NİSÂ SÛRESİ

﴿ وَاِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الْاَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلٰوةِۗ اِنْ خِفْتُمْ اَنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ اِنَّ الْكَافِر۪ينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُوًّا مُب۪ينًا ﴿١٠١﴾

101. Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit, kâfirlerin size saldır-masından korkarsanız, namazı kısaltmanızda (dört re’kat farzları ikişer kılmakta) size bir vebâl yoktur. Muhakkak ki kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Ya’la b. Ümeyye Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle anlatılmaktadır:

سَأَلْتُ عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ قُلْتُ لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلَاةِ إِنْ خِفْتُمْ أَنْ يَفْتِنَكُمْ الَّذِينَ كَفَرُوا وَقَدْ أَمِنَ النَّاسُ فَقَالَ عَجِبْتُ مِمَّا عَجِبْتَ مِنْهُ فَسَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ ذَلِكَ فَقَالَ صَدَقَةٌ تَصَدَّقَ اللّٰهُ بِهَا عَلَيْكُمْ فَاقْبَلُوا صَدَقَتَهُ (ه ت عن يعلى بن امية)

Hz. Ömer’e: ″Allah’u Teâlâ âyette, ″Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit, kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda (dört re’kat farzları ikişer kılmakta) size bir vebal yoktur″ diye buyuruyor. Halbuki şimdi halk emniyet içindedir. Bu duruma halkın sefer hâlinde iken namazı kısaltmalarına sen ne dersin?″ diye sordum. Hz. Ömer: ″Senin şaştığın bu işe ben de şaşmıştım ve bunu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sormuştum. Buyurdu ki: ″Bu, Allah’ın size bir sadakasıdır, onun için siz Allah’ın sadakasını kabul edin, reddetmeyin.″[1]

Hanefi Mezhebi’nde; korku olsun olmasın, dört rek’at olan farzları seferde kısaltarak iki rek’at kılmak azîmettir. Yani namazın kısaltılması yolculuk meşakkatinden veya korkudan değil Allah’ın emrinden dolayıdır.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

افْتَرَضَ اللّٰهُ الصَّلَاةَ عَلَى لِسَانِ نَبِيِّكُمْ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِى الْحَضَرِ أَرْبَعًا وَفِى السَّفَرِ رَكْعَتَيْنِ (ه عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ, Peygamberinizin lisânıyla farz namazı, mukim iken dört rek’at, seferde iken iki rek’at olarak farz kıldı.″[2]

İmam-ı Âzam Efendimize göre, en az üç günlük yaya olarak yürüme mesafesi olan (ki bu da 90 km.’dir) bir yere yolculuğa çıkıldığında, dört rek’at olan farz namazlar iki rek’at olarak kılınmalıdır. Kısaltmayıp dört rek’at olarak kılmak mekruhtur. Korku hâli de, sâdece kâfirlerin saldırmasıyla sınırlı olmayıp mutlaktır. Harp zamanında veya harp gibi her an tehlikeli bir durum varsa, o zaman yalnız iki rek’at farz kılınır. Sünnetler kılınmaz. Seferî iken sünnetlerin kılınmasının sebebi; harp veya harp korkusu olmadığındandır. Bu şekilde normal zamanlarda seferî olarak gidip gelirken bir tehlike yoksa dört rek’atlık farz namazlar, iki rek’ât olarak kılınır; bu namazların sünnetleri ise tam olarak kılınır.

Bâzı kimseler, ″Ben seferiye niyet etmedim″ derler. Bu yanlıştır. Seferîlik, Allah’ın emridir.

Hz. Ömer ile Hz. Ali’den nakledildiğine göre, bu Âyet-i Kerîme’de kısaltılabileceği beyan edilen namaz, kişinin yolcu­luk hâlindeyken kılacağı farz namazdır. Kısaltılacak miktar ise, sâdece dört rek’atlı farz namazların iki re’kat olarak kılınmasıdır.

