TEVBE SÛRESİ

﴿ لَوْ كَانَ عَرَضًا قَر۪يبًا وَسَفَرًا قَاصِدًا لَاتَّبَعُوكَ وَلٰكِنْ بَعُدَتْ عَلَيْهِمُ الشُّقَّةُۜ وَسَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ لَوِ اسْتَطَعْنَا لَخَرَجْنَا مَعَكُمْۚ يُهْلِكُونَ اَنْفُسَهُمْۚ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ۟ ﴿٤٢﴾

42. Ey Resûlüm! Onların (münâfıkların) dâvet olundukları şey, dünyâ menfaati ve gidecekleri sefer de yakın bir yerde olsaydı, sana tâbi olurlardı. Lâkin mesafe onlara uzun ve meşakkatli göründü. Harpten geri kalanlar: ″Billâhi! Muktedir olsaydık, elbette sizinle beraber çıkardık″ derler ve nefislerini azâba koyarlar. Allah’u Teâlâ, onların elbette yalancı olduklarını bilir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Tebuk Seferi’ne katılmayan münâfıklar hakkında nâzil olmuştur. Bu kimseler, çeşitli bahaneler ileri sürerek cihattan geri kalmışlar ve bu davranışlarıyla Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i kandırdıklarını zannetmişlerdi. Allah da, bunla­rın iç yüzünü Resûlüne bildirerek, bahanelerinin geçersiz olduğunu ve iddialarında yalancı olduklarını açıkladı.

﴿ عَفَا اللّٰهُ عَنْكَۚ لِمَ اَذِنْتَ لَهُمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُوا وَتَعْلَمَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٤٣﴾

43. Ey Resûlüm! Allah’u Teâlâ seni affetti. Harbe gitmemek için senden izin isteyenlere niçin izin verdin? Özründe doğru olanlarla yalancı olanları bilinceye kadar onlara izin vermemeliydin.

İzah: Bu âyette Allah’u Teâlâ, yumuşak bir üslup ile Resûlüne si­tem etmektedir. Ancak Allah’u Teâlâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu olayda daha uygun olan ha­reketi yapmamasından dolayı ona sitem etmeden önce, onun bu davranışını af­fettiğini bildirmektedir. Bu da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem için bir lütuftur.

﴿ لَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ ﴿٤٤﴾ اِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ ف۪ي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ ﴿٤٥﴾

44-45. Allah’a ve âhiret gününe îman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihattan geri kalmak için senden izin istemezler. Allah’u Teâlâ, takvâ sahiplerini çok iyi bilir.* Harbe katılmamak için senden izin isteyenler, ancak Allah’a ve âhiret gününe îman etmeyenler ve kalpleri şüphe ile meşgul olanlardır. Onlar, şüpheleri içinde bocalayıp dururlar.

﴿ وَلَوْ اَرَادُوا الْخُرُوجَ لَاَعَدُّوا لَهُ عُدَّةً وَلٰكِنْ كَرِهَ اللّٰهُ انْبِعَاثَهُمْ فَثَبَّطَهُمْ وَق۪يلَ اقْعُدُوا مَعَ الْقَاعِد۪ينَ ﴿٤٦﴾

46. Onlar harbe çıkmak isteselerdi, onun için elbette hazırlık yaparlardı. Lâkin Allah’u Teâlâ onların harbe çıkmalarını istemedi de onları alıkoydu. Ve onlara, ″Harbe çıkmayanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun″ denildi.

İzah: Savaşmamak için Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den izin isteyenler, münâfıkların ileri gelenlerinden Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl ve onun gibi olan diğer münâfıklardır. Allah’u Teâlâ, bu münâfıkların savaşa katıldığında Mü’minlerin ordularını ifsat edeceklerini bildiği için, bunları yerlerinde bırakmış ve savaşa çıkmalarını nasip etmemiştir. Aşağıdaki âyette de bu durumu açıkça beyan etmiştir.

﴿ لَوْ خَرَجُوا ف۪يكُمْ مَا زَادُوكُمْ اِلَّا خَبَالًا وَلَا۬اَوْضَعُوا خِلَالَكُمْ يَبْغُونَكُمُ الْفِتْنَةَۚ وَف۪يكُمْ سَمَّاعُونَ لَهُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ ﴿٤٧﴾

47. Onlar sizinle beraber cihada çıksalardı, size fesattan başka bir şey vermezler ve sizi fitneye düşürmek için aranızda koşuştururlardı. Halbuki içinizde onları dinleyip sözlerini kabul edenler vardır. Allah’u Teâlâ, zâlimleri bilir.

İzah: Bu âyette: ″Halbuki içinizde onları dinleyip sözlerini kabul edenler vardır. Allah’u Teâlâ, zâlimleri bilir″ diye geçen ifadeden maksat, sizin içinizde onların sözlerini dinleyen, inancı ve irâdesi zayıf olan kişiler bulun­maktadır. Özellikle bunları kandırmaya çalışacaklardı. Allah’u Teâlâ, zâlim olan münâfıklar güruhunu çok iyi bilir, demektir.

﴿ لَقَدِ ابْتَغَوُا الْفِتْنَةَ مِنْ قَبْلُ وَقَلَّبُوا لَكَ الْاُمُورَ حَتّٰى جَٓاءَ الْحَقُّ وَظَهَرَ اَمْرُ اللّٰهِ وَهُمْ كَارِهُونَ ﴿٤٨﴾

48. Ey Habîbim! Onlar, daha önce de fitne çıkarmak istemişler ve sana karşı türlü işler çevirmişlerdi. Nihâyet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri gâlip oldu.

İzah: Ey Habîbim! Uhud savaşında, münâfıkların başı Abdullah b. Ubeyy’in, taraftarlarıyla birlikte sizi bırakıp gitmeleri gibi, münâfıklar, Ashâbını fitneye düşürmek istediler. İslâm’ı geçersiz kılmak için sana karşı nice dalavereler çevirdiler. Nihâyet Allah’u Teâlâ’nın hak olan zaferi geldi ve İslâm Dîni, onlar istemedikleri halde gâlip oldu, demektir.

﴿ وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ ائْذَنْ ل۪ي وَلَا تَفْتِنّ۪يۜ اَلَا فِي الْفِتْنَةِ سَقَطُواۜ وَاِنَّ جَهَنَّمَ لَمُح۪يطَةٌ بِالْكَافِر۪ينَ ﴿٤٩﴾

49. Ey Resûlüm! Onlardan bâzı kimseler harbe gitmemek için, ″Bana izin ver, beni fitneye düşürme″ diyordu. Haberiniz olsun ki, onlar harbe gitmemekle fitneye düştüler. Şüphesiz ki Cehennem, kâfirleri elbette kuşatacaktır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair şu hâdise nakledilmiştir:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Cedd b. Kays’a, Tebuk Seferi için hazırlanmasını isteyerek şöyle buyurmuştur: ″Ey Cedd! Bu sene Rumların cellatlarına karşı savaşa var mısın?″ Cedd ise, ″Yâ Resûlallah! Harbe gitmemem için bana izin ver, beni fitneye düşürme. Vallâhi kavmim, kadınlara benden daha düşkün birisinin olmadığını çok iyi bilir. Korkuyorum ki, Rum kadınlarını görünce sabredemem. Ben sana malımla yardım edeyim″ diye karşılık verdi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ondan yüz çevirdi ve ″Sana izin verdim″ diye buyurdu. İşte bu hâdise üzerine Sûre-i Tevbe, Âyet 49 nâzil olmuştur.

Bu âyet nâzil olunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Beni Seleme kabilesine, ″Ey Selemeoğulları! Sizin ulunuz kimdir?″ buyurdu. Onlar da, ″Cedd b. Kays’tır. Fakat o, cimri ve korkak bir kimsedir″ dediler. Bunun üzerine Resûlü Ekrem şöyle buyurdu: ″Cimrilikten daha kötü ve büyük hastalık ne olabilir? Bilakis sizin ulunuz; beyaz tenli, cömert bir delikanlı olan Bişr b. Bera b. Ma’mur’dur.″[1]

﴿ اِنْ تُصِبْكَ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْۚ وَاِنْ تُصِبْكَ مُص۪يبَةٌ يَقُولُوا قَدْ اَخَذْنَٓا اَمْرَنَا مِنْ قَبْلُ وَيَتَوَلَّوْا وَهُمْ فَرِحُونَ ﴿٥٠﴾

50. Ey Resûlüm! Sana bir iyilik (zafer ve ganîmet) isâbet ederse, o münâfıklar mahzun olurlar. Sana bir musîbet isâbet ederse de, ″İyi ki evvelce düşündük de harbe gitmemeyi seçtik″ derler ve mesrur olarak evlerine giderler.

İzah: Ey Resûlüm! Senin bir başarı elde etmen, bir zafer kazanman, münâfık­ların hoşuna gitmez, buna üzülürler. Şâyet savaşta mağlup olmanız veya başarı elde edememeniz gibi bir musîbet dokunacak olsa, münâfıklar bu durum karşı­sında: ″Biz daha önce savaşa katılmayıp Muhammed’den geri kalmakla tedbiri­mizi aldık″ derler. Sizin uğradığınız zarardan dolayı sevinerek sizden uzaklaşıp giderler. İşte Cedd b. Kays vb. münâfıklar bunlardandır.

