gibi Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif‘lerden dolayıdır.

Yine Peygamberleri ve velî kulları vesîle ederek, kulların sıkıntı-larından kurtulabileceklerine dair çok sayıda Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Peygamberimiz Sallâllahu aleyhi ve sellem’in zuhurundan önce, Yahudilerin, Arap müşrikleri ile yaptıkları savaşlarda, kendilerine Tevrat’ta bildirildiği üzere; âhir zaman Peygamberinin hürmetine, onu vesîle ederek Allah’u Teâlâ’dan yardım talep ettikleri Sûre-i Bakara, Âyet 89’da şöyle geçmektedir:

″Onlara, Allah tarafından, ellerindeki Tevrat’ı tasdik eden Kur’ân gelince, daha önce kâfirlere (Arap müşriklerine) karşı âhir zaman Peygamberini vesîle ederek yardım istedikleri halde, tanıyıp bildikleri bu Peygamber kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti kâfirler üzerinedir.″

Sûre-i Yûsuf, Âyet 93’te geçtiği üzere, Yusuf Aleyhisselâm kardeşlerine, babası Yâkub Aleyhisselâm’ın kör olan gözlerinin açılması için, Şu gömleği götürün, babamın yüzüne koyun. Babamın görmez olan gözleri açılır…″ diye buyurmuştur.

Yine Süleyman Aleyhisselâm, Yemen’den Kuds-ü Şerif’e, ″Belkıs’ın köşkünü kim getirir?″ diye sorduğunda, Sûre-i Neml, Âyet 40’ta geçiği gibi: Kendinde, kitaptan bir ilim bulunan zât (Âsaf b. Berhaya) da: ″Ben onu sana gözünü kapayıp açıncaya kadar getiririm″ dedi (ve hemen getirdi)…″ İşte o köşkün, Âsaf b. Berhaya tarafından getirilmesi de bir vesîledir ve aynı zamanda bir kerâmettir. Yoksa Süleyman Aleyhisselâm Allah’u Teâlâ’dan isteseydi, O’nun izniyle kendisi de o köşkü getirebilirdi. Kendi ümmeti içerisinde, bu ilme sahip birinin olup olmadığını anlamak için onlardan birinin getirmesini istedi. İşte bu köşkü getiren zât da, Süleyman Aleyhisselâm’ın ümmetinden Peygamber olmadığı halde hikmete nâil olmuş bir kuldur. Bu da Allah’ın sevdiği kullara verdiği büyük bir ilim ve ihsandır.

Yine Sûre-i Nisâ, Âyet 64’te Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

… Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelip, Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resûl de onlar için Allah’tan bağışlanma dileseydi, elbette Allah’u Teâlâ’yı, tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulurlardı.

Bu âyette de Allah’u Teâlâ, Sahâbe-i Kirâm’ın, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘e gelip onun huzurunda ve onu vesîle ederek Allah’u Teâlâ’dan istiğfarda bulunmalarını söylemiştir.

Yine Sûre-i Yûsuf, Âyet 97-98’de, işledikleri günahlardan dolayı babalarına gelerek, Yakub‘un oğulları: ″Ey babamız! Allah’tan günahlarımızın affını dile. Şüphesiz biz, hatâ ettik″ dediler.* Yâkub da: ″Yakında Rabbimden, sizin için günahlarınızın affını dileyeceğim. O, çok bağışlayandır ve çok merhametlidir″ dedi.

Vesîle hakkında Hadis-i Şerif’lerden bâzıları da şöyledir:

Gözlerinin açılması için duâ ricâsında bulunan bir âmâya Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem abdest alıp iki rek‘at namaz kıldıktan sonra şöyle duâ etmesini söylemiştir:

اللّٰهُمَّ اِنِّى أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ اِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ اِنِّى تَوَجَّهْتُ بِكَ اِلَى رَبِّى فِى حَاجَتِى هَذِهِ لِتُقْضَى لِيَ اللّٰهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِيَّ. (ت عن عثمان بن حنيف‏)

″Allah’ım! Ben, rahmet Peygamberi olan Senin Nebîn Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i vesîle ederek Senden istiyorum. Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah! Ben seni vesîle ederek Rabbimden hâcetimin hallini istiyorum. Allah’ım onu bana şefaatçi yap.″[7] Bu da şüphesiz apaçık bir vesîledir.