Bir kimse köyde oturuyorsa, köyün yerleşim sınırlarını, şehirde oturuyorsa da oranın yerleşim sınırlarını çıktıktan sonra, en az 90 km. uzağa gitmek kaydıyla seferî olur. Tekrar oturduğu yerin yerleşim sınırlarına girene kadar seferî sayılır. Gideceği yerde, on beş günden fazla kalacaksa, o kimse gideceği yere ulaştığında mukim olur, seferî olmaz. Ancak yolda giderken ve gelirken yine seferîdir.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ‘dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَقَامَ بِمَكَّةَ عَامَ الْفَتْحِ خَمْسَ عَشْرَةَ لَيْلَةً يَقْصُرُ الصَّلَاةَ (د ه عن ابن عباس)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, fetih yılında Mekke’de on beş gün kaldı ve namazlarını kısaltarak (dört rek’atlık farzları iki re’kat olarak) kıldı.″[3]

Bir kimse seferî olacağı yere gitse, yarın veya öbür gün çıkarım diye o niyetle beklese, bu belirsizlik hâli yıllarca da sürse, bu kimse mukim sayılmaz; seferîlik hâli devam eder. Bu kimse dört rek’at farz namazını iki rek’at olarak kılar.

Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbının Ramhürmüz denilen yerde yedi ay kaldıkları halde seferî kıldıklarını bildirmiştir. Yine İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’nın Azerbaycan’da altı ay kalıp dört rek’atlı namazları iki rek’at kıldığı rivâyet edilmiştir.[4]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Muhakkak ki kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır″ diye buyrulmaktadır. Bu sebeple kâfirler dost edinilmez. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ جَامَعَ الْمُشْرِكَ وَسَكَنَ مَعَهُ فَإِنَّهُ مِثْلُهُ (د عن سمرة بن جندب)

″Her kim müşrikle birlikte olur ve onunla beraber oturursa, şüphesiz o da onun gibidir.″[5]

﴿ وَاِذَا كُنْتَ ف۪يهِمْ فَاَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلٰوةَ فَلْتَقُمْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُٓوا اَسْلِحَتَهُمْ۠ فَاِذَا سَجَدُوا فَلْيَكُونُوا مِنْ وَرَٓائِكُمْۖ وَلْتَأْتِ طَٓائِفَةٌ اُخْرٰى لَمْ يُصَلُّوا فَلْيُصَلُّوا مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا حِذْرَهُمْ وَاَسْلِحَتَهُمْۚ وَدَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ اَسْلِحَتِكُمْ وَاَمْتِعَتِكُمْ فَيَم۪يلُونَ عَلَيْكُمْ مَيْلَةً وَاحِدَةًۜ وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ كَانَ بِكُمْ اَذًى مِنْ مَطَرٍ اَوْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَنْ تَضَعُٓوا اَسْلِحَتَكُمْۚ وَخُذُوا حِذْرَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ اَعَدَّ لِلْكَافِر۪ينَ عَذَابًا مُه۪ينًا ﴿١٠٢﴾

102. Ey Resûlüm! Sen, Mü’minler içinde bulunup da onlara namaz kıldıracağın zaman, (kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız) onlardan bir taife silahlı olarak seninle beraber namaza dursun. Diğer taife de arkanızda sizi beklesinler. Saninle namaza duranlar secde ettikten sonra (birinci rek’atı kılınca), namaz kılanlar çekilip arkanızda bekleme göreviyle meşgul olsunlar. Namaz kılmayıp bekleme göreviyle meşgul olan diğer taife de gelsinler, silahlı olarak seninle beraber namazlarını kılsınlar. Kâfirler, silahlarınızdan ve eşyalarınızdan gaflet etmenizi ve cümlesi birlikte üzerinize ansızın hücum etmeyi temenni ederler. Yağmur yahut hastalık sebebiyle silahlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. O halde kâfirlerin hücumuna karşı uyanık olun. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, kâfirler için aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen korku namazı, düşman veya yırtıcı hayvandan korkulduğunda âyette târif edildiği gibi kılınır.

Düşman hazır olmaksızın korku namazı câiz değildir. Uzak yerden bir alay atlı görüp düşman zannetseler veya toz görseler, düşman zannederek korku namazı kılsalar, sonra düşman olmadığı anlaşılsa, kılınan namaz câiz olmaz. Bu hususta İmam-ı Azam ve İmam Muhammed şöyle buyurmuşlardır: ″Sahâbe-i Güzîn korku namazını Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra da kılmışlardır.″

Bu hususta İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ şu hâdiseyi anlatır:

