İSRÂ SÛRESİ

﴿ سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذ۪ي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ ﴿١﴾

1. Kendisine kudretimize delil olan alâmetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Muhammed Aleyhisselâm’ı) bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’u Teâlâ, noksan sıfatlardan uzaktır. Şüphesiz O, her şeyi işiten ve görendir.

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Cebrâil vâsıtasıyla Mekke’den, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğü, oradan da Mîrac’a yükseltildiği, Allah’u Teâlâ’yı hem görüp hem de konuştuğu, Cennet ve Cehennemi gördüğü Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerde geçmektedir. Bunlardan bâzıları şunlardır:

Mîrac hâdisesi, Sûre-i Necm, Âyet 5-18’de şöyle geçmektedir:

″Ona, kuvveti şiddetli olan (Allah)[1] öğretti.* O kuvvet sahibi ki, Resûle doğrudan göründü.* Ve O, ufkun en yükseğinde idi.* Sonra yaklaştı ve sarktı.* Aralarında o kadar yakınlaşma oldu ki, araları bir yayın iki ucu arası kadar yahut daha az kaldı.[2]* Böylece Allah’u Teâlâ, kuluna vahyettiğini vahyetti.* Gözüyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.* Şimdi siz, onun gördüğü hakkında onunla mücâdele mi ediyorsunuz?* Yemin olsun ki, O’nu bir kere daha gördü.* O zaman Sidret’ül-Müntehâ’nın yanında idi;* Cennet-i Me’vâ (şehitlerin gideceği yer) oradadır.* O vakit ki, Sidre’yi bürüyen bürüyordu.* Gözü gördüğünden şaşmadı ve haddi aşmadı (hâlini kaybetmedi).* Yemin olsun ki, Rabbinin en büyük alâmetlerinden bir kısmını gördü.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraçtan döndüğünde kavmine bu olayı haber verdiği zaman, ilk inkâr eden Ebû Cehil olmuştur. Onun hakkında, ″Allah’a karşı yalan söyleyen ve doğru geldiği vakit, onu yalanlayan kimseden daha zâlim kimdir? Kâfirler için Cehennemde yer mi yok?″ mealindeki Sûre-i Zümer, Âyet 32 nâzil oldu.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraçtan döndüğünde, kavmine bu olayı haber verdiği zaman, Müslümanlardan îmanı zayıf olan birçokları dahi küfre dönmüşlerdir. Yetişkin olan erkeklerden ilk olarak Hz. Ebu Bekir Efendimiz tasdik etmiş ve onun hakkında da, Doğruyla gelen zâtı (Muhammed Aleyhisselâm’ı) tasdik edenler var ya, işte takvâ sahipleri onlardır″ mealindeki Sûre-i Zümer, Âyet 33 nâzil olmuştur.[3]

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan nakledildiğine göre:

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraçtan dönünce, bu olayı haber verdi. Bunun üzerine îmanı zayıf olan kimseler dinden dönüp mürtet oldular. Bu vesîle ile Allah’u Teâlâ: ″… Biz, Mîraç gecesi sana gösterdiğimiz temaşayı, ancak insanları imtihan etmek için gösterdik. Kur’ân’da lanetlenen ağaçla da onları imtihan ettik…″ diye geçen Sûre-i İsrâ, Âyet 60’ı indirdi.″[4]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraca çıkarken, göğsünün Cebrâil Aleyhisselâm tarafından yarılarak îman ve hikmet ile doldurulduğu, ″Ey Resûlüm! Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?″[5] diye İnşirah Sûresi’nde apaçık beyan edilmiştir.

İsrâ, Necm ve Zümer Sûreleri’nde Mîracı anlatan çok sayıda âyet olduğu görülmektedir. Ayrıca İnşirah Sûresi’nin tamamı bu olayı anlatmaktadır. Bu husustaki Hadis-i Şerif’lere gelince sayıları yüzlercedir. Bunlardan bir kısmına yer vereceğiz.

