KASAS SÛRESİ

﴿ نَتْلُوا عَلَيْكَ مِنْ نَبَأِ۬ مُوسٰى وَفِرْعَوْنَ بِالْحَقِّ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٣﴾

3. Ey Resûlüm! Îman edenler için Mûsâ ve Firavun’un kıssasını sana hak ve doğru olarak anlatacağız.

﴿ اِنَّ فِرْعَوْنَ عَلَا فِي الْاَرْضِ وَجَعَلَ اَهْلَهَا شِيَعًا يَسْتَضْعِفُ طَٓائِفَةً مِنْهُمْ يُذَبِّحُ اَبْنَٓاءَهُمْ وَيَسْتَحْي۪ نِسَٓاءَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿٤﴾

4. Şüphesiz ki Firavun, o yerde (Mısır’da) kibirlendi ve ahâlisini sınıflara ayırdı. Mısır ahâlisinden bir taifeyi (İsrailoğullarını), zayıf ve hor görüyor, oğullarını boğazlıyor ve kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, fesat çıkaranlardan idi.

İzah: Firavun’un erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını bırak-masının sebebi şuydu:

Şeytanlar, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den önce, göğe çıkarak kulak hırsızlığı yaparlardı.[1] Yani gökteki meleklerin konuşmalarını dinlerler ve yeryüzüne gelerek bu haberleri kâhinlere söylerlerdi. Kâhinler de olacak bâzı şeylerden böylece haberdar olurlardı. İşte Firavun’un kâhinlere: ″Benim helâkime kim sebep olur?″ diye sorması üzerine kâhinler: ″Bu sene içinde doğacak bir erkek çocuk″ diye Mûsâ Aleyhisselâm’ın doğacağını haber vermişlerdi. Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullarından o yıl içerisinde doğan bütün erkek çocuklarını öldürüyor ve kız çocuklarına dokunmuyordu.

﴿ وَنُر۪يدُ اَنْ نَمُنَّ عَلَى الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا فِي الْاَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ اَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِث۪ينَۙ ﴿٥﴾ وَنُمَكِّنَ لَهُمْ فِي الْاَرْضِ وَنُرِيَ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا مِنْهُمْ مَا كَانُوا يَحْذَرُونَ ﴿٦﴾

5-6. Biz ise, Firavun’un o yerde hor ve zayıf gördüğü kimseleri lütuf ve keremimizle onun zulmünden kurtarmak ve onları önderler yapıp, Firavun ile kavminin mülküne vâris etmek istedik.* Ve onlara yeryüzünde kudret vermek, Firavun’a, veziri Hâmân’a ve ikisinin ordusuna korktukları şeyi Mûsâ’nın eliyle göstermek istedik.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Firavun’a, vezîri Hâmân’a ve ikisinin ordusuna korktukları şeyi Mûsâ’nın eliyle göstermek istedik″ diye geçen ifadeden kastedilen, Allah’u Teâlâ’nın Mûsâ Aleyhisselâm’a vermiş olduğu mûcizelerdir. Bu mûcizeler şunlardır:

″Âsâ, parlayan el, tufan, çekirge, haşerât, kurbağa, kan, kıtlık yılları ve ürün eksikliği.″[2]

Firavun’u ve askerlerini çaresiz bırakan ve korkutan bu mûcizelerdir.

﴿ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّ مُوسٰٓى اَنْ اَرْضِع۪يهِۚ فَاِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَاَلْق۪يهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَاف۪ي وَلَا تَحْزَن۪يۚ اِنَّا رَٓادُّوهُ اِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٧﴾

7. Mûsâ’nın annesine: ″Mûsâ’yı emzir ve öldürülmesinden korktuğun zaman, onu Nil Nehri’ne bırak, korkma ve mahzun olma. Çünkü Biz onu en yakın zamanda sana döndüreceğiz ve onu Resullerden yapacağız″ diye vahyettik.

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm’ın annesi, bir Peygamber olmadığı halde Allah’u Teâlâ ona ne yapacağını ilham ederek bildirmiştir.

Rivâyete göre, Mûsâ Aleyhisselâm’ın annesi, sandık yapan bir adama: ″Su geçirmeyen, aynı zamanda üstten hava alabilen bir sandık yap″ dedi. Adam: ″Ne yapacaksın?″ diye sordu. Nihâyet çocuğunun olduğunu öğrendi. Ben bunu Firavun’a şikâyet edersem, sandık parasının bin misli bana mükâfat verir, diye düşündü. Firavun’a haber vermek için koşarak gitti ve ″Ben, Firavun’la acele görüşmek istiyorum″ dedi. Huzuruna çıkardılar. Adamın dili tutuldu, bir şey söyleyemedi. Firavun, ne kadar sordu ise de, cevap alamadı. Bunun üzerine Firavun bunu iyice dövdürdü, sürükletip sarayın kapısından attırdı. Adam bir zaman sonra ayıldı. Kendi kendine: ″Ben niçin söyleyemedim; hemen gidip söyleyeyim″ dedi. Yine müsâde istedi. Kendini tekrar Firavun’un karşısına çıkardılar. Yine dili tutuldu, hiçbir şey söyleyemedi. Firavun: ″Bu sefer bunu daha fazla dövün″ dedi.Böylece onu tekrar dövdüler, sürükleyip dışarı attılar. Bu sefer koma hâline gelmişti ve çok geç ayıldı. Kendi kendine: ″Ben bu çocuğu söyleyemeyeceğim; sandığı yapayım″ dedi ve sandığı yaptı. Mûsâ Aleyhisselâm’ın annesi, Mûsâ Aleyhisselâm’ı sandığın içine koydu. Sandığın ağzını kapattı ve Nil Nehri’ne salıverdi.