﴿ قُلْ لَنْ يُص۪يبَنَٓا اِلَّا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَنَاۚ هُوَ مَوْلٰينَاۚ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ ﴿٥١﴾

51. Ey Resûlüm! O münâfıklara de ki: ″Bize ancak Allah’ın yazmış olduğu (takdir ettiği) şey isâbet eder. O, bizim mevlâmızdır (velîmizdir). Mü’minler, Allah’a tevekkül etsinler.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Ebu’ş-Şeyh Mutarrif Hazretleri şöyle buyurmuştur: Kişi bir evin damına çıkıp da kendini aşağıya atarak, ″Bu benim kaderimdir″ diyemez. Ancak bu tehlikelerden korunmalı ve tedbirimizi almalıyız. Şâyet başımıza bir şey gelirse, biliriz ki Allah’u Teâlâ’nın yazdığından başka bir şey başımıza gelmez.[2]

﴿ قُلْ هَلْ تَرَبَّصُونَ بِنَٓا اِلَّٓا اِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِۜ وَنَحْنُ نَتَرَبَّصُ بِكُمْ اَنْ يُص۪يبَكُمُ اللّٰهُ بِعَذَابٍ مِنْ عِنْدِه۪ٓ اَوْ بِاَيْد۪ينَاۘ فَتَرَبَّصُٓوا اِنَّا مَعَكُمْ مُتَرَبِّصُونَ ﴿٥٢﴾

52. Ey Habîbim! Onlara de ki: ″Bizim için iki güzelliğin (yardım ve şehitliğin) birinden başka bir şey mi bekliyorsunuz? Biz de sizin için ya doğrudan doğruya Allah tarafından yahut bizim vâsıtamızla azâba uğramanızı bekleriz. Âkıbeti siz de bekleyin, biz de sizinle beraber bekleyenleriz!″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Kâb b. Ucre Hazretlerinden nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

بَيْنَمَا النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالرَّوْحَاءِ إِذْ هَبَطَ عَلَيْهِ أَعْرَابِيٌّ مِنْ سَرِفٍ فَقَالَ: مَنِ الْقَوْمُ؟ وَأَيْنَ تُرِيدُونَ؟ قِيلَ :بَدْرًا مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَ: مَا لِي أَرَاكُمْ بَذَّةً هَيْئَتُكُمْ، قَلِيلًا سِلَاحُكُمْ؟ قَالُوا: نَنْتَظِرُ إِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِ؛ إِمَّا أَنْ نُقْتَلَ فَالْجَنَّةُ، وَإِمَّا أَنْ نَغْلِبَ فَيَجْمَعَهُمَا اللّٰهُ تَعَالَى لَنَا؛ الظَّفَرَ وَالْجَنَّةَ، قَالَ: أَيْنَ نَبِيُّكُمْ؟ قَالُوا: هَا هُوَ ذَا، فَقَالَ لَهُ: يَا نَبِيَّ اللّٰهِ، لَيْسَتْ لِي مَصْلَحَةٌ، آخُذُ مَصْلَحَتِي ثُمَّ أَلْحَقُ. قَالَ: اذْهَبْ إِلَى أَهْلِكَ، فَخُذْ مَصْلَحَتَكَ. فَخَرَجَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمَ بَدْرٍ، وَخَرَجَ الرَّجُلُ إِلَى أَهْلِهِ، حَتَّى فَرَغَ مِنْ حَاجَتِهِ، ثُمَّ لَحِقَ بِهِمْ بِبَدْرٍ، فَدَخَلَ فِي الصَّفِّ مَعَهُمْ، فَاقْتَتَلَ النَّاسُ، فَكَانَ فِي مَنِ اسْتُشْهِدَ، فَقَامَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بَعْدَ أَنِ انْتَصَرَ، فَمَرَّ بَيْنَ ظَهَرَانَيِ الشُّهَدَاءِ وَمَعَهُ عُمَرُ. فَقَالَ: هَا يَا عُمَرُ، إِنَّكَ تُحِبُّ الْحَدِيثَ، وَإِنَّ لِلشُّهَدَاءِ سَادَةً وَأَشْرَافًا وَمُلُوكًا، وَإِنَّ هَذَا يَا عُمَرُ مِنْهُمْ. (ك عن سعد بن إسحاق بن كعب بن عجرة، عن أبيه، عن جده)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Bedir Savaşı’na giderken, Rahvâ’ya ulaştığında, Serîf’ten[3] bir bedevî geldi: ″Kimsiniz ve nereye gidiyorsunuz?″ diye sordu. ″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte Bedir’e gidiyoruz″ denildi. Bedevî: ″Bakıyorum da, durumunuz kötü ve sayınız da az″ dedi. Müslümanlar: ″Biz iki güzellikten birini umuyoruz, ya öldürülür Cennete gireriz. Yahut düşmanı yener ve her ikisine; hem zafere, hem Cennete nâil oluruz″ karşılığını verdiler. Bedevî: ″Peygamberiniz nerede?″ diye sordu. Müslümanlar: ″İşte o″ karşılığını verdiler. Bedevî: ″Ey Allah’ın Peygamberi! Yanımda gerekli teçhizat yok, gidip gerekli olan şeyleri alayım ve sana katılayım″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evine git ve gerekli hazırlığını yap, ihtiyaçlarını gör″ buyurdu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Bedir’e doğru giderken, Bedevî’de ailesinin yanına gitti. İhtiyaçlarını karşıladıktan sonra da Bedir’e gelip Müslümanlara katıldı. Müşriklerle savaşırken de şehit düşenlerden biri oldu. Savaş sonrası zafer elde edildikten sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ömer ile birlikte şehit düşenlere bakmaya gitti. Bedevî’nin yanına vardığında: ″İşte Yâ Ömer! Sen ki, konuşmayı seversin. Bil ki, şehitlerinde efendileri, ileri gelenleri ve kralları vardır. Yâ Ömer! Bu da, bunlardan biridir″ buyurdu.[4]

﴿ قُلْ اَنْفِقُوا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا لَنْ يُتَقَبَّلَ مِنْكُمْۜ اِنَّكُمْ كُنْتُمْ قَوْمًا فَاسِق۪ينَ ﴿٥٣﴾ وَمَا مَنَعَهُمْ اَنْ تُقْبَلَ مِنْهُمْ نَفَقَاتُهُمْ اِلَّٓا اَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّٰهِ وَبِرَسُولِه۪ وَلَا يَأْتُونَ الصَّلٰوةَ اِلَّا وَهُمْ كُسَالٰى وَلَا يُنْفِقُونَ اِلَّا وَهُمْ كَارِهُونَ ﴿٥٤﴾

53-54. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″İster gönül rızâsı ile ister gönülsüz olarak infak edin. Bu, sizden aslâ kabul olunmaz. Çünkü siz fâsık bir topluluksunuz.″* Onların infakının kabulüne mâni olan şey, ancak Allah ile Resûlünü inkâr etmeleri, namaza tembel tembel kalkmaları ve gönülsüz olarak infak etmeleridir.

İzah: Kâfir ve münâfıklar, ister gönül rızâsı ile ister gönülsüz olarak mallarından infak etsinler, âhirette bu iyi amelleri onlardan kesinlikle kabul edilmeyecek ve onlara hiçbir fayda da sağlamayacaktır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

إِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ مُؤْمِنًا حَسَنَةً يُعْطَى بِهَا فِي الدُّنْيَا وَيُجْزَى بِهَا فِي الْآخِرَةِ وَأَمَّا الْكَافِرُ فَيُطْعَمُ بِحَسَنَاتِ مَا عَمِلَ بِهَا لِلّٰهِ فِي الدُّنْيَا حَتَّى إِذَا أَفْضَى إِلَى الْآخِرَةِ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَةٌ يُجْزَى بِهَا (م عن انس)

″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, hiçbir Mü’mine bir iyiliğinde dahi haksızlık etmez. Dünyâda da onun karşılığı ona verilir. Âhirette de ondan dolayı ona mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyâda Allah için yap­mış olduğu iyilikler karşılığında ona yemek yedirilir, ihsanda bulunulur. Nihâyet âhirete gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur.″[5]

Ayrıca Âyet-i Kerîme’de münâfıkların bir özelliğinin de namaza tembel oldukları zikredilmektedir. Bu husus Sûre-i Nisâ, Âyet 142’de de şöyle geçmektedir:

″Şüphesiz münâfıklar, Allah’u Teâlâ‘yı aldatmak isterler. Halbuki Allah’u Teâlâ onları aldatır. Münâfıklar, namaza tembel olurlar, namazı insanlara gösteriş için kılarlar ve Allah’u Teâlâ‘yı da çok az zikrederler.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