غَزَوْتُ مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قِبَلَ نَجْدٍ فَوَازَيْنَا الْعَدُوَّ فَصَافَفْنَا لَهُمْ فَقَامَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُصَلِّى لَنَا فَقَامَتْ طَائِفَةٌ مَعَهُ وَأَقْبَلَتْ طَائِفَةٌ عَلَى الْعَدُوِّ، وَرَكَعَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِمَنْ مَعَهُ وَسَجَدَ سَجْدَتَيْنِ ثُمَّ انْصَرَفُوا مَكَانَ الطَّائِفَةِ الَّتِى لَمْ تُصَلِّى فَجَاؤُا فَرَكَعَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِهِمْ رَكْعَةً وَسَجَدَ سَجْدَتَيْنِ ثُمَّ سَلَّمَ فَقَامَ كُلُّ وَاحِدٍ مِنْهُمْ فَرَكَعَ لِنَفْسِهِ رَكْعَةً وَسَجَدَ سَجْدَتَيْنِ (خ عن ابن عمر)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte, Necid tarafına yönelerek gazâya gitmiştim. Düşmanın hizâsına geldik. Onlara karşı saflarımızı düzdük. Namaz vakti gelince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bize, kıldırmak üzere namaza durdu. Bir taife de onunla beraber durdular, diğer taife ise, yönünü düşmana çevirdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kendisiyle birlikte olanlarla beraber rükûa vardı ve iki secde etti. Derken namaz kılanlar, kılmamış olan taifenin yerlerine gittiler. Diğer taife de gelip Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in arkasında durdular. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlarla beraber rükûa varıp iki secde etti. Sonra selâm verdi. Sonra o iki taifenin her biri nöbetleşe namaza durup kendi hesaplarına birer kere rükûa varıp ikişer secde ettiler.″[6]

Yani ikinci rek’atte imama uyanlar selâm vermez, ayağa kalkar, ikinci rek’âtı kendi kendilerine kılarlar ve sonra selâm vererek namazı tamamlarlar ve silahları ile düşman önüne geçerler. Birinci rek’âtı imamla kılan evvelki askerler gelir, ikinci rek’âtı da kendi kendilerine kılarak iki rek’âtı tamamlamış olurlar. Bu şekilde her iki grupta imama uyarak birer rek’at namaz kılar ve ikinci rek’atları da kendi kendilerine tamamlayarak namazlarını imam ile kılmış olurlar.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de geçen O halde kâfirlerin hücumuna karşı uyanık olun″ bölümüyle ilgili olarak, Ebû Sâlih’ten şu hâdise rivâyet edilmiştir:

Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem, Benî Enmâr’a harp için gazâya çıkmıştı. Bir yerde konakladılar. Düş­mandan hiçbir kimse göremedikleri için Ashâb silâhlarını bırak­tılar. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de silâhlarını çıkarmıştı. Hava yağmurlu idi. Bir ara defi hacet için kafileden uzaklaştı ve dereyi geçti. Aniden bir sel geldi ve dere taştı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile Ashâb arasında bir sel meydana geldi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir ağacın altına oturdu. Gavres b. el-Hâris’il-Muhâribî adında bir kâfir, Peygamber Efendimizi yalnız görünce, O‘nu öldürmek için kılıcını havaya kaldırdı ve ″Seni benim elimden kim alır?″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah!″ dedi. Kâfirin elindeki kılıcı yere düştü. Bütün eklemleri, vücudu dondu. Peygamberimiz kılıcı eline aldı ve ″Şimdi seni, benim elimden kim alır?″ dedi. O kâfir, bu olaydan sonra kaskatı donmuş, nutku tutulmuş ve şaşırmıştı. Gavres: ″Hiç kimse!″ diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz: ″Allah’ın birliğine ve be­nim Peygamberliğime şehâdet edersen kılıcını sana veririm″ bu­yurdu. Gavres: ″Hayır! Fakat ebedî olarak seninle savaşmayacağıma ve aleyhinde hiçbir düşmana yardım etmeyeceğime söz veririm″ deyince Peygamberimiz, kılıcını ona iade etti. Gavres: ″Vallâhi! Sen benden çok hayırlısın!″ dedi. Sonra Gavres dönüp arkadaşlarının yanına gitti. Arkadaşları: ″Sana ne oldu ki, Muhammed’i öldürmedin?″ dediler. Gavres, durumu anlattı. Bunun üzerine bâzıları imân ettiler. Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem bir müddet daha suyun çekilmesini bekledikten sonra Ashâbının yanına döndü. Hâdiseyi anlattı ve Sûre-i Nisâ, Âyet 102’deki: O halde kâfirlerin hücumuna karşı uyanık olun″ bölümünü okudu. İşte Allah’ın bu emri, böyle ansızın bir baskına uğra­maktan korunmak içindir.