﴿ فَالْتَقَطَهُٓ اٰلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًاۜ اِنَّ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا كَانُوا خَاطِـ۪ٔينَ ﴿٨﴾ وَقَالَتِ امْرَاَتُ فِرْعَوْنَ قُرَّتُ عَيْنٍ ل۪ي وَلَكَۜ لَا تَقْتُلُوهُۗ عَسٰٓى اَنْ يَنْفَعَنَٓا اَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٩﴾

8-9. Nihâyet Âl-i Firavun (Firavun ailesi), sonra kendilerine düşman ve hüzün sebebi olması için Mûsâ’yı nehirden çıkardı. Firavun ve veziri Hâmân ile askerleri her işlerinde hatâ edenlerden idiler.* Firavun’un zevcesi, Firavun’a dedi ki: ″Bu çocuk, benim için de, senin için de bir göz aydınlığıdır, bunu öldürmeyin. Belki bize faydalı olur veya onu evlat ediniriz.″ Oysa onlar, başlarına geleceklerin şuurunda değillerdi.

İzah: Firavun‘un sarayının altından Nil Nehri akardı. Firavun, ailesi Âsiye ile birlikte oturmuşlar, akan suyu seyrediyorlardı. Bir sandık göründü. Âsiye: ″Bu gelen cansa benim, malsa senin olsun″ dedi. Firavun da bunu kabul etti. Sandık geldi, açtılar. İçinden güzel bir oğlan çocuğu çıktı. Firavun: ″Benim sarayımda büyüyecek, benim helâkime sebep olacak çocuk işte budur″ dedi. Âsiye: ″Ben bu çocuğu kimseye vermem, bana söz vermiştin″ dedi ve Firavun’a: ″Çağır kâhinlerini baksınlar; bu çocuk, o çocuksa öldür, değilse öldürtmem″ dedi. Firavun, kâhinleri çağırdı. Kâhinler baktılar ve ″Eğer o çocuksa, Ulu‘l-Azim Peygamber olması lâzım. Ulu‘l-Azim Peygamberleri, çocukluğunda da kimse yanıltamaz. Bu çocuğu yanıltmaya çalışalım; yanılırsa o çocuk değil, yanılmazsa o çocuktur″ dediler. Kâhinler, bir tabağa altın, bir tabağa da ateşin közünü doldurdular ve ″Kuvvetli bir ateş kor hâline geldiğinde, onun üzerinde kısa alev gibi yalım olur, devamlı kımıldar, yükselir, enginleşir. Eğer o çocuk senin helâkine sebep olacak çocuk değilse, o korun yalımına aldanarak, közü tutar. Eğer o çocuksa ateşe bakmaz, altını tutar″ dediler ve öyle de yaptılar.

Mûsâ Aleyhisselâm, altına elini uzatırken Cebrâil Aleyhisselâm elinden tuttu, elini ateşe uzattı. Ateşi tuttu, avucunu yakmadı. Közü ağzına koydu. Eğer ağzını da yakmasa, ″O çocuk″ diyeceklerdi. Ateşi ağzına koyunca, ateş dilini yaktı, ağladı. O zaman, ″Demek ki o çocuk değil″ dediler.

İşte Hz. Mûsâ‘nın büyüyünce dilinde oluşan tutukluk, o ateşin yakmasından kaynaklanmıştır. Mûsâ Aleyhisselâm, dilindeki tutukluğun gitmesi için Sûre-i Tâhâ, Âyet 25-28’de şöyle dua etmiştir:

Mûsâ dedi ki: ″Yâ Rabbi! Göğsümü genişlet.* İşimi kolaylaştır.* Lisânımdaki ukdeyi (tutukluğu) gider.* Tâ ki sözümü anlasınlar.″

﴿ وَاَصْبَحَ فُؤَادُ اُمِّ مُوسٰى فَارِغًاۜ اِنْ كَادَتْ لَتُبْد۪ي بِه۪ لَوْلَٓا اَنْ رَبَطْنَا عَلٰى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٠﴾

10. (Mûsâ’nın, Firavun’un eline düştüğünü haber alınca) Mûsâ’nın annesinin kalbi, bomboş olarak sabahladı. Allah’ın vaadini tasdik edenlerden olması için kalbini sabır ve sebat ile takviye etmeseydik, Firavun’un elindeki çocuğun kendi oğlu Mûsâ olduğunu az kaldı açığa vuracaktı.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Mûsâ’nın annesinin kalbi, bomboş olarak sabahladı″ diye geçen ifadeden maksat, Hz. Mûsâ’nın, Firavun’un sarayına götürülmüş olduğunu haber alınca, Hz. Mûsâ’nın annesi, kendisine gelen üzüntü ve kederden dolayı akıllıca düşünmekten mahrum kaldı. Diğer bir görüşe göre de, onun kalbinde Hz. Mûsâ hakkındaki düşüncesinden, üzüntü ve kederinden başka bir şey kalmadı, onun hayatına kastedileceğini sandı, demektir.

﴿ وَقَالَتْ لِاُخْتِه۪ قُصّ۪يهِۘ فَبَصُرَتْ بِه۪ عَنْ جُنُبٍ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَۙ ﴿١١﴾ وَحَرَّمْنَا عَلَيْهِ الْمَرَاضِعَ مِنْ قَبْلُ فَقَالَتْ هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰٓى اَهْلِ بَيْتٍ يَكْفُلُونَهُ لَكُمْ وَهُمْ لَهُ نَاصِحُونَ ﴿١٢﴾

11-12. Annesi, Mûsâ’nın kız kardeşine: ″Onu tâkip et″ dedi. O da, ne yaptığını kimse bilmediği halde uzaktan uzağa Mûsâ’nın hâlini gözetledi.* Halbuki bu araştırmadan evvel Biz, Mûsâ’ya sütannelerin sütünü haram etmiştik. Bunun üzerine Mûsâ’nın kız kardeşi: ″Sizin için bu çocuğa iyi bakacak ve terbiyesini güzelce verecek bir aile size göstereyim mi?″ dedi.