تِلْكَ صَلَاةُ الْمُنَافِقِ يَجْلِسُ يَرْقُبُ الشَّمْسَ حَتَّى إِذَا كَانَتْ بَيْنَ قَرْنَيْ الشَّيْطَانِ قَامَ فَنَقَرَهَا أَرْبَعًا لَا يَذْكُرُ اللّٰهَ فِيهَا إِلَّا قَلِيلًا (م ن ت حم عن انس بن مالك)

″İşte münâfık namazı; oturur, güneşi gözetler, güneş, şeytanın iki boynuzu arasında olduğu zaman (güneş batmaya yaklaştığında), kalkar namazı kuşun gagalaması gibi süratle dört rek’at kılar. Kıldığı bu namaz içerisinde Allah’u Teâlâ’yı da çok az zikreder.″[6]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ da, münâfıkların bu özelliği hakkında şöyle buyurmuştur: ″Böyle bir kimse cemaat arasında bulunursa na­maz kılar, tek başına kalırsa namaz kılmaz. Böyle bir kişi, namaz dolayısıy­la bir mükâfat ummayan, onu terk etmekten ötürü de bir cezâ göreceğinden korkmayan bir kimsedir. Münâfıklık, kaçınılmaz olarak kişiyi ibâdette tembel­liğe götürür.″

﴿ فَلَا تُعْجِبْكَ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْۜ اِنَّمَا يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ بِهَا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ اَنْفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ ﴿٥٥﴾

55. Ey Resûlüm! O münâfıkların malları ve evlatları seni hayrete düşürmesin! Allah’u Teâlâ, bunlar sebebiyle dünyâ hayatında onlara azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını diler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Resûlüm! O münâfıkların malları ve evlatları seni hayrete düşürmesin!″ diye geçen ifade, sen o münâfıkların mallarının ve evlatlarının çokluğuna taaccüp etme, demektir. Yani, bunların îman etmemesine sebep olan onların malları, evlatları ve huzurlu aile ortamı idi. Bu ortamın bozulmaması için o münâfıklar, güçlü olan müşrik beylerinin yanında olmayı tercih ettiler. Allah’u Teâlâ da dünyâ ve âhirette, işte bu nedenlerden dolayı onlara azap edeceğini beyan etmiştir.

﴿ وَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ اِنَّهُمْ لَمِنْكُمْۜ وَمَا هُمْ مِنْكُمْ وَلٰكِنَّهُمْ قَوْمٌ يَفْرَقُونَ ﴿٥٦﴾

56. O münâfıklar, sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Halbuki sizden değildirler. Fakat onlar, korkudan ödleri patlayan bir topluluktur.

İzah: Yukarıdaki Sûre-i Tevbe, Âyet 55’te münâfıkların, müşrikler güçlü olduğu zaman mallarını ve evlatlarını emniyet altına alabilmek için müşriklerin yanında yer aldıkları beyan edilmiştir. Bu Âyet-i Kerîme’de ise, Müslümanların güçlü oldukları dönemde de; Müslümanların yanında yer alarak îman etmedikleri halde, yine aynı kaygılarla Müslüman olduklarını iddia etmişlerdir.

﴿ لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَـًٔا اَوْ مَغَارَاتٍ اَوْ مُدَّخَلًا لَوَلَّوْا اِلَيْهِ وَهُمْ يَجْمَحُونَ ﴿٥٧﴾

57. O münâfıklar, sığınacak bir mekân veya saklanacak mağaralar yahut yer altında girecek bir delik bulsalardı, oraya gitmek için koşarak sizden ayrılırlardı.

İzah: Münâfıklar, saklanacak ve korunacak hiçbir çareleri olmadığı için Müslümanların güçlü olduğu dönemlerde; kalben îman etmedikleri halde, dilde Müslümanım diyerek Müslümanların içinde yer almak zorunda kalmışlardır. Nitekim Uhud ve Hendek Savaşları’nda münâfıklar, müşriklerin üstün olarak göründüğü bu dönemlerde, tekrar müşriklerin saflarına geçmişlerdir. Sonradan Müslümanlar müşriklere karşı üstünlüğü tekrar ele geçirdiğinde de, bu sefer biz de Müslümanız, diyerek Müslümanların yanında yer almışlardır.

﴿ وَمِنْهُمْ مَنْ يَلْمِزُكَ فِي الصَّدَقَاتِۚ فَاِنْ اُعْطُوا مِنْهَا رَضُوا وَاِنْ لَمْ يُعْطَوْا مِنْهَٓا اِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ ﴿٥٨﴾

58. Ey Resûlüm! O münâfıkların bir kısmı, sadakaların (ganimetlerin) taksimi hakkında sana dil uzatırlar (adâletsizlikle ithama kalkışırlar). Onlara sadakalardan bir pay verilirse râzı olurlar. Bir şey verilmezse hemen kızarlar.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, özellikle Zulhüveysire adındaki münâfık hakkında nâzil olmuştur. Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu, bu olayı şöyle nakleder:

بَيْنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقْسِمُ قِسْمًا إِذْ جَاءَهُ ابْنُ ذِي الْخُوَيْصِرَةِ التَّمِيمِيُّ فَقَالَ اعْدِلْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَقَالَ وَيْلَكَ وَمَنْ يَعْدِلُ إِذَا لَمْ أَعْدِلْ (م حم عن ابى سعيد)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem malları (Huneyn ganîmetlerini) paylaştırırken, müellefe-i kulûba (kalbi İslâm’a yönelecek kişilere) kalplerini İslâm’a ısındırmak için fazla pay ayırmıştı. (Hâ­rici asıllı olan) Temimli Zulhüveysire, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına geldi. Bu adam: ″Yâ Resûlallah! Adâletli ol″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yazıklar olsun sana, ben âdil olmazsam kim âdil olur!″ diye buyurdu.[7] Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre:

فَقَالَ عُمَرُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ دَعْنِي يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَأَقْتُلَ هَذَا الْمُنَافِقَ فَقَالَ مَعَاذَ اللّٰهِ أَنْ يَتَحَدَّثَ النَّاسُ أَنِّي أَقْتُلُ أَصْحَابِي إِنَّ هَذَا وَأَصْحَابَهُ يَقْرَءُونَ الْقُرْآنَ لَا يُجَاوِزُ حَنَاجِرَهُمْ يَمْرُقُونَ مِنْهُ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الرَّمِيَّةِ (م حم عن جابر بن عبد اللّٰهِ)

Bunun üzerine Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Müsaade et, şu münâfığı öldüreyim″ deyince, Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″İnsanların arkadaşlarımı öldürttüğümden söz etmelerin­den Allah’a sığınırım. Şüphesiz ki, bu ve onun arkadaşları Kur’ân okurlar, ama Kur’ân onların boğazlarından aşağıya inmez. Onlar, okun yaydan çıktığı gibi ondan sıyrılıp çıkarlar.″[8]

﴿ وَلَوْ اَنَّهُمْ رَضُوا مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ سَيُؤْت۪ينَا اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ وَرَسُولُهُٓۙ اِنَّٓا اِلَى اللّٰهِ رَاغِبُونَ۟ ﴿٥٩﴾

59. Eğer onlar, Allah ile Resûlünün verdiği şeylere râzı olsalar ve ″Allah bize yeter. İleride Allah’u Teâlâ, lütfundan bize ihsan eder ve Resûlü de bize bu ihsanı ulaştırır. Biz, Allah’ın ihsanını arzu ederiz!″ deselerdi, kendileri için daha hayırlı olurdu.

﴿ وَمِنْهُمُ الَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ النَّبِيَّ وَيَقُولُونَ هُوَ اُذُنٌۜ قُلْ اُذُنُ خَيْرٍ لَكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِن۪ينَ وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۜ وَالَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٦١﴾

61. O münâfıklardan öyleleri vardır ki, Peygamberi rencide ederler ve onun için, ″O, her söyleneni dinleyen bir kulaktır″ derler. Ey Resûlüm! De ki: ″O, sizin için hayır olanı işiten bir kulaktır; Allah’a îman eder, Mü’minleri tasdik eder ve sizden îman edenler için bir rahmet­tir. Resûlullah’ı rencide edenler için elim bir azap vardır.″

İzah: Nakledildiğine göre, münâfıklardan bir topluluk, aralarında konuşurlarken Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e münasebetsiz sözlerde bulunmuşlardı. İçlerinden biri: ″Yapmayın, korkulur ki bu sözümüzü işitir, sonra hakkımızda iyi olmaz″ dedi. Cülas b. Süveydi: ″Biz dilediğimizi söyleriz. Sonra ona gider, söylediklerimizi inkâr ederiz. Bir de yemin ettik mi, yemine inanır, sözümüzü doğru zanneder. Şu halde o, herkesi dinleyen bir kulaktır; her söyleneni dinler ve inanır″ diye söyleyince de bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.