Bir Hadis-i Şerif’inde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

اللّٰهُمَّ اِنِّى أَسْأَلُكَ بِحَقِّ السَّائِلِينَ عَلَيْكَ ... (ه عن ابى سعيد الخدرى(

″Ey Allah‘ım! Duâlarını kabul ettiklerinin hakkı için Senden istiyorum″[8] diye duâ etmiş, bu duâyı Ashâb-ı Kirâm’a da öğretmiştir.

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِذَا انْفَلَتَتْ دَابَّةُ أَحَدِكُمْ بِأَرْضِ فَلَاةٍ فَلْيُنَادِ: يَا عِبَادَ اللّٰهِ احْبِسُوا عَلَيَّ يَا عِبَادَ اللّٰهِ احْبِسُوا عَلَيَّ فَاِنَّ لِلّٰهِ فِى الأَرْضِ حَاضِرًا سَيَحْبِسُهُ عَلَيْكُمْ (طب عن ابن مسعود(

″Sizin birinizin sahrada hayvanı kaçarsa, ″Ey Allah’ın has kulları, hapsedin! Ey Allah’ın has kulları, durdurun!″ diye seslensin. Çünkü Allah’u Teâlâ’nın yeryüzünde hazır bulunan öyle kulları vardır ki, onu tutarlar.″[9]

Yine vesîle hakkında Enes Radiyallâhu anhu da şu hâdiseyi nakletmektedir:

أَنَّ عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ كَانَ اِذَا قَحَطُوا اسْتَسْقَى بِالْعَبَّاسِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ فَقَالَ اللّٰهُمَّ اِنَّا كُنَّا نَتَوَسَّلُ اِلَيْكَ بِنَبِيِّنَا فَتَسْقِينَا وَاِنَّا نَتَوَسَّلُ اِلَيْكَ بِعَمِّ نَبِيِّنَا فَاسْقِنَا قَالَ فَيُسْقَوْنَ (خ طب عن انس(

Kuraklık olduğunda, Ömer b. el-Hattab, (Peygamberimizin amcası) Abbas İbn-i Abdulmuttalib’i vesîle ederek, ″Yâ Rabbi! Bizler, Peygamberimiz (hayatta iken) vesîlesiyle senden yağmur isterdik de bize yağmur ihsan ederdin. Şimdi de Peygamberimizin amcasının vesîlesiyle bize yağmur ihsan et″ diye duâ ederdi. Enes Radiyallâhu anhu der ki: ″Bu duâyı edince hemen yağmur yağardı.″[10]

Bu deliller açıkça göstermektedir ki, Ehl-i Sünnet itikâdına göre, vesîle haktır. Peygamberler ve evliyâlar, halkı Hakk’a yaklaştırmak için birer vesîledir.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 223/2; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 60.

[2] Bu hususta Sûre-i Mâide, Âyet 48 ve izahına bakınız.

[3] Bu Hadis-i Şerif’te geçen harp, Tebuk Gazvesi’dir (Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 155).

[4] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 11719, 11260; Râmûz’ul-Ehâdîs, 334/6; İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 3, Hadis No: 117.

[5] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ul-Cihat 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22840.

[6] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 43; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 398/11.

[7] Sünen-i Tirmizî, Duâ Bablarında Çeşitli Hadisler 6. Hâkim, bu Hadis-i Şerif’in tahricinden sonra hadisin sonuna: ″Bu duâ ile duâ edip kalktığı zaman görmeğe başladı″ diye ilâve etmiştir. Yine bu hususta Bakınız: Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif, s. 321.

[8] Sünen-i İbn-i Mâce, Mesâcid 14.

[9] Ebû Ya’la Mevsili, Müsned, Hadis No: 5269; Taberanî, Mu'cem’ül-Kebir, Hadis No: 10520, 13737.; Heysemî, Mecma’uz-Zevâid, Hadis No: 17105; İbn-i Hacer el-Askalâni, el-Metâlib’ul-Âliye Fî Zevâid’il Mesanid’is-Semâniye, Duâlar ve Zikirler 25, Hadis No: 3382.

[10] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 537; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 82.