İzah: Hz. Mûsâ’nın kız kardeşinin adı Gülsüm’dür. Onun hakkında İbn-i Ebî Revvâd Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis­-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

دَخَلَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى خَدِيجَةَ، وَهِيَ فِي مَرَضِهَا الَّذِي تُوُفِّيَتْ فِيهِ، فَقَالَ لَهَا: بِالْكُرْهِ مِنِّي مَا الَّذِي أَرَى مِنْكِ يَا خَدِيجَةُ وَقَدْ يَجْعَلُ اللّٰهُ فِي الْكُرْهِ خَيْرًا كَثِيرًا أَمَا عَلِمْتِ أَنَّ اللّٰهَ زَوَّجَنِي مَعَكِ فِي الْجَنَّةِ مَرْيَمَ بنتَ عِمْرَانَ وَكُلْثَمَ أُخْتَ مُوسَى وَآسِيَةَ امْرَأَةَ فِرْعَوْنَ؟ قَالَتْ: وَقَدْ فَعَلَ اللّٰهُ ذَلِكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ نَعَمْ قَالَتْ بِالرِّفَاءِ وَالْبَنِينَ (طب وفى معرفة الصحابة عن ابن ابى رواد)

Hz. Hatice hastayken ki, o hastalığı sebebiyle vefât etmişti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanına girdi ve buyurdu ki: ″Yâ Hatice! Görüyorum ki, benden ayrılacağın için hoşnutsuzsun. Yemin ederim ki, hoşlanılmayan şeylerde Allah’u Teâlâ çok hayır yapar. Allah’u Teâlâ’nın, Cennette bana seninle birlikte İmran kızı Meryem’i, Mûsâ’nın kız kardeşi Gülsüm‘ü ve Firavun’un hanımı Âsiye’yi de eş olarak vereceğini bilmedin mi?″ O da: ″Yâ Resûlallah! Bunu Allah mı böyle kıldı?″ diye sorunca, Peygamber Efendimiz: ″Evet″ dedi. Bunun üzerine Hz. Hatice: ″Hayırlı olsun Yâ Resûlallah!″ dedi.[3]

Firavun’un sarayında Hz. Mûsâ için sütanne arıyorlardı. O, hiçbir kadının sütünü emmiyordu. Hz. Mûsâ’nın annesi, gizliden onun ablasını göndermiş, sorduruyordu. Âsiye vâlidemiz:

- Bu çocuk hangi kadını emerse, ona yüksek bir ödül ve maaş vereceğim, dediği için kadınlar gelip emzirmeye çalışıyorlardı. Fakat bir türlü emmiyordu. Hz. Mûsâ’nın ablası:

- Ben bir kadın biliyorum; çok temiz bir ailedendir, onu muhakkak emer, dedi. Haber gönderdiler, annesini getirttiler. Hz. Mûsâ, annesini emdi. Böylece annesi sarayda maaşla onu emzirmeye başladı.

Hz. Mûsâ’nın annesi hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَثَلُ الَّذِي يَعْمَلُ وَيَحْتَسِبُ فِي صَنْعَتِهِ الْخَيْرَ كَمَثَلِ أُمِّ مُوسَى تُرْضِعُ وَلَدَهَا وَتَأْخُذُ أَجْرَهَا (ابن كثير)

″Bir iş işleyip de, yaptığı işte hayır murad edip sevabını Allah’u Teâlâ’dan bekleyenin misâli, hem çocuğunu emzirip, hem de ücretini alan Mûsâ’nın annesi gibidir.″[4]

Hz. Mûsâ’nın annesi, hem çocuğunu emzirmiş ve hem de karşılığını almıştır. Hz. Mûsâ’nın annesinin başına gelen bu sıkıntı ile, sıkıntıdan kurtuluşu arasında az bir süre vardır. Bir gün, bir gece veya o kadar bir zamandır.

﴿ فَرَدَدْنَاهُ اِلٰٓى اُمِّه۪ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ وَلِتَعْلَمَ اَنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ۟ ﴿١٣﴾

13. Böylece gözünün aydın olması, Mûsâ’nın ayrılığı ile mahzun olmaması ve Allah’u Teâlâ’nın vaadinin hak olduğunu bilmesi için Mûsâ’yı annesine iade ettik. Lâkin insanların çoğu Allah’u Teâlâ’nın vaadinin hak olduğunu bilmezler.

﴿ وَلَمَّا بَلَغَ اَشُدَّهُ وَاسْتَوٰٓى اٰتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًاۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿١٤﴾

14. Mûsâ, kuvvetlenip kemal yaşına ulaştığı vakit, ona Peygamberlik ve ilim verdik. Muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.

﴿ وَدَخَلَ الْمَد۪ينَةَ عَلٰى ح۪ينِ غَفْلَةٍ مِنْ اَهْلِهَا فَوَجَدَ ف۪يهَا رَجُلَيْنِ يَقْتَتِلَانِۘ هٰذَا مِنْ ش۪يعَتِه۪ وَهٰذَا مِنْ عَدُوِّه۪ۚ فَاسْتَغَاثَهُ الَّذ۪ي مِنْ ش۪يعَتِه۪ عَلَى الَّذ۪ي مِنْ عَدُوِّه۪ۙ فَوَكَزَهُ مُوسٰى فَقَضٰى عَلَيْهِۘ قَالَ هٰذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ عَدُوٌّ مُضِلٌّ مُب۪ينٌ ﴿١٥﴾ قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي ظَلَمْتُ نَفْس۪ي فَاغْفِرْ ل۪ي فَغَفَرَ لَهُۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ ﴿١٦﴾

15-16. Mûsâ, ahâlinin gâfil oldukları bir zamanda şehre girdi. Orada kavga eden iki kimse buldu. Biri İsrailoğullarından, diğeri de düşmanlarından olan Kıptîlerdendi.[5] İsrailoğullarından olan kimse, düşmanına karşı Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ, Kıptîye bir yumruk vurunca Kıptî öldü. Mûsâ: ″Bu yaptığım iş, şeytan işidir. Şeytanın ise, düşmanlığı ve dalâleti açıktır″ dedi.* ″Yâ Rabbi! Şüphesiz ben nefsime zulmettim, beni affet″ dedi. Allah’u Teâlâ da onu affetti. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