﴿ يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ لَكُمْ لِيُرْضُوكُمْۚ وَاللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَحَقُّ اَنْ يُرْضُوهُ اِنْ كَانُوا مُؤْمِن۪ينَ ﴿٦٢﴾ اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّهُ مَنْ يُحَادِدِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَاَنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدًا ف۪يهَاۜ ذٰلِكَ الْخِزْيُ الْعَظ۪يمُ ﴿٦٣﴾

62-63. Ey Mü’minler! Münâfıklar sizi râzı etmek için Allah’a yemin ederler. Eğer Mü’min iseler, asıl râzı edilmesi en gerekli olan Allah ve Resûlüdür!* Bilmezler mi ki, şüphesiz her kim Allah’a ve Resûlüne muhalefet ederse, elbette onun için, içinde ebedî olarak kalacağı Cehennem ateşi vardır. İşte bu, büyük bir zillettir.

﴿ يَحْذَرُ الْمُنَافِقُونَ اَنْ تُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ سُورَةٌ تُنَبِّئُهُمْ بِمَا ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ قُلِ اسْتَهْزِؤُ۫اۚ اِنَّ اللّٰهَ مُخْرِجٌ مَا تَحْذَرُونَ ﴿٦٤﴾

64. Münâfıklar, kalplerinde gizlediklerini haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler (bu çekincelerini de alay yoluyla birbirlerine söylerler). Ey Resûlüm! De ki: ″Alay edin bakalım! Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, çekindiğiniz şeyi açığa çıkaracaktır.″

İzah: Münâfıklar kendi aralarında Müslümanlar aleyhine konuşur sonra da, ″Umulur ki Allah, bu söylediğimiz gizli sözleri açığa çıkar­maz″ derlerdi. Allah’u Teâlâ onların konuştuklarını açığa çıkararak, kendilerini rezil, rüsvay etmiştir. Bu hususta Katâde Hazretleri diyor ki: ″Bu sûrenin diğer bir adı da rüsvay eden anlamına ge­len ″Fâdıha″dır. Çünkü bu sûrede, münâfıkların rüsvay edildiği bildirilmektedir.″

﴿ وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ لَيَقُولُنَّ اِنَّمَا كُنَّا نَخُوضُ وَنَلْعَبُۜ قُلْ اَبِاللّٰهِ وَاٰيَاتِه۪ وَرَسُولِه۪ كُنْتُمْ تَسْتَهْزِؤُ۫نَ ﴿٦٥﴾

65. Yemin olsun ki, sen onlara niçin alay ettiklerini sorarsan, ″Vâllâhi! Biz, ancak lâfa dalmış şakalaşıyorduk″ derler. Ey Habîbim! De ki: ″Allah ile, âyetleriyle ve Resûlü ile mi alay ediyorsunuz?″

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen bu olay, Tebuk Seferi’nde meydana gelmiştir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu sefere giderken, münâfıklardan bir süvâri müfrezesi önde gidiyordu. Kendi aralarında hem Allah’ın âyetleri, hem de Resûlü ile alay ediyor ve şöyle diyorlardı:

- Bu adam, Rumların Şam’da bulunan köşklerini ve kalelerini fethedeceğini mi zannediyor, bu mümkün mü?

Allah’u Teâlâ, onların bu konuşmalarını Resûlüne bildirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

- Şu müfrezeyi durdurun, buyurdu ve yanlarına giderek konuştuklarının hepsini kendilerine söyledi. Onlar da:

- Yâ Resûlallah! Hayır, vallâhi! Ne senin, ne de Ashâbının hakkında bir şey söylemedik. Yolu kısaltmak için söze dalmış, şakalaşıyorduk, demişlerdi.

﴿ لَا تَعْتَذِرُوا قَدْ كَفَرْتُمْ بَعْدَ ا۪يمَانِكُمْۜ اِنْ نَعْفُ عَنْ طَٓائِفَةٍ مِنْكُمْ نُعَذِّبْ طَٓائِفَةً بِاَنَّهُمْ كَانُوا مُجْرِم۪ينَ۟ ﴿٦٦﴾

66. Özür beyan etmeyin. Çünkü siz, îman ettikten sonra kâfir oldunuz. Sizden tevbe eden bir taifeyi affetsek de, suçlarında ısrar ettiklerinden dolayı diğer bir taifeye azap edeceğiz.

﴿ اَلْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍۢ يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ اَيْدِيَهُمْۜ نَسُوا اللّٰهَ فَنَسِيَهُمْۜ اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ ﴿٦٧﴾

67. Münâfık erkeklerle münâfık kadınlar, birbirlerine benzerler. Onlar kötülüğü emredip iyilikten nehyederler ve şiddetli cimriliği seçerler. Onlar, Allah’ı unuttular (O’na taati terk ettiler); Allah’u Teâlâ da onları unuttu (lütfundan mahrum bıraktı). Şüphesiz ki münâfıklar, fâsıkların (kâfirlerin) ta kendileridir.

﴿ وَعَدَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْكُفَّارَ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ هِيَ حَسْبُهُمْۚ وَلَعَنَهُمُ اللّٰهُۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ مُق۪يمٌۙ ﴿٦٨﴾

68. Allah’u Teâlâ, münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara ve kâfirlere Cehennem ateşini vaad etti. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu onlara yeter. Al­lah’u Teâlâ, onlara lânet etmiştir. Onlar için devamlı bir azap vardır.

﴿ كَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ كَانُٓوا اَشَدَّ مِنْكُمْ قُوَّةً وَاَكْثَرَ اَمْوَالًا وَاَوْلَادًاۜ فَاسْتَمْتَعُوا بِخَلَاقِهِمْ فَاسْتَمْتَعْتُمْ بِخَلَاقِكُمْ كَمَا اسْتَمْتَعَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ بِخَلَاقِهِمْ وَخُضْتُمْ كَالَّذ۪ي خَاضُواۜ اُو۬لٰٓئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿٦٩﴾

69. Ey münâfıklar! Siz de sizden öncekiler gibisiniz. Onlar, sizden daha kuvvetliydiler, mallar ve evlatlar bakımından daha çoktular. Onlar dünyâdaki nasipleri ile faydalandılar. Sizden öncekiler nasıl nasipleriyle faydalandılarsa, siz de dünyâdaki nasiplerinizle öyle faydalandınız. Onların bâtıla daldığı gibi siz de daldınız. Onların amelleri, dünyâda ve âhirette bâtıl oldu. İşte hüsrâna uğrayanlar onlardır.

﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْۜ وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ ﴿٧٣﴾

73. Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihat et ve onlara karşı sert ve şiddetli ol. Onların varacağı yer Cehennemdir. Orası, ne kötü bir dönüş yeridir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Hz. Ali Kerremallâhu veche şöyle buyurmuştur:

بُعِثَ رَسُول اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِأَرْبَعَةِ أَسْيَاف: سَيْف لِلْمُشْرِكِينَ: {فَإِذَا انْسَلَخَ الأشْهُرُ الْحُرُمُ فَاقْتُلُوا الْمُشْرِكِينَ} وَسَيْف لِكُفَّارِ أَهْل الْكِتَاب: {قَاتِلُوا الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ} وَسَيْف لِلْمُنَافِقِينَ: {جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ} وَسَيْف لِلْبُغَاةِ: {فَقَاتِلُوا الَّتِي تَبْغِي حَتَّى تَفِيءَ إِلَى أَمْرِ اللّٰهِ} (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن على)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem dört kılıçla gönderilmiştir: Birinci kılıç, müşrikler için: ″Haram aylar (emniyetle gezmeleri için müşriklere müsaade olunan dört ay) tamam olursa, antlaşmalarını bozan müşrikleri her nerede bulursanız öldürün...″[9] diye devam eden âyettir. İkinci kılıç, İslâmiyeti kabul etmeyen Ehl-i Kitap için: ″Ey Mü’minler! Ehl-i Kitap’tan, Allah’a ve âhiret gününe îman etmeyen, Allah ve Resûlünün haram kıldığı şeyleri haram tanımayan ve hak din İslâm’ı din edinmeyen kimselerle, onlar zelil olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın″[10] mealindeki âyettir. Üçüncü kılıç, münâfıklar için: ″Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihat et ve onlara karşı sert ve şiddetli ol…″[11] diye devam eden âyettir. Dördüncü kılıç, âsiler için: ″Mü’minlerden iki taife birbiriyle savaşırlarsa, aralarını düzeltin. Bunlardan biri diğerine karşı haddi aşarsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar, haddi aşan tarafa karşı savaşın…″[12] diye devam eden âyettir.[13]

İslâm Dîni, barış ve huzur dînidir. Hiçbir zaman savaşı isteyen ve fitneyi çıkaran bir din olmamıştır. İslâm, ancak dîne ve Müslümanlara karşı, kâfirler ve münâfıklar tarafından bir saldırı ve tehdit söz konusu olursa, ancak o zaman savaşı emretmektedir. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

اَلْفِتْنَةُ نَائِمَةٌ لَعَنَ اللّٰهُ مَنْ أَيْقَظَهَا (الرافعي عن أنس(

″Fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah’u Teâlâ lânet etsin!″[14] diye buyurmuştur.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

أَيُّهَا النَّاسُ لَا تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ وَاسْأَلُوا اللّٰهَ الْعَافِيَةَ فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلَالِ السُّيُوفِ ... (خ م عن بن ابى اوفى)

″Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin! Allah’tan afiyet (rahatlık, huzur, saadet) isteyin. Fakat düşman da karşınıza çıkarsa, o zaman da sebât-ı kadem edin (sağlam durup düşmandan kaçmayın) ve bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır.″[15]

Yukarıdaki Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lere bakıldığı zaman, savaşın arzu edilmemesi, ancak savaş durumunda kesinlikle savaştan geri durulmaması gerektiği emredilmektedir. Nitekim Tebuk Seferi’nden önce, Hristiyan olan Rumların, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i tehdit ederek savaş için haber göndermeleri üzerine, onlarla savaşılması için Sûre-i Tevbe, Âyet 29 nâzil olmuştu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz otuz bin kişilik bir ordu ile Şam yakınlarındaki Tebuk’a kadar gitmişti. Kâfir ordusu Müslümanlardan korkup karşılarına çıkmayınca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem orada yirmi gün beklemiş ve her hangi bir tehdit unsuru olmadığını görünce, savaşmadan geri dönmüştü.