Enes b. Mâlik, Ebû Zerr ve Mâlik b. Sa’saa, Ebû Hureyre, Ümmü Hâni, Hz. Âişe Radiyallâhu anhum gibi birçok Sahabîden nakledildiğine göre, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraç olayını şöyle anlatmaktadır:

فُرِجَ سَقْفُ بَيْتِي وَأَنَا بِمَكَّةَ فَنَزَلَ جِبْرِيلُ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَفَرَجَ صَدْرِي ثُمَّ غَسَلَهُ مِنْ مَاءِ زَمْزَمَ ثُمَّ جَاءَ بِطَسْتٍ مِنْ ذَهَبٍ مُمْتَلِئٍ حِكْمَةً وَإِيمَانًا فَأَفْرَغَهَا فِي صَدْرِي ... (م عن ابى ذر(

″Mekke’de iken evimin tavanı yarıldı. Cebrâil Aleyhisselâm indi. Göğsümü yardıktan sonra içini Zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve imân ile dolu altın bir tas getirip içindekini göğsümün içine boşalttı ve göğsümü kapadı.[6] Katırdan küçük ve eşekten büyük bir binit olan Burak getirildi. Adımını gözünün görebildiği kadar atıyordu. O Burak’a bindim ve Cebrâil ile birlikte biraz yol aldık. Cebrâil:

انْزِلْ فَصَلِّ فَفَعَلْتُ فَقَالَ أَتَدْرِي أَيْنَ صَلَّيْتَ صَلَّيْتَ بِطَيْبَةَ وَإِلَيْهَا الْمُهَاجَرُ ثُمَّ قَالَ انْزِلْ فَصَلِّ فَصَلَّيْتُ فَقَالَ أَتَدْرِي أَيْنَ صَلَّيْتَ صَلَّيْتَ بِطُورِ سَيْنَاءَ حَيْثُ كَلَّمَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ مُوسَى عَلَيْهِ السَّلَام ثُمَّ قَالَ انْزِلْ فَصَلِّ فَنَزَلْتُ فَصَلَّيْتُ فَقَالَ أَتَدْرِي أَيْنَ صَلَّيْتَ صَلَّيْتَ بِبَيْتِ لَحْمٍ حَيْثُ وُلِدَ عِيسَى عَلَيْهِ السَّلَام ثُمَّ دَخَلْتُ بَيْتَ الْمَقْدِسِ فَجُمِعَ لِي الْأَنْبِيَاءُ عَلَيْهِمْ السَّلَام فَقَدَّمَنِي جِبْرِيلُ حَتَّى أَمَمْتُهُمْ… (ن عن انس(

″İn ve namaz kıl″ dedi. Ben de öyle yaptım. Cebrâil: ″Namaz kıldığın yerin neresi olduğunu biliyor musun?″ dedi ve sözüne devamla ″Taybe’de (Medîne’de) namaz kıldın, oraya hicret edilecektir″ dedi. Sonra tekrar: ″İn ve namaz kıl″ dedi. Ben de inip namaz kıldım. Bunun üzerine Cebrâil dedi ki: ″Nerede namaz kıldığını biliyor musun?″ Allah’u Teâlâ’nın, Mûsâ Aleyhisselâm ile konuştuğu Tûr-i Sînâ’da namaz kıldın. Daha sonra tekrar: ″İn ve namaz kıl″ dedi. İndim ve namaz kıldım. Yine dedi ki: ″Namaz kıldığın yer neresidir biliyor musun?″ Îsâ Aleyhis-selâm’ın doğduğu yer olan Beyt-i Lahm’da kıldın.[7] Sonra Beyt-i Makdis’e girdim, bütün Peygamberler yanımda toplandı. Cebrâil beni öne geçirdi, onlara imamlık yaptım.[8]