﴿ قَالَ رَبِّ بِمَٓا اَنْعَمْتَ عَلَيَّ فَلَنْ اَكُونَ ظَه۪يرًا لِلْمُجْرِم۪ينَ ﴿١٧﴾ فَاَصْبَحَ فِي الْمَد۪ينَةِ خَٓائِفًا يَتَرَقَّبُ فَاِذَا الَّذِي اسْتَنْصَرَهُ بِالْاَمْسِ يَسْتَصْرِخُهُۜ قَالَ لَهُ مُوسٰٓى اِنَّكَ لَغَوِيٌّ مُب۪ينٌ ﴿١٨﴾

17-18. Mûsâ: ″Yâ Rabbi! Bana verdiğin nîmetler hakkı için, artık mücrimlere aslâ yardımcı olmayacağım″ dedi.* Böylece korkarak ve etrafı gözetleyerek şehirde sabahladı. Bir de gördü ki, dün kendisinden yardım isteyen kimse yine kendisini çağırıp yardım istiyor. Mûsâ, ona dedi ki: ″Şüphesiz sen, elbette apaçık bir azgınsın.″

﴿ فَلَمَّٓا اَنْ اَرَادَ اَنْ يَبْطِشَ بِالَّذ۪ي هُوَ عَدُوٌّ لَهُمَاۙ قَالَ يَا مُوسٰٓى اَتُر۪يدُ اَنْ تَقْتُلَن۪ي كَمَا قَتَلْتَ نَفْسًا بِالْاَمْسِۗ اِنْ تُر۪يدُ اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ جَبَّارًا فِي الْاَرْضِ وَمَا تُر۪يدُ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْمُصْلِح۪ينَ ﴿١٩﴾ وَجَٓاءَ رَجُلٌ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ يَسْعٰىۘ قَالَ يَا مُوسٰٓى اِنَّ الْمَلَ۬أَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ لِيَقْتُلُوكَ فَاخْرُجْ اِنّ۪ي لَكَ مِنَ النَّاصِح۪ينَ ﴿٢٠﴾ فَخَرَجَ مِنْهَا خَٓائِفًا يَتَرَقَّبُۘ قَالَ رَبِّ نَجِّن۪ي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ۟ ﴿٢١﴾

19-21. Ve Mûsâ, hem kendisinin, hem de kendinden yardım isteyen Yahudinin düşmanı olan kimseyi (bu ikinci Kıptîyi) yakalamak isteyince, o Yahudi (Hz. Mûsâ’nın, kendisini yakalayacağını zannederek), ″Yâ Mûsâ! Dün birini öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldürmek istiyorsun? Sen, yeryüzünde cebbâr olmaktan başka bir şey istemiyorsun ve insanlar arasında ıslaha çalışanlardan ol­mak istemiyorsun″ dedi.* (Yahudi’nin sözünü, bu kavga ettiği Kıptî, Firavun’a ulaştırdı) Ve şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geldi: ″Yâ Mûsâ! Şehrin ileri gelenleri, senin öldürülmen için müşâvere ediyorlar; kaç git. Şüphesiz ben sana nasihat edenlerdenim″ dedi.* Bunun üzerine Mûsâ, korkarak ve etrafı gözetleyerek şehirden çıktı ve ″Yâ Rabbi! Beni bu zâlim kavimden kurtar″ dedi.

İzah: Hz. Mûsâ’nın kendi kavminden olan arkadaşları vardı. Bunlardan birisi, şehirde bir Kıptî ile dövüşüyordu. Bu kişi, Firavun’un veziri idi. Hz. Mûsâ, arkadaşını o vezirin dövdüğünü gördü. Arkadaşı, Hz. Mûsâ’dan yardım istedi. Hz. Mûsâ da yardımına gitti. Bir tokat vurunca, veziri öldürdü. İkisi de oradan kaçtılar. Hz. Mûsâ: ″Yâ Rabbi! Ben adam öldürdüm; kâtil oldum, beni affet″ dedi.

Yine ertesi gün bu adam başka biriyle dövüşüyordu. Hz. Mûsâ’dan yine yardım istedi. Hz. Mûsâ: ″Sen niçin bu adamlara bulaşıyorsun? Sen fitne, fesat çıkaran birisin″ deyince, İsrailoğullarından olan o adam: ″Sen, dün veziri öldürdün. Bu gün de bana böyle mi söylüyorsun?″ diyerek, Hz. Mûsâ’nın Kıptîyi öldürdüğünü söylemiş oldu. Bu sözü duyan diğer Kıptî de bu haberi Firavun’a ulaştırdı. Firavun da, Hz. Mûsâ’yı arattırdı. Bunu haber alan Hz. Mûsâ da, Mısır’dan kaçtı.

﴿ وَلَمَّا تَوَجَّهَ تِلْقَٓاءَ مَدْيَنَ قَالَ عَسٰى رَبّ۪ٓي اَنْ يَهْدِيَن۪ي سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ ﴿٢٢﴾ وَلَمَّا وَرَدَ مَٓاءَ مَدْيَنَ وَجَدَ عَلَيْهِ اُمَّةً مِنَ النَّاسِ يَسْقُونَۘ وَوَجَدَ مِنْ دُونِهِمُ امْرَاَتَيْنِ تَذُودَانِۚ قَالَ مَا خَطْبُكُمَاۜ قَالَتَا لَا نَسْق۪ي حَتّٰى يُصْدِرَ الرِّعَٓاءُ وَاَبُونَا شَيْخٌ كَب۪يرٌ ﴿٢٣﴾

22-23. Mûsâ, Medyen’e doğru yöneldiği vakit, ″Ümit ederim ki Rabbim, bana doğru yolu gösterir″ dedi.* Medyen kuyusuna gelince, orada hayvanlarını sulayan insanlardan bir topluluk buldu. Onların gerisinde de, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kız gördü ve onlara: ″Ne bu hâliniz (niçin koyunlarınızı sudan alıkoyuyorsunuz?)″ dedi. Onlar da: ″Çobanlar hayvanlarını sulayıp çekilmedikçe biz koyunlarımızı sulamayız, babamız da büyük bir şeyhtir″ dediler.

İzah: Medyen, Firavun’un hâkimiyeti dışında idi. Burası Şuayb Aleyhisselâm’ın da beldesiydi. Mûsâ Aleyhisselâm oraya doğru gitmişti.