Âyetlerde kâfirlere karşı savaşılması emredilmektedir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ancak İslâm’a bir tehdit oluştuğu zaman düşmanla savaşmıştır. Tebuk’ta olduğu gibi tehdit ortadan kalkınca savaşmamıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, eğer bu âyetlerden kâfirlerle her zaman savaşılması gerektiği kesin bir hüküm olsaydı, Peygamberimizin Tebuk’ta geri dönmemesi ve onları bulup mutlaka savaşması gerekirdi.

Savaş durumu olmadığı zamanlarda, yine münâfıklarla dil ile cihadı devam ettirmek gerekir. Çünkü bir münâfık, Müslümanlara karşı dâimâ bir tehdittir. Kâfirin veremeyeceği zarardan daha fazlasını, bir münâfık verir. Çünkü kâfir, bir Müslümanın itikâdını bozamaz. Fakat münâfıklar, sürekli olarak Müslümanların itikâdını bozacak şekilde hareket ederler. Bu yüzden münâfıklara karşı şiddetle İslâm’ı savunmak, âyetten ve sünnetten deliller getirerek, onların iddialarını ve bâtıl sözlerini boşa çıkarmak gerekir.

Nitekim tarih boyunca münâfıklar tarafından, bütün Müslümanlar çok büyük zarar görmüşlerdir. Bunlara, ″Niçin fesat çıkarıyorsunuz?″ denildiği zaman da, ″Biz ıslah edicileriz″[16] demişlerdir.

Birçok olayda olduğu gibi, Hz. Osman Efendimizin şehit edilmesine sebep, Hakem İbn-i Ebi’l-As isminde bir münâfık idi.[17] Bu münâfık, ortalığı karıştırıp Müslümanların birbirine düşmesine sebep olmuş ve bunun sonunda Hz. Ali ve Hz. Muâviye arasında ki Sıffin Savaşı meydana gelmiştir. Bu savaşta, nakledildiğine göre, her iki taraftan şehit olanların sayısı otuz altı bine ulaşmıştır.

Tarih boyunca da fitne ve fesat çıkaranlar hep münâfıklar olmuştur. Sonuç olarak Müslümanlar, bu fitneler dolayısıyla öldürülmüş, göç etmek zorunda bırakılmış ve büyük zulümlere uğramışlardır.

Yine münâfıklar hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَقُولُوا لِلْمُنَافِقِ سَيِّدٌ فَإِنَّهُ إِنْ يَكُ سَيِّدًا فَقَدْ أَسْخَطْتُمْ رَبَّكُمْ عَزَّ وَجَلَّ (د عن بريدة(

″Münâfığa, efendidemeyin. Eğer o efendi olursa, muhakkak Rabbinizi gazaplandırırsınız.″[18]

﴿ يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ مَا قَالُواۜ وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُواۚ وَمَا نَقَمُٓوا اِلَّٓا اَنْ اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِه۪ۚ فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْرًا لَهُمْۚ وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَابًا اَل۪يمًا فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَمَا لَهُمْ فِي الْاَرْضِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ ﴿٧٤﴾

74. Münâfıklar, senin hakkında bir şey söylemediklerine dair Allah’a yemin ederler. Halbuki onlar, kâfirliğe götüren sözü söylediler. Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir oldular. Onlar, ulaşılması ve meydana gelmesi mümkün olmayan şeye (Resûlü Ekrem’i öldürmeye) kastettiler. Onların intikama kalkışmaları, sırf Allah ve Resûlünün, Allah’ın lütfuyla kendilerini zenginleştirmesinden dolayıdır. Eğer onlar tevbe ederlerse, kendileri için hayırlı olur. Eğer yüz çevirirlerse, Allah’u Teâlâ onlara dünyâda ve âhirette elim bir azap ile azap eder. Onlar için yeryüzünde (Allah’ın azâbından kurtaracak) velî ve yardımcı yoktur.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nim nüzul sebebine dair şu hâdise nakledilmiştir:

Cülas b. Süveyd: ″Eğer Muhammed’in Medîne’de bıraktığımız dostlarımız hakkında söyledikleri doğru ise, bizler eşeklerden daha kötüyüz″ dedi. Bunu duyan Âmir b. Kays: ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem elbette doğru. Siz eşeklerden daha alçaksınız″ diye cevap vermişti. Bu zât, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Medîne’ye dönünce durumu haber verdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem her ikisini de huzuruna çağırdı. Cülas: ″Vallâhi! Ben bu sözleri söylemedim, bana iftira ediyor″ diye yemin etti. Bunun üzerine Âmir de, onun bu sözleri söylediğine ve iftira etmediğine dair yemin ettikten sonra ellerini kaldırdı ve ″Ya Rabbi! Peygamberine doğru söyleyeni tasdik ve yalan söyleyenin de yalancılığını ortaya çıkaracak âyet gönder″ diye duâ etti. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Münâfıklar, senin hakkında bir şey söylemediklerine dair Allah’a yemin ederler…″ diye devam eden Sûre-i Tevbe, Âyet 74 nâzil oldu. Bu olaydan sonra Cülas’ın: ″Allah’u Teâlâ bu âyette tevbeyi de beyan buyuruyor. Ben hakikaten yalan söylemiştim″ diyerek tevbe ettiği ve tevbesinde de sâdık kaldığı rivâyet edilmiştir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Onlar, ulaşılması ve meydana gelmesi mümkün olmayan şeye (Resûlü Ekrem’i öldürmeye) kastettiler″ diye buyrulmaktadır. Burada kastedilen, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hakkındaki suikastlarıdır. Nitekim muvaffak olamayıp rezil, rüsvay olmuşlardır. Çünkü Allah’u Teâlâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i koruyacağını Sûre-i Mâide, Âyet 67’de vaad buyurmuştu. Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:

كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُحْرَسُ حَتَّى نَزَلَتْ هَذِهِ الْآيَةَ {وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ} فَأَخْرَجَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَأْسَهُ مِنَ الْقُبَّةِ فَقَالَ لَهُمْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ انْصَرِفُوا فَقَدْ عَصَمَنِي اللّٰهُ (ت عن عائشة)

Sûre-i Mâide, Âyet 67 gelmeden önce, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Sahâbe tarafından korunuyordu. ″Allah’u Teâlâ, seni insanlardan korur″ diye buyrulan bu âyet inince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem o anda içinde bulunduğu çadırdan başını dışarı çıkararak kapısını bekleyen Ashâbına hitâben, ″Ey insanlar! yanımdan dağılın. Artık Allah’u Teâlâ beni koruyor″ buyurdu.[19]

İşte Allah’u Teâlâ’nın: ″Onlar, ulaşılması ve meydana gelmesi mümkün olmayan şeye (Resûlü Ekrem’i öldürmeye) kastettiler″ diye buyurması bundan dolayıdır. Çünkü Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in koruyucusu bizzat Allah’u Teâlâ idi.

Münâfıkların bu suikastlarına dair olan hâdise şöyle anlatılmıştır:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Tebuk Gazvesi’nden dönerken on beş münafık, geceleyin yolda pusu kurarak Resûlu Ekrem’i uçurumdan düşürmek kastıyla suikastta bulunmak istemişti. Fakat bu suikastlarını tam gerçekleştirecekleri sırada, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında bulunan Huzeyfet’ul-Yeman Radiyallâhu anhu, o hâinlerin bu vaziyetini anlamış ve ″Ey Allah’ın düşmanları! Çekilin″ diye bağırması üzerine dağılmışlar ve suikastı gerçekleştiremeyip rezil, rüsvay olarak kaçmaya mecbur kalmışlardır.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Onların intikama kalkışmaları, sırf Allah ve Resûlünün, Allah’ın lütfuyla kendilerini zenginleştirmesinden dolayıdır″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat da şudur: Onların, Resûlü Ekrem’e karşı çıkmaları, ancak Allah’ın ve Resûlünün, kendilerini birleştirip kaynaştırmak sûretiyle zengin etmesindendir. Onlar, Allah’ın lütfuyla ganîmetlerden pay alarak zengin olmuşlar, buna rağmen bu nîmetlere nankörlük ederek İslâm’a ve Müslümanlara karşı bâzen açıktan bâzen gizlice düşmanlık etmişlerdir.