﴿ فَاِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلٰوةَ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِكُمْۚ فَاِذَا اطْمَأْنَنْتُمْ فَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَۚ اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا ﴿١٠٣﴾

103. Namazı kıldıktan sonra da ayaktayken, otururken ve yanüstü yatarken Allah’u Teâlâ’yı zikredin. Güvene kavuştuğunuz zaman da namazı tam olarak kılın. Şüphesiz ki namaz, Mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farzdır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de namazı kıldıktan sonra ayakta, otururken ve yan üstü yatarken Allah’u Teâlâ’nın isminin zikredilmesi gerektiği emredilmiştir.

Tibyan Tefsiri’nde, bu Âyet-i Kerîme izah edilirken; ″Namaz kıldıktan sonra düşmana hücum ederken, oturduğunuz yerde ok atarken ve yaralandı-ğınızda yan üstü yatarken zikrullah edin″ diye açıklanmış, yani zikrullahtan geri durmayın diye ifade edilmiştir.

Sûre-i Enfâl, Âyet 45’te: ″Ey îman edenler! Siz bir kâfir topluluğu ile karşılaşırsanız, sebat edin (harpten kaçmayın) ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınızdiye emredildiğinden, İslâm orduları, savaşlarda ″Allah, Allah″ nidâları ile yüksek sesle Allah’u Teâlâ’yı zikrederek düşmana hücum edip nice zaferlere ulaşmışlardır.

Savaşın hâricinde diğer zamanlarda da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in namazdan sonra âşikâre sesle zikrullah ettiği, bir Hadis-i Şerif’te şöyle nakledilmiştir:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنَ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[7]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ zikrullah hakkında şöyle buyurmuştur:

لَا يَفْرِضُ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ فَرِيضَةً إِلَّا جَعَلَ لَهَا حَدًّا مَعْلُومًا ثُمَّ عَذَرَ أَهْلَهَا فِي حَالِ عُذْرٍ غَيْرَ الذِّكْرِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَمْ يَجْعَلْ لَهُ حَدًّا يَنْتَهِي إِلَيْهِ وَلَمْ يَعْذُرْ أَحَدًا فِي تَرْكِهِ إِلَّا مَغْلُوبًا عَلَى عَقْلِهِ فَقَالَ (فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ) بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَفِي السَّفَرِ وَالْحَضَرِ وَالْغِنَى وَالْفَقْرِ وَالسُّقْمِ وَالصِّحَّةِ وَالسِّرِّ وَالْعَلَانِيَةِ وَعَلَى كُلِّ حَالٍ وَقَالَ: (وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلا) فَإِذَا فَعَلْتُمْ ذَلِكَ صَلَّى عَلَيْكُمْ هُوَ وَمَلَائِكَته قَالَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ: (هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلائِكَتُهُ). (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس(

″Allah’u Teâlâ kullarına farz kıldığı her ibâde­te belli bir sınır koymuştur. Kulların özürlerine göre de onları bu ibâdetlerden muaf kılmıştır. Ancak zikrullahı bunların dışında tutmuştur. Zîrâ zikrullaha bir sınır koymamış ve zikrullah hususunda delilerden baş­ka hiçbir kimsenin özrünü kabul etmemiştir. Allah’u Teâlâ kulların; ayakta iken, otururken, yatarken,[8] gece ve gündüz, karada ve denizde, yolcu iken, mukim iken kendisini zikretmelerini istemiş; zengin olanın, fakir olanın, hasta olanın, sağlıklı olanın da, hâfî (gizli) veya cehrî (açıktan) zikrullah etmesini emretmiştir. Sûre-i Ahzâb, Âyet 42’de geçtiği üzere sabah akşam kendisinin tesbih edilmesini istemiş, bunu yapan kullarına ise, bu âyetlerin devamında gelen Sûre-i Ahzâb, Âyet 43’te de kendisinin, onlara merhametli davranacağını ve meleklerin de onlar için bağışlanma dileyeceğini ve onları, zulumâttan nûra çıkaracağını beyan etmiştir. Zîrâ Allah’u Teâlâ, Mü’minlere karşı çok merhametlidir.″[9]

Yine bu Âyet-i Kerîme’de: ″Şüphesiz ki namaz, Mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farzdır″ diye buyrulmaktadır. Allah’u Teâlâ âyetlerde namazı hangi vakitte, nasıl ve kaç rek’at kılacağımızı açıklamamıştır. Fakat Allah’u Teâlâ, namazın nasıl kılınacağını Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtasıyla Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e öğretmiş ve bizim de ondan öğrenmemizi emretmiştir.