Mûsâ Aleyhisselâm Mısır’dan ayrılınca, Medyen’e ulaşması on gün sürdü. Nihâyet Medyen’e yaklaşınca yol üzerinde koyunlarını sulayan bir topluluk buldu. Orada iki kızın da, koyunlarını o suya yaklaştırmadıklarını gördü. Bunlar, Şuayb Aleyhisselâm’ın kızları idi. Onlara: ″Niçin koyunlarınızı sudan menediyorsunuz?″ diye sordu. Bunun üzerine onlar, oldukça utangaç bir edâ ile ve sözlerine dikkat ederek, ″Biz koyunlarımızı bu adamlarla birlikte sulamayız. Çünkü biz Peygamber soyundanız. Hayvanları sulamak için onlarla birlikte aynı yerde durmayız. Bilakis onlar, koyunlarını kuyunun başından alıp meraya salıncaya kadar sabreder ve bekleriz. Çünkü biz yabancı erkeklerle bir araya gelmeyiz. Biz mecbur kaldığımız için koyunlarımızı sulamaya geldik. Çünkü babamız çok yaşlı bir adamdır ve gözleri görmemektedir. Bir kardeşimiz veya bir amcamız da yok, babamızın bizden başka kimsesi yok″ dediler.[6]

Mûsâ Aleyhisselâm onların bu hallerine acıdı ve onlara: ″Buralarda başka su imkânı yok mu?″ diye sordu. Kızlar: ″Bir kuyu var. Onun üzerini büyük bir taşla kapattılar. Kimse o taşı kaldırıp atamıyor″ dediler. O kuyuyu Mûsâ Aleyhisselâm’a gösterdiler. Mûsâ Aleyhisselâm taşı kuyunun üzerinden kaldırıp attı. Mûsâ Aleyhisselâm; ancak dolapla çekilebilen su dolusu tuluğu kuyudan çekerek koyunları suladı.

Âyet-i Kerîme’de geçen ″Şeyh″ kelimesi; kabile reisi, başkan, önder, tasavvuf büyüğü, saygı duyulması gereken kemal sahibi zât ve yaşlı gibi anlamlara gelmektedir. Araplar muhtar için ″Belde şeyhi″ anlamına gelen ″Şeyh’ul-beled″ ifadesini kullanırlar.

Ayrıca İslâmi açıdan en yüksek ilme sahip olan kimseye Osmanlı Devleti’nde ″Şeyh’ul-İslâm″ ünvânı verilmiştir.

İslâm’da şeyh ifadesi, özellikle Müslümanların önderleri durumunda olan ve hürmet edilmesi gereken kemâl sahibi zâtlar için kullanılan bir tâbirdir.

Şuayb Aleyhisselâm’ın kızlarınının: ″Babamız da büyük bir şeyhtir″ diye söylemeleri de, onun yaşlı ve saygı değer, kemâl sahibi biri olduğunu ifade etmek içindir.

Kemâl sahibi olan şeyhler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

بَجِّلُوا الْمَشَايِخَ فَاِنَّ تَبْجِيلُ الْمَشَايِخِ مِنْ اِجْلَالِ اللّٰهِ تَعَالَى وَمَنْ لَمْ يُبَجِّلْهُمْ فَلَيْسَ مِنِّى (حب عد والديلمى عن انس)

″Şeyhlere tâzim ve hürmet edin. Çünkü onlara yapılan tâzim ve hürmet, Allah’u Teâlâ’ya duyulan tâzim ve hürmettendir. Her kim onlara tâzim ve hürmet etmezse, benden değildir.″[7]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

اَلشَّيْخُ فِى اَهْلِهِ كَالنَّبِىِّ فِى اُمَّتِهِ (ابن النجار والديلمى عن رافع ابن ابى رافع)

″Şeyh; ehli arasında, ümmeti arasındaki Peygamber gibidir.″[8]

﴿ فَسَقٰى لَهُمَا ثُمَّ تَوَلّٰٓى اِلَى الظِّلِّ فَقَالَ رَبِّ اِنّ۪ي لِمَٓا اَنْزَلْتَ اِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَق۪يرٌ ﴿٢٤﴾ فَجَٓاءَتْهُ اِحْدٰيهُمَا تَمْش۪ي عَلَى اسْتِحْيَٓاءٍۘ قَالَتْ اِنَّ اَب۪ي يَدْعُوكَ لِيَجْزِيَكَ اَجْرَ مَا سَقَيْتَ لَنَاۜ فَلَمَّا جَٓاءَهُ وَقَصَّ عَلَيْهِ الْقَصَصَۙ قَالَ لَا تَخَفْ۠ نَجَوْتَ مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٢٥﴾

24-25. Bunun üzerine Mûsâ, o kızların koyunlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi: ″Yâ Rabbi! Bana ihsan edeceğin hayra muhtacım″ dedi.* Nihâyet kızlardan biri, hayâ ederek geri geldi ve ona: ″Koyunlarımızı sulamana karşılık, ücretini vermek için babam seni çağırıyor″ dedi. Mûsâ, Şuayb’in yanına varıp kıssasını anlatınca, Şuayb: ″Korkma! O zâlim kavimden kurtuldun″ dedi.

İzah: Rivâyet edildiğine göre; Şuayb Aleyhisselâm’ın kızları sürüyü alıp, evlerine gittiler. Babaları: ″Bugün nasıl çabuk geldiniz?″ dedi. Kızlar: ″Bir adam geldi, ayakları kabarmış, yorgundu. Bize merhamet etti, kuyunun ağzındaki taşı kaldırıp attı. Koyunlarımızı o suladı″ dediler. Bunun üzerine babaları: ″Çağır onu gelsin, ücretini vereyim″ dedi. Kızlardan birini gönderdi. Kız, hayâ ederek Mûsâ Aleyhisselâm’a geldi.

Hz. Ömer Radiyallâhu anhu der ki:

- O kız, elbisesinin bir ucuyla yüzünü kapamış olarak ona gelmişti. Hz. Mûsâ’ya hitâben: ″Babam seni çağırıyor, sana ücretini verecek″ dedi.