﴿ وَمِنْهُمْ مَنْ عَاهَدَ اللّٰهَ لَئِنْ اٰتٰينَا مِنْ فَضْلِه۪ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿٧٥﴾ فَلَمَّٓا اٰتٰيهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ بَخِلُوا بِه۪ وَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ ﴿٧٦﴾ فَاَعْقَبَهُمْ نِفَاقًا ف۪ي قُلُوبِهِمْ اِلٰى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ بِمَٓا اَخْلَفُوا اللّٰهَ مَا وَعَدُوهُ وَبِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ ﴿٧٧﴾

75-77. O münâfıklardan bir kısmı da, ″Yemin olsun ki, eğer Allah bize lütfundan ihsan ederse, biz de muhakkak tasadduk eder ve mutlaka salihlerden oluruz″ diye Allah’a söz verdiler.* Fakat Allah’u Teâlâ, lütfundan onlara ihsan edince, onda cimrilik edip (Allah’ın taatinden) yüz çevirdiler. Onların âdeti zâten yüz çevirmektir.* Vaadlerinde durmamaları ve yalan söylemeleri sebebiyle Allah’u Teâlâ da, kendisine kavuşacakları güne kadar onların kalplerine nifak koydu.

İzah: Dahhâk Hazretleri der ki: Bu âyetler, münâfıklardan Nebtel b. el-Hâris, el-Cedd b. Kays ve Muattib b. Kuşeyr gibi birtakım kimseler hakkında nâzil olmuştur.

Münâfıkların özelliklerine dair Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثَةٌ اِذَا نَطَقَ كَذَبَ اِذَا وَعَدَ اَخْلَفَ وَ اِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ (خ م عن ابى هريرة)

″Münâfıkların alâmeti üçtür. Konuşur yalan söyler. Vaad eder, vaadinde durmaz. Emânet verirsin, hıyânet eder.″[20]

﴿ اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِۚ ﴿٧٨﴾

78. Bilmezler mi ki, içlerinde gizlediklerini ve birbirlerine gizli olarak söylediklerini Allah’u Teâlâ muhakkak bilir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, gaybleri çok iyi bilir (kendisine hiçbir şey gizli olmaz).

﴿ اَلَّذ۪ينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّع۪ينَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ فِي الصَّدَقَاتِ وَالَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ اِلَّا جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْۜ سَخِرَ اللّٰهُ مِنْهُمْۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٧٩﴾ اِسْتَغْفِرْ لَهُمْ اَوْ لَا تَسْتَغْفِرْ لَهُمْۜ اِنْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ سَبْع۪ينَ مَرَّةً فَلَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَهُمْۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ۟ ﴿٨٠﴾

79-80. Mü’minlerden zengin olup nâfile olarak çok sadaka veren-leri, fakir olup tâkatları derecesinde az sadaka verenleri ayıplayanları ve onlarla alay edenleri, Allah’u Teâlâ maskaraya çevirir. Onlar için elim bir azap da vardır.* Ey Resûlüm! Onlar için ister Allah’tan af dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere Allah’tan af dilesen de Allah’u Teâlâ onları aslâ bağışlamaz. Allah’u Teâlâ’nın onları bağışlamamasının sebebi, Allah’ı ve Resûlünü inkâr etmeleridir. Allah’u Teâlâ, fâsıklar topluluğuna hidâyet etmez.

İzah: Bu âyetlerin nüzul sebebini İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle anlatmaktadır:

Bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem insanla­rın yanına geldi ve ″Sadakalarınızı buraya toplayın″ diye nidâ etti. Bunun üze­rine insanlar, sadakalarını getirip bir araya topladılar. Kureyş kabilesinin Zühre-oğullarından Abdurrahman b. Avf Radiyallâhu anhu dört bin dirhem getirerek, ″Benim sekiz bin dirhemim vardı. Bunlardan dört binini Allah için veriyorum. Diğer dört binini ise kendime bırakıyorum″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

بَارَكَ اللّٰهُ لَكَ فِيمَا أَمْسَكْتَ وَفِيمَا أَعْطَيْتَ.

″Allah’u Teâlâ, verdiğini de kendine bıraktığını da mübârek kılsın″ diye duâ etti. Sonra bu zâtın, serveti çok fazla artmış, hattâ vefâtı zamanında iki eşine isâbet eden mîras payı yüz doksan bin dirhemi bulmuştu.

Yine Sahâbîden Ebû Heyseme el-Ensârî Radiyallâhu anhu, kendisi muhtaç olduğu halde bir ölçek hurma getirerek, ″Yâ Resûlallah! Bu gece bir zâtın hurmalığını suladım. Karşılığında iki sa’ hurma kazandım. Birini geride bırak­tım, diğerini sadaka olarak getirdim″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bu hurmayı da diğer sadakaların içine saçtı. Bu durum, münâfıkların hoşuna gitmedi ve dediler ki: ″Abdurrahman bu sadakayı sırf riyâ ve gösteriş için yaptı. Ebû Heyseme’nin bir sa’ hurmasından Allah ve Resûlü daha zengindir″ diyerek alay ettiler.

İşte bu olaylar üzerine Allah’u Teâlâ bu âyetleri indirdi.

﴿ فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلَافَ رَسُولِ اللّٰهِ وَكَرِهُٓوا اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِي الْحَرِّۜ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ اَشَدُّ حَرًّاۜ لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ ﴿٨١﴾ فَلْيَضْحَكُوا قَل۪يلًا وَلْيَبْكُوا كَث۪يرًاۚ جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ ﴿٨٢﴾

81-82. Cihattan geri kalan münâfıklar, Resûlullah’a muhalefet ederek yerlerinde kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat etmekten hoşlanmadılar ve birbirlerine, ″Bu sıcakta cihada gitmeyin″ dediler. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Cehennemin ateşi daha sıcaktır.″ Keşke anlasalardı!* Kazandıklarının cezâsı olarak artık (dünyâda) az gülsünler, (âhirette) çok ağlasınlar!

İzah: Bu âyetler, Tebuk Seferi’nde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e katılmayıp geri kalan ve bu hallerine sevinen münâfıkların durumunu anlatmaktadır. Münâfıklar, havanın çok sıcak oluşunu bahane edip: ″Bu sıcakta savaşa çıkmayın″ diyerek diğer insanları da bu seferden alıkoymaya çalışmışlardı. Bu sefer hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Tevbe, Âyet 38-39 ve izahına bakınız.

Cehennemdeki ateş ile ilgili Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أُوقِدَ عَلَى النَّارِ أَلْفَ سَنَةٍ حَتَّى احْمَرَّتْ ثُمَّ أُوقِدَ عَلَيْهَا أَلْفَ سَنَةٍ حَتَّى ابْيَضَّتْ ثُمَّ أُوقِدَ عَلَيْهَا أَلْفَ سَنَةٍ حَتَّى اسْوَدَّتْ فَهِيَ سَوْدَاءُ مُظْلِمَةٌ (ت عن ابى هريرة)

″Ateş, bin sene yakılmış ve nihâyet kızarmış. Sonra bin sene daha yakılmış nihâyet beyazlaşmış. Sonra bin sene daha yakılmış siyahlaşmış. O, zifiri karanlık gece gibi simsiyahtır.″[21]

Yine münâfıklarla ilgili olarak Âyet-i Kerîme’de: ″Kazandıklarının cezâsı olarak artık (dünyâda) az gülsünler, (âhirette) çok ağlasınlar!″ diye buyrulmaktadır. Yani o münâfıklar, bu dünyânın geçici hayatında gülsünler. Zîrâ bu gülüş, bu zevk ve sefâ, netice itibariyle bitmeye, yok olmaya mahkûmdur. Bu gülüş, bu se­beple az bir gülüştür, süresi az olan bir zevktir. Bunlar çok ağlasınlar. Zîrâ yap­tıkları küfür ve nifakın cezâsı olarak Cehennemde yanacaklardır. Çokça ağlayacaklar, ebediyyen ağlayacaklardır, demektir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَهْلَ النَّارِ إِذَا دَخَلُوا النَّارَ بَكَوُا الدُّمُوعَ زَمَانًا، ثُمَّ بَكَوُا الْقَيْحَ زَمَانًا، فَتَقُولُ لَهُمُ الْخَزَنَةُ: يَا مَعْشَرَ الْأَشْقِيَاءِ تَرَكْتُمُ الْبُكَاءَ فِي الدَّارِ الْمَرْحُومِ فِيهَا أَهْلُهَا فِي الدُّنْيَا، هَلْ تَجِدُونَ الْيَوْمَ مَنْ تَسْتَغِيثُونَ بِهِ فَيَرْفَعُونَ أَصْوَاتَهُمْ: يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ يَا مَعْشَرَ الْآبَاءِ وَالْأُمَّهَاتِ وَالْأَوْلَادِ، خَرَجْنَا مِنَ الْقُبُورِ عِطَاشًا، وَكُنَّا طُولَ الْمَوْقِفِ عِطَاشًا، وَنَحْنُ الْيَوْمُ عِطَاشٌ، فَأَفِيضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَاءِ أَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ. فَيَدْعُونَ أَرْبَعِينَ سَنَةً لَا يُجِيبُهُمْ، ثُمَّ يُجِيبُهُمْ: إِنَّكُمْ مَاكِثُونَ. فَيَيْأَسُونَ مِنْ كُلِّ خَيْرٍ. (ابن أبي الدنيا في صفة النار عن زيد بن رفيع، رفعه)