(Tefsir ehli derler ki: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in diğer Peygamberlere üstünlüğü açığa çıktı. Çünkü Beyt-i Makdis’te bütün Peygamberlere imam oldu.[9])

Sonra Cebrâil beni en yakın semâ olan Dünyâ semâsına çıkardı. Cebrâil semânın bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Semânın bekçisi: ″Kimdir o?″ dedi. ″Cebrâil’dir″ dedi. ″Beraberinde kimse var mı?″ dedi. ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem benimle beraberdir″ dedi. ″Ona Peygamberlik verildi mi?″ dedi. ″Evet″ verildi. ″Aç″ dedi. Kapı açıldı. Kapıdan girince Âdem Aleyhisselâm’ı gördüm. ″Bu babanız Âdem’dir, ona selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih evlad, sâlih Nebî, dedi.

Âdem Aleyhisselâm’ın sağ tarafında bir kapı var. Ondan güzel bir koku gelir. Ona bakar sevinir, güler. Solunda bir kapı var. Ondan da kötü bir koku gelir. Âdem Aleyhisselâm ona da bakıp üzülür ve ağlar. Cebrâil’den sordum:

- Bu nasıl kapı? dedim. Cebrâil:

- Sağında olan kapı Cennete açılır. Güzel olan ruhlar oradan Cennete girerler. Solunda olan kapı da Cehenneme açılır. Şâkilerin ruhları oradan Cehenneme girerler. Sağında olan kapıdan iyi ruhları görür, sevinir. Solunda olan kapıdan kötü ruhları görür, üzülür, dedi.

Sonra Cebrâil beni ikinci semâya doğru çıkardı ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Orada teyze çocukları olan Îsâ ve Yahyâ Aleyhimessselâm ile karşılaştım. Cebrâil: ″Bunlar Îsâ ve Yahyâ’dır. Onlara selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim. Onlar da selâmıma karşılık verdiler ve bana:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih Nebî, dediler. Sonra Cebrâil beni üçüncü semâya doğru çıkardı ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Orada Yusuf Aleyhisselâm ile karşılaştım. Cebrâil: ″Bu Yusuf’tur, ona selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih Nebî, dedi. Sanki dünyâ güzelliğinin yarısı ona verilmişti.

Sonra Cebrâil beni dördüncü semâya doğru çıkardı ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Orada İdris Aleyhisselâm ile karşılaştım. Cebrâil: ″Bu İdris’tir, ona selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih Nebî, dedi. Aziz ve Celil olan Allah Sûre-i Meryem, Âyet 57’de: ″Onu yüce bir mekâna yükselttik″ diye buyurdu.

Sonra Cebrâil beni beşinci kata doğru yükseltti ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Orada da Hârun Aleyhisselâm ile karşılaştım. Cebrâil: ″Bu Hârun’dur, ona selâm ver″ dedi. Bende selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih Nebî, dedi.

Sonra Cebrâil beni altıncı semâya doğru yükseltti ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Orada Mûsâ Aleyhisselâm ile karşılaştım. Cebrâil: ″Bu Mûsâ’dır, ona selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih Nebî, dedi.

Sonra Cebrâil beni yedinci semâya doğru yükseltti ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Ben orada İbrâhim Aleyhisselâm ile arkasını Beyt’ül-Mâmur’a[10] dayamış olarak karşılaştım. Beyt’ül-Mâmur’u gördüm. Ona günde yetmiş bin melek girer ve bir daha ona dönmezler. Cebrâil: ″Bu, baban İbrâhim’dir, ona selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih oğlum, sâlih Nebî, dedi. Sonra Sidret’ül-Müntehâ’ya çıkarıldım. Bir de gördüm ki, Sidr ağacının yaprakları fillerin kulakları gibidir. Onun yemişleri ise, Yemen’in Hecer kasabası testilerine benzer. Cebrâil bana:

- İşte burası Sidret’ül-Müntehâ’dır, dedi. Burada dört nehir vardı; ikisi bâtın ve ikisi zâhir. ″Bunlar nedir Yâ Cebrâil?″ diye sorunca, dedi ki:

- Bâtın olan iki ırmak Cennete gider. Zâhir olan iki ırmak da dünyâya gider. Bunlar mübârek Nil ve Fırat’tır.