Bu hususta Mâlik b. Huveyris Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Bizler yaşça birbirine yakın gençler topluluğu olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldik ve yanında yirmi gece kaldık. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ailelerimizi özledi­ğimizi anladı ve bize geride kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de kendi­sine söyledik. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem gâyet ince yürekli, hassas ve çok merhametli idi. Bize buyurdu ki:

ارْجِعُوا إِلَى أَهْلِيكُمْ فَعَلِّمُوهُمْ وَمُرُوهُمْ وَصَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي وَإِذَا حَضَرَتْ الصَّلَاةُ فَلْيُؤَذِّنْ لَكُمْ أَحَدُكُمْ ثُمَّ لِيَؤُمَّكُمْ أَكْبَرُكُمْ (خ حم عن مالك بن حويرث)

″Haydi, ailelerinizin yanına dönün ve onlara dîni öğretin. Söyleyecek şeyleri onlara söyleyip emredin. Siz, ben nasıl kılıyorsam namazı öyle kılın. Namaz vakti geldiğinde içinizden biri size ezan okusun ve en büyüğünüz de size imam olsun.″[10]

Namazın vakitleri ile ilgili de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: أمَّنِى جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَامُ عَنْدَ البَيْتِ مَرَّتَيْنِ، فَصَلَّى الظُّهْرَ فِى الْأُولَى مِنْهُمَا ح۪ينَ كَانَ الْفَىْءُ مِثْلَ الشِّرَاكِ، ثُمَّ صَلَّى الْعَصْرَ ح۪ينَ كانَ كُلُّ شَىْءٍ مَثْلَ ظِلِّهِ، ثُمَّ صَلَّى المَغْرِبَ حِينَ وَجَبَتِ الشّمْسُ، وَأَفْطَرَ الصَّائِمُ، ثُمَّ صَلَّى العِشَاءَ حِينَ غَابَ الشّفَقُ، ثُمَّ صَلَّى الْفَجْرَ حِينَ بَزَقَ الْفَجْرُ، وَحَرُمَ الطَّعَامُ عَلَى الصَّائِمِ، وَصَلَّى الْمَرَّةَ الثَّانِيَةَ الظُّهْرَ حِينَ كانَ ظِلُّ كُلِّ شَىْءٍ مَثْلَهُ لِوَقْتِ الْعَصْرِ بِاْلأَمْسِ، ثُمَّ صَلَّى الْعَصْرَ ح۪ينَ كانَ ظِلُّ كُلِّ شَىْءٍ مِثْلَيْهِ، ثُمَّ صَلّى الْمَغْرِبَ لِوَقْتِهِ اْلأَوَّلِ، ثُمَّ صَلَّى الْعِشَاءَ الْاٰخِرَ حِينَ ذَهَبَ ثُلُثُ الَّيْلِ، ثُمَّ صَلَّى الصُّبْحَ حِينَ أَسْفَرَتِ اْلأَرْضُ، ثُمَّ الْتَفَتَ اِلَىَّ جِبْرِيلُ، فَقَالَ يَا مُحَمَّدُ: هَذَا وَقْتُ اْلأَنْبِيَاءِ عَلَيْهِمُ الصَّلَاةُ والسَّلَامُ مِنْ قَبْلِكَ، وَالْوَقْتُ ف۪يمَا بَيْنَ هَذَيْنِ الْوَقْتَيْنِ (د ت عن ابن عباس)

″Cebrâil Aleyhisselâm bana, Beytullah’ın yanında iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra, ikindiyi her şey gölgesi kadarken kıldı. Sonra akşamı güneş battığı ve oruçlunun orucunu açtığı zaman kıldı. Sonra yatsıyı, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldı. Sonra sabahı şafak sökünce ve oruçluya yemek haram olunca kıldı. İkinci sefer öğleyi, dünkü ikindinin vaktinde her şeyin gölgesi kendisi kadar olunca kıldı. Sonra ikindiyi her şeyin gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldı. Sonra akşamı önceki vaktinde kıldı. Sonra yatsıyı gecenin üçte biri gidince kıldı. Sonra sabahı yeryüzü ağarınca kıldı.″

Sonra Cebrâil Aleyhisselâm bana yönelip, ″Yâ Muhammed! Bunlar senden önceki Peygamberlerin namaz vaktidir. Namaz vaktide bu iki vakit arasında kalan zamandır″ dedi.[11]

Bu Hadis-i Şerif’te namazın kılınma vakitleri iki farklı şekilde belirtilmiştir. Beş vakit farz olan namazın vakitleri şöyledir:

Sabah namazının vakti: İkinci fecirden yani imsak vaktinden başlar, güneş doğmaya başladığında sona erer. Şâfiiler için efdal olan vakit imsak vaktidir. Hanefiler için ise ortalığın ilk ağarmaya başladığı vakittir.