Hz. Mûsâ ile o kız yola düştü. Giderken, şeytan fırsat buldu; Hz. Mûsâ’nın kalbine girdi; uğraştı, uğraştı, azdıramadı. Çünkü yol ıssızdı. Sâdece kızla beraberdi. Şeytan, bu sefer kızın kalbine girdi. Bunlara ne kadar şehvet verdiyse de muvaffak olamadı. Hz. Mûsâ, o kıza: ″Yanımda gitme, önde git″ dedi. Kız önde gidiyordu. İblis, bu sefer bir rüzgâr olup, kızın eteklerini yukarı kaldırdı. Bu sefer Hz. Mûsâ, o kıza: ″Sen arkadan gel, önde ben gideyim. Bana yolu tarif et″ dedi. Nihâyet eve geldiler.

﴿ قَالَتْ اِحْدٰيهُمَا يَٓا اَبَتِ اسْتَأْجِرْهُۘ اِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الْاَم۪ينُ ﴿٢٦﴾

26. O iki kızdan biri dedi ki: ″Babacığım! (Koyunlarımızı gütmesi için) bu adamı ücretle tut. Şimdiye kadar tuttuklarından daha hayırlı, kuvvetli ve güvenilir bir kimsedir.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

Mûsâ Aleyhisselâm’ın, iki kızdan hangisi ile evlendiği sana sorulduğu zaman, ″Babacığım! (Koyunlarımızı gütmesi için) bu adamı ücretle tut. Şimdiye kadar tuttuklarından daha hayırlı, kuvvetli ve güvenilir bir kimsedir″[9] diyen küçük kızla evlendi, de. Babası ona:

قَالَ مَا الَّذِي رَأَيْتِ مِنْ قُوَّتِهِ؟ قَالَتْ أَخَذَ حَجَرًا ثَقِيلًا فَأَلْقَاهُ عَنِ الْبِئْرِ قَالَ وَمَا الَّذِي رَأَيْتِ مِنْ أَمَانَتِهِ؟ قَالَتْ قَالَ امْشِي خَلْفِي وَلَا تَمْشِي أَمَامِي (طس عن ابى ذر)

″Kuvvetli olduğunu nereden anladın?″ diye sorduğunda, küçük kız: ″Çünkü ağır bir taşı kaldırıp kuyunun üzerinden attı″ dedi. ″Güvenilir birisi olduğunu nerden anladın?″ deyince de kız: ″Çünkü bana; önümden değil arkamdan yürü, dedi″ karşılığını verdi.[10]

﴿ قَالَ اِنّ۪ٓي اُر۪يدُ اَنْ اُنْكِحَكَ اِحْدَى ابْنَتَيَّ هَاتَيْنِ عَلٰٓى اَنْ تَأْجُرَن۪ي ثَمَانِيَ حِجَجٍۚ فَاِنْ اَتْمَمْتَ عَشْرًا فَمِنْ عِنْدِكَۚ وَمَٓا اُر۪يدُ اَنْ اَشُقَّ عَلَيْكَۜ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿٢٧﴾

27. Şuayb, Mûsâ’ya hitâben: ″Bana sekiz sene çalışman şartıyla, şu iki kızımdan birini sana nikah etmek istiyorum. Eğer müddeti on seneye tamamlarsan, onu da sen bilirsin. Ben sana güçlük vermek istemem. İnşâallah beni (ahdinde vefâ eden) sâlihlerden bulacaksın″ dedi.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ مُوسَى آجَرَ نَفْسَهُ بِعِفَّةِ فَرْجِهِ وَطُعْمَةِ بَطْنِهِ (تفسير ابن ابى حاتم عن عتبة بن الندر السلمي)

″Muhakkak ki Mûsâ, namusunun korunması ve karın tokluğu karşılığında ücretli işçi olmuştu.″[11]

﴿ قَالَ ذٰلِكَ بَيْن۪ي وَبَيْنَكَۜ اَيَّمَا الْاَجَلَيْنِ قَضَيْتُ فَلَا عُدْوَانَ عَلَيَّۜ وَاللّٰهُ عَلٰى مَا نَقُولُ وَك۪يلٌ۟ ﴿٢٨﴾

28. Mûsâ: ″Bu, seninle benim aramda olan bir ahiddir. İki müddetten hangisini tamamlarsam, ahdi yerine getirmiş olurum. Bu sözümüze Allah şâhittir″ dedi.

İzah: Utbe İbn-i en-Nedr es-Sülemi Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

سُئِلَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَيَّ الأَجَلَيْنِ قَضَى مُوسَى؟ قَالَ أَبَرَّهُمَا وَأَوْفَاهُمَا" وَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّ مُوسَى لَمَّا أَرَادَ فِرَاقَ شُعَيْبٍ عَلَيْهِ السَّلامُ، قَالَ لامْرَأَتِهِ أَنْ تَسْأَلَ أَبَاهَا أَنْ يُعْطِيَهَا مِنْ غَنَمِهِ مَا تَعِيشُ بِهِ ... (طب عن عتبة بن الندر السلمي)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, Mûsâ Aleyhisselâm (Sûre-i-Kasas, Âyet 28’de geçtiği üzere): ″İki müddetten hangisini doldurmuştur?″ diye sorulduğunda, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″En iyisini ve en uzununu doldurdu″ diye buyurdu.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla şöyle buyurdu:

″Mûsâ Aleyhisselâm, Şuayb Aleyhisselâm’dan ayrılmak istediğinde karısına, babasından geçimlerini sağlayabilecek kadar koyun istemesini söyledi. Şuayb Aleyhisselâm da, ona o yıl doğan her renkten birer koyun verdi. Mûsâ Aleyhisselâm önünden geçen her koyunun iki tarafına âsâsıyla dokununca, her koyun kendi renginde yavrular doğurmaya başladı. Bu şekilde sağlam ve hiçbir kusuru bulunmayan otuz iki tane yavru doğdu. O koyunların memeleri avuca sığmayacak kadar büyük oldu.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yine şöyle buyurdu:

″Şâyet Şam’ı fethederseniz, bu koyunlardan geriye kalanları göreceksiniz. Bunlar sâmiriyye koyunlarıdır.″[12]