″Cehennem ahâlisi, Cehenneme girdiği zaman bir süre gözyaşı döküp ağlarlar. Gözyaşları bitince, bir süre irin ağlarlar. Cehennem zebânileri kendilerine: ″Ey gühahkâr insanlar! Ahâlisine merhamet edilen dünyâda hiç ağlamadınız. Şimdi burada sizlere bir yardımcı bulacak mısınız?″ deyince, bunlar yüksek sesle: ″Ey Cennet ahâlisi! Babalar! Anneler! Çocuklar! Mezarlarımızdan susuz çıktık. Hesap için susuz bir şekilde bekledik ve şuanda da çok susamışız, bize az bir su veya Allah’u Teâlâ’nın size ihsan ettiği nîmetlerden verin″ diye seslenirler. Kırk yıl boyunca böyle çağırırlar. Ama kendilerine cevap verilmez. Sonunda: ″Siz burada ebedî kalacaksınız″[22] cevabı verilince, onlar her türlü hayırdan ümitlerini keserler.[23]

﴿ فَاِنْ رَجَعَكَ اللّٰهُ اِلٰى طَٓائِفَةٍ مِنْهُمْ فَاسْتَأْذَنُوكَ لِلْخُرُوجِ فَقُلْ لَنْ تَخْرُجُوا مَعِيَ اَبَدًا وَلَنْ تُقَاتِلُوا مَعِيَ عَدُوًّاۜ اِنَّكُمْ رَض۪يتُمْ بِالْقُعُودِ اَوَّلَ مَرَّةٍ فَاقْعُدُوا مَعَ الْخَالِف۪ينَ ﴿٨٣﴾

83. Ey Resûlüm! Eğer Allah’u Teâlâ, Tebuk’ten sonra tekrar seni, gazâya iştirak etmeyen münâfıklara döndürürse ve onlar da diğer bir gazâya çıkmak için senden izin isterlerse, onlara de ki: ″Benimle beraber hiç çıkmayacaksınız ve benimle beraber bir düşman ile aslâ savaşma-yacaksınız. Mademki siz, evvelki gazâya gitmeyip yerlerinizde oturup kalmayı kabul ettiniz, şimdi de cihattan geri kalanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun.″

﴿ وَلَا تُصَلِّ عَلٰٓى اَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ اَبَدًا وَلَا تَقُمْ عَلٰى قَبْرِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَمَاتُوا وَهُمْ فَاسِقُونَ ﴿٨٤﴾

84. Ey Habîbim! O münâfıklardan ölenin cenâze namazını ebedî kılma ve kabri başında (defin ve ziyaret için) durma. Çünkü onlar, Allah’ı ve Resûlünü inkâr ettiler ve kâfir olarak öldüler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebi hakkında Hz. Ömer Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

Münâfıkların ileri gelenlerinden biri olan Abdullah İbn-i Übeyy öldüğünde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onun namazına çağrıldı. Peygamber Efendimiz onun namazını kılmak için kalktı. Namazını kılmak üzere başında durduğunda döndüm, göğsü hizasında durdum ve ″Yâ Resûlallah! Filân, filân günler şöyle şöyle diyen Allah’ın düşmanı Abdullah İbn-i Übey üzerine mi namaz kılacaksın?″ dedim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem tebessüm etti. Ben bunu fazlaca söyleyince: ″Geri çekil Yâ Ömer! Ben muhayyer bırakıldım. Bana, Sûre-i Tevbe, Âyet 80’de: ″Ey Resûlüm! Onlar için ister Allah’tan af dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere Allah’tan af dilesen de Allah’u Teâlâ onları aslâ bağışlamaz…″ denildi. Şâyet yetmişten fazla mağfiret dilediğimde bağışlanacağını bilsem, mutlaka mağfiret dilemeyi artırırdım″ buyurdu. Sonra namazını kıldı ve cenâzesiyle birlikte yürüdü, defin işi bitinceye kadar kabri başında durdu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem en iyi bilen olduğu halde ona karşı olan bu cür’etime ne kadar şaşılır.

فَوَاللّٰهِ مَا كَانَ إِلَّا يَسِيرًا حَتَّى نَزَلَتْ هَاتَانِ الْآيَتَانِ {وَلَا تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلَا تَقُمْ عَلَى قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُوا وَهُمْ فَاسِقُونَ} فَمَا صَلَّى رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بَعْدَهُ عَلَى مُنَافِقٍ وَلَا قَامَ عَلَى قَبْرِهِ حَتَّى قَبَضَهُ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ (حم عن عمر بن الخطاب)

- Vallâhi! Çok geçmeden: ″Ey Habîbim! O münâfıklardan ölenin cenâze namazını ebedî kılma ve kabri başında (defin ve ziyaret için) durma…″ diye geçen Sûre-i Tevbe, Âyet 84 nâzil oldu. Bundan sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, hiçbir münâfığın namazını kılmadı ve vefât edinceye kadar hiçbirinin kabri başında durmadı.[24]

Katâde Hazretlerinden nakledildiğine göre, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefâtından sonra:

وَكَانَ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ لَا يُصَلِّي عَلَى جِنَازَةِ مَنْ جُهِلَ حَالُهُ حَتَّى يُصَلِّيَ عَلَيْهَا حُذَيْفَةُ بْنُ الْيَمَانِ لِأَنَّهُ كَانَ يَعْلَمُ أَعْيَانَ مُنَافِقِينَ قَدْ أَخْبَرَهُ بِهِمْ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَلِهَذَا كَانَ يُقَالُ لَهُ: صَاحِبُ السِّرِّ الَّذِي لَا يَعْلَمُهُ غَيْرُهُ أَيْ مِنَ الصَّحَابَةِ. (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن قتادة)

Hz. Ömer, tanımadığı kimselerin cenâze namazını, Hz. Huzeyfe b. el-Yeman kılmadıkça kılmazdı. Çünkü o, kimin münâfık olduğunu bilirdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kendisine münâfıkları haber vermişti. Bu sebepledir ki ona, Sahâbeden, kimsenin bilmediği ″Sırrın Sahibi″ denilirdi.[25]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefâtından sonra, Huzeyfe Radiyallâhu anhu, Ashâb diye gözüken bâzı kişilerin cenâze namazlarına gitmeyince, o kimsenin münâfık olduğu anlaşılırdı. Ashâbın hiç tahmin etmediği bâzı kişilerin de cenâze namazına o zât gitmeyince, birçok Ashâb kendi kendinden şüphe etmeye başladı. Bunun üzerine Hz. Ömer Radiyallâhu anhu, Hz. Huzeyfe’ye dedi ki:

أَنْشُدُكَ اللّٰهَ أَمِنْهُمْ أَنَا؟ فَقَالَ: لَا وَاللّٰهِ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن قتادة)

″Allah için bana söyle, ben de onlardan mıyım?″ Hz. Huzeyfe de dedi ki: ″Hayır, vallâhi! Sen onlardan değilsin.″[26]

Bunun üzerine Hz. Ömer Radiyallâhu anhu, Allah’a hamd ederek secdeye kapanmıştır.

Bu husus Sûre-i Muhammed, Âyet 30’da da geçtiği üzere, Allah’u Teâlâ, Habîbine, münâfıkları bildirmiştir.

﴿ وَلَا تُعْجِبْكَ اَمْوَالُهُمْ وَاَوْلَادُهُمْۜ اِنَّمَا يُر۪يدُ اللّٰهُ اَنْ يُعَذِّبَهُمْ بِهَا فِي الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ اَنْفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ ﴿٨٥﴾

85. Ey Resûlüm! O münâfıkların malları ve evlatları seni hayrete düşürmesin! Allah’u Teâlâ, bunlar sebebiyle dünyâ hayatında onlara azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını diler

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin açıklaması için Sûre-i Tevbe, Âyet 55’in izahına bakınız.

﴿ وَاِذَٓا اُنْزِلَتْ سُورَةٌ اَنْ اٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَجَاهِدُوا مَعَ رَسُولِهِ اسْتَأْذَنَكَ اُو۬لُوا الطَّوْلِ مِنْهُمْ وَقَالُوا ذَرْنَا نَكُنْ مَعَ الْقَاعِد۪ينَ ﴿٨٦﴾ رَضُوا بِاَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِ وَطُبِعَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَفْقَهُونَ ﴿٨٧﴾

86-87. ″Allah’a îman edin ve Resûlü ile beraber cihat edin″ diye bir sûre nâzil olduğu vakit, onlardan zengin olanlar, senden izin istediler ve ″Bizi bırak, cihattan geri kalanlarla beraber oturalım″ dediler.* Onlar, cihattan geri kalanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber olmaya râzı oldular. Allah’u Teâlâ da onların kalplerini mühürledi. Bu sebeple onlar hakikatleri anlayamazlar.