Sidre’yi öyle renkler kaplamıştı ki, onlar nedir bilmem. Sonra Cennete katıldım ki, içinde birçok inciden kubbeler vardı, toprağı da misk kokulu idi.

فَلَمَّا غَشِيَهَا مِنْ أَمْرِ اللّٰهِ مَا غَشِيَ تَغَيَّرَتْ فَمَا أَحَدٌ مِنْ خَلْقِ اللّٰهِ يَسْتَطِيعُ أَنْ يَنْعَتَهَا مِنْ حُسْنِهَا فَأَوْحَى اللّٰهُ إِلَيَّ مَا أَوْحَى... (م عن انس بن مالك(

Allah’u Teâlâ’nın emrinden her şeyi bürünmekte olan şey, Sidreyi tamamıyla bürüyünce, bana başka bir hâl oldu. Artık Allah’ın mahlûklarından, O’nun güzelliğinden bir kısmını bile tavsif ve tarif etmeye kâdir olabilecek hiçbir kimse yoktur. (Sûre-i Necm, Âyet 10’da geçtiği üzere) ″Böylece Allah’u Teâlâ, kuluna vahyettiğini vahyetti.″ O zaman Allah’u Teâlâ bana:

- Yedi kat semâyı ve arzı yarattığım gün sana ve ümmetine elli vakit namazı farz kıldım, sen ve ümmetin o namazı kılın, diye buyurdu. Hemen İbrâhim Aleyhisselâm’a vardım, bana bir şey sormadı. Sonra Mûsâ Aleyhisselâm’ın yanına varınca:

- Allah’u Teâlâ sana ve ümmetine ne kadar namaz farz kıldı? diye sordu. Ben de:

- Elli vakit namaz farz kıldı, dedim. Mûsâ Aleyhisselâm dedi ki:

- Ben, insanları iyi tanırım. İsrailoğullarından neler neler çektim, senin ümmetin bu elli vakit namaza dayanamaz. Rabbine dön, bu yükün biraz hafifletilmesini iste. Ben de:

- Rabbime döndüm ve biraz hafifletmesini istedim. Kırk vakte indirdi. Tekrar Mûsâ Aleyhisselâm’ın yanına dönünce:

- Ne yaptın? dedi. ″Kırk vakte indirdi″ dedim. Bana yine ilk sözünü söyleyince, yine Rabbime döndüm; otuz vakte indirdi. Yine Mûsâ Aleyhisselâm’a döndüm. Bana aynı ilk sözünü söyleyince, yine Rabbime döndüm, yirmi vakte indirdi. Sonra on, sonra beşe indirdi. Yine Mûsâ Aleyhisselâm’a geldim, bana yine aynı ilk sözü söyleyince:

- Rabbime tekrar dönmeye utanırım, dedim. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ:

- Kullarımdan, farz kıldığım yükü hafiflettim. Böylece ibâdet ve iyiliklerini on katıyla mükâfatlandıracağım, diye buyurdu.[11]

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mîraçta Allah’u Teâlâ ile doksan bin kelâm hem konuşmuş ve hem de O’nu perdesiz olarak görmüştür.