﴿ فَلَمَّا قَضٰى مُوسَى الْاَجَلَ وَسَارَ بِاَهْلِه۪ٓ اٰنَسَ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ نَارًاۚ قَالَ لِاَهْلِهِ امْكُثُٓوا اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَارًا لَعَلّ۪ٓي اٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِخَبَرٍ اَوْ جَذْوَةٍ مِنَ النَّارِ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ ﴿٢٩﴾ فَلَمَّٓا اَتٰيهَا نُودِيَ مِنْ شَاطِئِ الْوَادِ الْاَيْمَنِ فِي الْبُقْعَةِ الْمُبَارَكَةِ مِنَ الشَّجَرَةِ اَنْ يَا مُوسٰٓى اِنّ۪ٓي اَنَا اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٣٠﴾

29-30. Mûsâ, söz vermiş olduğu müddeti tamamlayıp, zevcesiyle beraber Mısır’a dönerken, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: ″Siz burada durun, ben bir ateş gördüm. Ümit ederim ki, size oradan bir haber veya ısınmanız için ateşten bir parça (kor) getiririm″ dedi.* Mûsâ ateşe yaklaşınca, mübârek vâdinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nidâ olundu: ″Yâ Mûsâ! Şüphesiz ki, âlemlerin Rabbi olan Allah Benim, Ben!″

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm, Şuayb Aleyhisselâm ile yaptığı ahidleşmeye göre, sekiz yılı tamamlayınca kızıyla evlendi. Mûsâ Aleyhisselâm, iki yıl daha kalarak süreyi on yıla tamamladı. On yılın sonunda kendisi eşiyle beraber Mısır’a doğru yola çıktı. Yolda giderken Tûr Dağı’na yaklaştıklarında gece olmuştu. O gece, hâmile olan eşinin doğum sancıları tuttu ve doğum yaptı. Geceyi orada geçirmek zorunda kaldıkları için ateşe ihtiyaç duyulmuştu. Mûsâ Aleyhisselâm, Tûr Dağı’na doğru bakınca, orada bir ateşin yandığını gördü. Ateşin yanına gittiğinde, oradaki ışığın ateş değil, zeytin ağacının üzerinde bir nûr olduğunu gördü. İşte âyette de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ kendisine oradan nidâ etti.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَ عَلَى مُوسَى يَوْمَ كَلَمُهُ رَبُّهُ كِسَاءُ صُوفٍ وَجُبَّةُ صُوفٍ وَكُمَّةُ صُوفٍ وَسَرَاو۪يلُ صُوفٍ وَكَانَتْ نَعْلَاهُ مِنْ جِلْدِ حِمَارِ مَيِّتٍ (ت عن ابن مسعود)

″Mûsâ, Rabbi ile konuştuğu gün, üstünde yün elbisesi, yün cübbesi, yün sarığı, yün şalvarı vardı. Ayakkabıları da ölmüş eşek derisindendi.″[13]

﴿ وَاَنْ اَلْقِ عَصَاكَۜ فَلَمَّا رَاٰهَا تَهْتَزُّ كَاَنَّهَا جَٓانٌّ وَلّٰى مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْۜ يَا مُوسٰٓى اَقْبِلْ وَلَا تَخَفْ۠ اِنَّكَ مِنَ الْاٰمِن۪ينَ ﴿٣١﴾

31. ″Âsânı yere bırak!″ Mûsâ âsâyı bıraktı ve onun yılan gibi süratle hareket ettiğini görünce, arkasına bakmadan kaçtı. Ve tekrar şöyle nidâ olundu: ″Yâ Mûsâ! Geri gel, korkma! Sen, emniyette olanlardansın.″

﴿ اُسْلُكْ يَدَكَ ف۪ي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍۘ وَاضْمُمْ اِلَيْكَ جَنَاحَكَ مِنَ الرَّهْبِ فَذَانِكَ بُرْهَانَانِ مِنْ رَبِّكَ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِق۪ينَ ﴿٣٢﴾

32. ″Elini koynuna sok. Kusursuz, parlak olarak çıkar. Korkudan açılan kanadını (kollarını) vücuduna birleştir. İşte bunlar, Firavun ile kavmine karşı Rabbinden sana verilen iki kesin mûcizedir. Şüphesiz ki onlar fâsık bir kavimdir.″

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de Mûsâ Aleyhisselâm’a: ″Korkudan açılan kanadını (kollarını) vücuduna birleştir″ buyruğu ile; âsâyı yere bıraktığında büyük bir yılan olunca, kendisinde oluşan korku hâliyle panikleyerek kaçmayıp, toparlanarak kendine gelmesini ve sakinleşmesini beyan etmiştir. Allah’u Teâlâ, bunu da bir kuşun hâlinden örnek vermiştir. Nitekim bir kuş, korktuğu zaman kanatlarını açıp uçar ve korku hâli gidip sakinleştiği zaman da bir yerde durup kanatlarını toplar. Yani Allah’u Teâlâ, Mûsâ Aleyhisselâm’a; ″Sen de o kuşun toparlanma hâli gibi toparlan, Allah’ın huzurunda olduğunu hatırla, kendine gel ve kuşun korku hâlinde kanatlarını açtığı gibi korkup kaçma″ diye buyurmuştur.

Rivâyete göre, Mûsâ Aleyhisselâm, elindeki âsâsını yere atınca, âsâ bir mil (yani bin altı yüz metre) uzunluğunda büyük ve korkunç bir yılan oldu. Allah’u Teâlâ: ″Yâ Mûsâ! Yılanı tut″ dedi. Mûsâ Aleyhisselâm korktu ve tutamadı. Eteğini avucuna aldı, eğildi. Onunla tuttu. Tutunca yine âsâ oldu.

Mûsâ Aleyhisselâm sağ elini açtığında da, projektörden daha fazla ışık çıkarır ve gece her tarafı aydınlatırdı. Mûsâ Aleyhisselâm sağ elini sarar, her yerde göstermezdi. Kendisinin Peygamber olduğunu açıklamak ve îman etmeleri için mûcize olarak, o elini gösterirdi.