Öğle namazının vakti: Güneşin zevâlinden (tepe noktasından batıya meyletmesiyle) başlar, her şeyin gölgesi iki boy olana kadar devam eder. Bu zamana ″Asrı sâni (ikinci vakit)″ denir. Bu, İmam-ı Âzam’a göredir. İmameyne ve üç büyük imama göre ise, her şeyin gölgesi zeval gölgesinden başka her şeyin gölgesi bir misline ulaşınca öğle namazının vakti çıkmış, ikindi namazının vakti girmiş olur. Bu zamana da ″Asrı evvel (birinci vakit) denir.

Bu ihtilaftan kurtulmak için efdal olan; öğlen namazını her şeyin gölgesi bir misli olacak zamana kadar kılmaktır. İkindi namazını da her şeyin gölgesi iki misli olunca kılmaktır.

Cuma namazının vakti de öğle namazının vaktidir.

İkindi namazının vakti: İmam-ı Âzam’a göre her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaştığında başlar, diğer imamlara göre ise bir misline ulaştığında başlar, güneş batmaya başladığında sona erer. Güneşin batmasına yarım saat kalıncaya kadar sünneti ile birlikte kılmalıdır. Fakat yarım saatten az bir süre kalmışsa, sâdece farzı kılınır.

Akşam namazının vakti: Güneşin batmasından itibaren şafağın kaybolacağı zamana kadardır. Şafak, İmam-ı Âzam’a göre, akşamleyin ufuktaki kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktır. İmâmeyn ile üç büyük imama göre ise, ufukta meydana gelen kızartıdan ibarettir. Vakit girdiğinde, akşam namazını hemen kılmak efaldir.

Yatsı namazının vakti: Şafağın kaybolmasından başlar, ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. Vitir namazının vakti de yatsı namazının vaktidir.

Bir kimse, ikindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünnetini, geçirmiş kazâsı varsa, kazâ yerine kılabilir. Fakat müekket on iki rek’at olan sünnetler kazâya kılınmaz. Bunlar da; iki rek‘at sabah namazının sünneti, dört rekat öğle amazının ilk sünneti ile iki rek’at son sünneti, iki rek’at akşam namazının sünneti ve iki rek’at yatsı namazının son sünnetidir.

Beş vakit namazlardaki müekked olan sünnetler hakkında Hz. Âişe annemizden şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

مَنْ ثَابَرَ عَلَى ثِنْتَيْ عَشْرَةَ رَكْعَةً مِنْ السُّنَّةِ بَنَى اللّٰهُ لَهُ بَيْتًا فِي الْجَنَّةِ أَرْبَعِ رَكَعَاتٍ قَبْلَ الظُّهْرِ وَرَكْعَتَيْنِ بَعْدَهَا وَرَكْعَتَيْنِ بَعْدَ الْمَغْرِبِ وَرَكْعَتَيْنِ بَعْدَ الْعِشَاءِ وَرَكْعَتَيْنِ قَبْلَ الْفَجْرِ. (ت ه عن عائشة)

″Her kim bir gün ve gecede on iki rek’at namaz kılarsa, onun için Cennette bir ev bina edilir. Bunlar: Öğle namazından önce dört rek’at, Öğle namazından sonra iki rek’at, akşam namazından sonra iki rek’at, yatsı namazından sonra iki rek’at, sabah namazından önce iki rek’at.″[12]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, İkamet’üs-Salat 73; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 5.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, İkamet’üs-Salat 73.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’üs-Salat 76; Sünen-i Ebû Dâvud, Salat 280.

[4] Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 2, s. 187.

[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Cihad 170.

[6] Sahih-i Buhâri, Cuma 40; Sünen-i Nesâî, Havf 1.

[7] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Kitab’ül-Mesâcid 23 (122).

[8] Sûre-i Al-i İmran, Âyet 191; Sûre-i Nisâ, Âyet 103.

[9] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 280.

[10] Sahih-i Buhârî, Ezan 18, Edeb 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15045.

[11] Sünen-i Tirmizî, Salât 1; Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 2; Sünen-i Nesâî, Namazın vakitleri 6; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 2364.

[12] Sünen-i Tirmizî, Salât 304; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmeti’üs-Salât 100.