Bu hâdise, Sûre-i Necm, Âyet 10-11’de şöyle geçmektedir:

″Böylece Allah’u Teâlâ, kuluna vahyettiğini vahyetti.* Gözüyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.″

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ:

قَالَ رَأَى مُحَمَّدٌ رَبَّهُ قُلْتُ أَلَيْسَ اللّٰهُ يَقُولُ {لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ} قَالَ وَيْحَكَ ذَاكَ إِذَا تَجَلَّى بِنُورِهِ الَّذِي هُوَ نُورُهُ وَقَالَ أُرِيَهُ مَرَّتَيْنِ (ت عن ابن عباس)

″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem, Rabbini gördü″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Gözler O’nu idrak edemez. Halbuki O, gözleri idrak eder″[12] diye buyurmuyor mu? dedim. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Vay sana! O, kendi nûru olan nûru ile tecelli ettiği zamandır. Oysa Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Rabbini iki kez gördü.″[13]

Yine İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

قَدْ رَأَى مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَبَّهُ (ك حب عن ابن عباس)

″Yemin ederim ki, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Rabbini gördü.″[14]

Ayrıca İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

اَتَعْجَبُونَ اَنْ تَكُونَ الْخَلَّةُ لِاِبْرَاهِيمَ وَالْكَلَامُ لِمُوسَى وَلِرُؤْيَةِ لِمُحَمُّدٍ (طب ك عن ابن عباس)

″Halilliğin İbrâhim’e, kelâmın Mûsâ’ya ve görmenin Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e olduğuna siz hayret mi edersiniz!″[15]

Sidret’ül-Müntehâ’dan sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Allah’ın Cemâlini görmesi ve konuşması hakkında nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

″Cebrâil elimden tutup beni kendi makamından Sidre’nin a’lâsına iletti. Bana vedâ etti. Ben: ″Yâ Cebrâil! Beni yalnız mı bırakırsın?″ dedim. Cebrâil: ″Benim makâm-ı ma’lumum budur″ dedi. Hizmetim buraya kadardır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sen bana; seni Rabb’ül-İzzet’e ileteyim, dedin. Neden burada kalırsın?″ Elimi, Cebrâil’in elinden tutup bir ayak ileri çektim. Cebrâil, serçe gibi olup çok ızdıraba düştü. Hakk Teâlâ’nın heybetinden titremeye başladı. Bana: ″Beni makâmımda alıkoy, eğer bir ayak veya bir parmak ileri gidersem, Celâlullah’ın heybetinden helâk olur ve bütün vücudum yanar″ dedi…″[16]

Hâsılı kelâm, bundan sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, yalnız olarak yoluna devam etmiştir. Sûre-i Necm, Âyet 8’de geçtiği üzere; aralarında o kadar yakınlaşma oldu ki, Celâl ve Cemâl heybeti zâhir oldu. Allah’ın kelâmını işitti ve âşikâre Rabbi Teâlâ’yı gördü.

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

لِي‌ مَعَ اللّٰهِ وَقْتٌ لَا يَسَعُنِي فِيهِ مَلَكٌ مُقَرَّبٌ وَلَا نَبِي‌ٌّ مُرْسَلٌ.

″Benim, Rabbim ile bir vaktim olur ki, o vakit ne mukarreb (Allah’a en yakın olan) bir melek, ne de mürsel bir Nebî benimle bulunur.″[17]

Her namazda okuduğumuz ″Ettahiyyâtu″ duası, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Allah’u Teâlâ ile Mîraçta konuşmasıdır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mîraca çıkmadan evvel selâm yoktu. Selâm yerine ″Tahiyye″ vardı.

Mîraçta ilk defa Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’u Teâlâ’nın huzuruna çıktığında: ″Ettahiyyâtü lillâhi vesselavâtü vettayyibât″ (Selâmım Allah’adır, Salâvatım da Allah’adır) dedi. Allah’u Teâlâ’da: ″es-Selâmü aleyke eyyühennebiyyü″ (Selâmım senin üzerine olsun, Ey Benim Nebîm!) ″Ve rahmetullâhi ve berekâtuh″ (Rahmetim ve bereketim de senin üzerine olsun) diye karşılık verdi.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn″ (Selâm üzerimize ve ibâdet edip amel-i sâlih işleyenlerin üzerine olsun) dedi. Bunları Cebrâil Aleyhisselâm Sidret’ul-Müntehâ’da dinliyordu. O da: ″Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammed’en abduhû ve Resûluh″ (Ben şahâdet ederim ki; Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur. Yine şahâdet ederim ki; Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’ın kulu ve hak Resûlüdür) dedi.[18]