﴿ اِنَّمَا السَّب۪يلُ عَلَى الَّذ۪ينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ اَغْنِيَٓاءُۚ رَضُوا بِاَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِۙ وَطَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٩٣﴾

93. Kınananlar, zengin oldukları halde cihada gitmemek için senden izin isteyenlerdir. Onlar, cihattan geri kalanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber olmaya râzı oldu­lar. Allah’u Teâlâ da onların kalplerini mühürledi. Artık onlar hakkı bilemezler.

﴿ يَعْتَذِرُونَ اِلَيْكُمْ اِذَا رَجَعْتُمْ اِلَيْهِمْۜ قُلْ لَا تَعْتَذِرُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّاَنَا اللّٰهُ مِنْ اَخْبَارِكُمْۜ وَسَيَرَى اللّٰهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٩٤﴾

94. Siz, seferden döndüğünüz vakit, onlar size mâzeret beyan ederler. Ey Resûlüm! De ki: ″Mâzeret beyan etmeyin. Size aslâ inanmayız. Çünkü Allah’u Teâlâ bize sizin haberlerinizi (gizlediğiniz şer ve fesâdı) bildirdi. Allah ile Resûlü, sizin amellerinizi görecektir. Sonra, gizli ve açık her şeyi bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptıklarınızı size haber verecektir.″

﴿ سَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ لَكُمْ اِذَا انْقَلَبْتُمْ اِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُوا عَنْهُمْۜ فَاَعْرِضُوا عَنْهُمْۜ اِنَّهُمْ رِجْسٌۘ وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۚ جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ ﴿٩٥﴾

95. Seferden döndüğünüz zaman, kendilerini bırakmanız için size karşı Allah’a yemin edeceklerdir. O münâfıklardan yüz çevirin. Çünkü onlar pisliktir. Kazandıklarının cezâsı olarak, varacakları yer de Cehennemdir.

İzah: Tebuk Seferi’ne katılmayan münâfıklar yalan yere yemin ederek mâzeret beyan edince, Allah’u Teâlâ Mü’minlere, onlardan uzak durup konuşmamalarını emretmiştir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″O münâfıklardan yüz çevirin″ buyruğu; ″Onlar­la konuşmayın″ demektir. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Tebuk’tan döndükten sonra:

وَلَا تُجَالِسُوهُمْ وَلَا تُكَلِّمُوهُمْ

″Onlarla oturup kalkmayın ve onlarla konuşmayın″[27] diye buyurduğu nakledilmiştir.

Mü’minlerin içerisinde de Tebuk Seferi’ne katılmayan bâzı kimseler olmuştu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Sahâbenin bunlarla da konuşmalarını yasaklamıştı. Bunlar yalan söylemeyip, hiçbir mâzeret beyan etmedikleri için ve sürekli olarak tevbe istiğfarda bulunmalarından dolayı Allah’u Teâlâ onları affetmiştir.[28]

Tebuk Seferi’ne katılmadıkları halde mâzeret beyan etmeyerek, doğruyu söyleyen ve daha sonra tevbelerinin kabul edildiğine dair haklarında Sûre-i Tevbe, Âyet 117, 118 ve 119 indirilenlerden biri olan Ka’b Radiyallâhu anhu diyor ki:

فَوَاللّٰهِ مَا أَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيَّ مِنْ نِعْمَةٍ قَطُّ بَعْدَ أَنْ هَدَانِي لِلْإِسْلَامِ أَعْظَمَ فِي نَفْسِي مِنْ صِدْقِي لِرَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنْ لَا أَكُونَ كَذَبْتُهُ فَأَهْلِكَ كَمَا هَلَكَ الَّذِينَ كَذَبُوا فَإِنَّ اللّٰهَ قَالَ لِلَّذِينَ كَذَبُوا حِينَ أَنْزَلَ الْوَحْيَ شَرَّ مَا قَالَ لِأَحَدٍ فَقَالَ تَبَارَكَ وَتَعَالَى {سَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ لَكُمْ إِذَا انْقَلَبْتُمْ إِلَى قَوْلِهِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَا يَرْضَى عَنْ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ} (خ م عن كعب)

Allah’a yemin olsun ki kanaatime göre, Allah’u Teâlâ beni İslâm’a eriştirdikten sonra, bana Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e doğru söylememden dolayı lütufta bu­lunduğundan daha büyük bir lütufta bulunmadı. Ben, yalan söyleyenler gibi helâk olmadım. Zîrâ Allah’u Teâlâ, yalan söyleyenler hakkında vahiy indirerek bir insana söylediğinin en ağırını söyledi. Ve Ka’b Radiyallâhu anhu sözüne devamla Sûre-i Tevbe, Âyet 95-96’yı okudu.[29]

﴿ يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْا عَنْهُمْۚ فَاِنْ تَرْضَوْا عَنْهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يَرْضٰى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ ﴿٩٦﴾

96. Onlardan râzı olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan râzı olsanız da, şüphesiz Allah’u Teâlâ, o fâsıklar topluluğundan râzı olmaz.

﴿ وَاِذَا مَٓا اُنْزِلَتْ سُورَةٌ فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ اَيُّكُمْ زَادَتْهُ هٰذِه۪ٓ ا۪يمَانًاۚ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فَزَادَتْهُمْ ا۪يمَانًا وَهُمْ يَسْتَبْشِرُونَ ﴿١٢٤﴾ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا اِلٰى رِجْسِهِمْ وَمَاتُوا وَهُمْ كَافِرُونَ ﴿١٢٥﴾ اَوَلَا يَرَوْنَ اَنَّهُمْ يُفْتَنُونَ ف۪ي كُلِّ عَامٍ مَرَّةً اَوْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ لَا يَتُوبُونَ وَلَا هُمْ يَذَّكَّرُونَ ﴿١٢٦﴾

124-126. Bir sûre nâzil olduğu zaman, münâfıklardan bâzısı, diğerlerine: ″Bu sûre hanginizin îmanını artırdı″ derler. Îman edenlere gelince, her sûre nâzil oldukça onların îmanı artar ve onlar bununla sevinirler.* Kalplerinde maraz olanların ise, onların her sûre nâzil oldukça küfürleri artar ve onlar, kâfir olarak ölüp giderler.* O münâfıklar görmezler mi ki, her sene bir veya iki defa belâlara uğrarlar da yine tevbe etmezler ve akıllarını başlarına toplamazlar.

﴿ وَاِذَا مَٓا اُنْزِلَتْ سُورَةٌ نَظَرَ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍۜ هَلْ يَرٰيكُمْ مِنْ اَحَدٍ ثُمَّ انْصَرَفُواۜ صَرَفَ اللّٰهُ قُلُوبَهُمْ بِاَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَفْقَهُونَ ﴿١٢٧﴾

127. Münâfıklar, aleyhlerinde bir sûre nâzil olduğu zaman, birbirlerine bakarlar ve ″Siz, Peygamberin meclisinden kalkıp gitseniz, sizi kimse görür mü?″ diye işâretleşirler. Sonra kalkar giderler. Hakikati anlamamaları sebebiyle, Allah’u Teâlâ onların kalplerini (îmanı kabulden) çevirmiştir.


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 7, s. 158.

[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 7, s. 372.

[3] Serîf, Mekke’ye altı mil uzaklığında bir yerdir.

[4] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 7, s. 373-374; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 2365.

[5] Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 15 (56).

[6] Sahih-i Müslim, Mesâcid 34 (195 Sünen-i Tirmizî, Salât 7; Sünen-i Nesâî, Mevâkit 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11561.

[7] Sahih-i Müslim, Zekât 48 (142, 148 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11112.

[8] Sahih-i Müslim, Zekât 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14276.

[9] Sûre-i Tevbe, Âyet 5.

[10] Sûre-i Tevbe, Âyet 29.

[11] Sûre-i Tevbe, Âyet 73; Sûre-i Tahrim, Âyet 9.

[12] Sûre-i Hucurat, Âyet 9.

[13] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 9, s. 73; Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 10105.

[14] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 30891.

[15] Sahih-i Buhârî, Cihat 114; Sahih-i Müslim, Cihat 6 (19-21).

[16] Bakınız: Sûre-i Bakara, Âyet 11.

[17] Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i İsrâ, Âyet 60’ın izahına bakınız.

[18] Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 83.

[19] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kıır’ân 3.

[20] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 31; Sahih-i Müslim, Îman 25 (107).

[21] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 7.

[22] Sûre-i Zuhruf, Âyet 77.

[23] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 7, s. 442.

[24] Ahmed b. Hanbel, Müsned, hadis No: 91.

[25] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 195.

[26] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 14, s. 443.

[27] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 8, s. 231.

[28] Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Tevbe, Âyet 118 ve izahına bakınız.

[29] Sahih-i Buhârî, Vesâye 16, Cihat 103, Menâkib 23; Sahih-i Müslim, Tevbe 9 (53).