﴿ قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي قَتَلْتُ مِنْهُمْ نَفْسًا فَاَخَافُ اَنْ يَقْتُلُونِ ﴿٣٣﴾ وَاَخ۪ي هٰرُونُ هُوَ اَفْصَحُ مِنّ۪ي لِسَانًا فَاَرْسِلْهُ مَعِيَ رِدْءًا يُصَدِّقُن۪يۘ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يُكَذِّبُونِ ﴿٣٤﴾ قَالَ سَنَشُدُّ عَضُدَكَ بِاَخ۪يكَ وَنَجْعَلُ لَكُمَا سُلْطَانًا فَلَا يَصِلُونَ اِلَيْكُمَا بِاٰيَاتِنَاۚ اَنْتُمَا وَمَنِ اتَّبَعَكُمَا الْغَالِبُونَ ﴿٣٥﴾

33-35. Mûsâ dedi ki: ″Yâ Rabbi! Şüphesiz ben, onlardan birini öldürdüm. Bu yüzden korkarım ki, beni öldürürler.* Kardeşim Hârun’un lisânı benden daha fasîhtir (düzgündür). Onu da beni tasdik eden bir Peygamber olarak benimle beraber ve bana yardımcı gönder. Çünkü beni yalanlamalarından korkarım.″* Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz. İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, artık (düşmanlarınız) size aslâ erişemeyeceklerdir. Mûcizelerimizle (Firavun’a ve kavmine) gidin. Siz ve size tâbi olanlar gâlip geleceksiniz.″

﴿ فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُفْتَرًى وَمَا سَمِعْنَا بِهٰذَا ف۪ٓي اٰبَٓائِنَا الْاَوَّل۪ينَ ﴿٣٦﴾

36. Mûsâ, açık olan mûcizelerimizle Firavun’a ve kavmine geldiği vakit onlar: ″Bu, ancak uydurulmuş bir sihirdir. Biz, dâvet ettiğiniz dîni önceki babalarımızdan da işitmedik″ dediler.

﴿ وَقَالَ مُوسٰى رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِمَنْ جَٓاءَ بِالْهُدٰى مِنْ عِنْدِه۪ وَمَنْ تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدَّارِۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ ﴿٣٧﴾

37. Mûsâ: ″Rabbim, kendi tarafından kimin hidâyet ile geldiğini ve güzel âkıbetin kimin olacağını daha iyi bilir. Şüphesiz ki zâlimler felah bulmazlar″ dedi.

﴿ وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَ۬أُ مَا عَلِمْتُ لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْر۪يۚ فَاَوْقِدْ ل۪ي يَا هَامَانُ عَلَى الطّ۪ينِ فَاجْعَلْ ل۪ي صَرْحًا لَعَلّ۪ٓي اَطَّلِعُ اِلٰٓى اِلٰهِ مُوسٰىۙ وَاِنّ۪ي لَاَظُنُّهُ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٣٨﴾

38. Firavun: ″Ey kavmimin ileri gelenleri! Sizin benden başka ilahınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için çamur pişir de bana tuğladan bir kule yap. Üzerine çıkayım. Umulur ki, Mûsâ’nın ilahı hakkında bilgi edinirim. Muhakkak ki ben, Mûsâ’yı yalancılardan zannediyorum″ dedi.

İzah: Firavun, veziri Hâmân’a kule yap sözünü, ciddi olarak söyleyip köşkü yaptırdı mı, yoksa Mûsâ Aleyhisselâm’ın sözlerine karşı onu alaya mı almak istedi bu net olarak bilinememektedir.

﴿ وَاسْتَكْبَرَ هُوَ وَجُنُودُهُ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ اِلَيْنَا لَا يُرْجَعُونَ ﴿٣٩﴾ فَاَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمِّۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِم۪ينَ ﴿٤٠﴾

39-40. Firavun ve askerleri, o yerde (Mısır’da) haksız yere kibirlendiler ve Bize döndürülmeyeceklerini zannettiler.* Biz de Firavun’u ve askerlerini tutup denize attık. Ey Resûlüm! Bak, zâlimlerin âkıbeti nasıl oldu?

İzah: Firavun ve askerlerinin Kızıldeniz’de nasıl helâk oldukları hakkında geniş bilgi için Sûre-i Şuarâ, Âyet 63-66 ve izahına bakınız.

﴿ وَجَعَلْنَاهُمْ اَئِمَّةً يَدْعُونَ اِلَى النَّارِۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ لَا يُنْصَرُونَ ﴿٤١﴾ وَاَتْبَعْنَاهُمْ ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةًۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ هُمْ مِنَ الْمَقْبُوح۪ينَ۟ ﴿٤٢﴾

41-42. Biz onları Cehennem ateşine dâvet eden önderler kıldık. Mahşer günü ise onlara yardım olunmayacaktır.* Bu dünyâda onları lânete uğrattık. Mahşer gününde ise onlar, çok çirkin kimselerdendirler.


[1] Resûlullah (Sallallâhu aleyhi ve sellem)’den sonra şeytanların göğe çıkarak kulak hırsızlığı yapmalarının kesin olarak menedildiği hakkında Sûre-i Hicr, Âyet 16-18’e bakınız.

[2] Bu mûcizeler ile ilgili âyetler için Sûre-i Bakara, Âyet 60; Sûre-i Âraf, Âyet 107, 130, 133 ve Sûre-i Şuarâ, Âyet 33’e bakınız.

[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 6738; el-İsbehâni, Ma’rifet’üs-Sahâbe, Hadis No: 18531.

[4] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 284 ve c. 6, s. 224.

[5] Kıptî: Mısır halkından olan kimse.

[6] Bakınız: Geylânî Tefsîri, c. 4, s. 164.

[7] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 243/6; Muhtar’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 222.

[8] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 216/14.

[9] Sûre-i Kasas, Âyet 26

[10] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7137; Taberânî, Mu’cem’ul-Sağîr, Hadis No: 816.

[11] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 15776.

[12] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 13777; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No:7136.

[13] Sünen-i Tirmizî, Libas 9; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 337/8.