İşte Allah’u Teâlâ, ″es-Selâmü aleyke″ (Selâmım senin üzerine olsun) dediği için ondan sonra bu selâm şekli kaldı.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraca çıktığında gökleri, âlemleri, Cennet ve Cehennemi gördü ve orada birçok acaipleri müşahede etti. Nitekim Sûre-i Necm, Âyet 18’de Allah’u Teâlâ buyurdu ki:

″Yemin olsun ki, Rabbinin alâmetlerinden birçok acâyibi gördü.″

Mîraçta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gördükleri hakkında çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bu gördüklerini de rüyâda değil, bizzat gözüyle müşâhede etmiştir. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ der ki:

″Biz, Mîraç gecesi sana gösterdiğimiz temaşayı, ancak insanları imtihan etmek için gösterdik″ diye geçen Sûre-i İsrâ, Âyet 60’taki, ″Sana gösterdiğimiz temaşa″ ifadesi:

هِيَ رُؤْيَا عَيْنٍ أُرِيَهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِهِ… (خ حم عم ابن عباس(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraç gecesi gördük-leridir ki, bunları rüyâda değil, uyanık olarak ve bizzat gözleriyle görmüştür…″[19]

Mîraç ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in birçok Hadis-i Şerif’i nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

أَتَيْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي عَلَى مُوسَى عَلَيْهِ السَّلَام عِنْدَ الْكَثِيبِ الْأَحْمَرِ وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي فِي قَبْرِهِ (م ن انس(

″Mîraç gecesi, Kesb-i Ahmar (kırmızı kum tepesi) denilen yerde Mûsâ Aleyhisselâm’a geldim. O kabrinde namaz kılıyordu.″[20]

مَرَرْنَا بِرَجُلٍ سَبْطٍ طُوَالِ آدَمَ كَأَنَّهُ مِنْ رِجَالِ أَزْدِ شَنُوأَةَ وَهُوَ يَقُولُ وَيَرْفَعُ صَوْتَهُ أَكْرَمْتَهُ وَفَضَّلْتَهُ قَالَ فَدَفَعْنَا إِلَيْهِ فَسَلَّمْنَا عَلَيْهِ فَرَدَّ السَّلامَ فَقَالَ مَنْ هَذَا مَعَكَ يَا جِبْرِيلُ قَالَ هَذَا اَحْمَدُ قَالَ: مَرْحَبًا بِالنَّبِيِّ الأُمِّيِّ الْعَرَبِىِّ الَّذِي بَلَّغَ رِسَالَةَ رَبِّهِ وَنَصَحَ لأُمَّتِهِ قَالَ ثُمَّ دَفَعْنَا فَقُلْتُ مَنْ هَذَا يَا جِبْرِيلُ فَقَالَ هَذَا مُوسَى بْنُ عِمْرَانَ عَلَيْهِ السَّلامُ قُلْتُ وَمَنْ يُعَاتِبُ قَالَ يُعَاتِبُ رَبَّهُ فِيكَ قُلْتُ وَيَرْفَعُ صَوْتَهُ عَلَى رَبِّهِ؟ قَالَ إِنَّ اللّٰهَ قَدْ عَرَفَ لَهُ حِدَّتَهُ ... (ابن عرفة وابو نعيم وبن عساكر عن عبد اللّٰه بن مسعود(

″Mîraç gecesinde, Burakla giderken, uzun boylu, esmer, kıvırcık saçlı ve Şenue kabilesinin adamlarına benzeyen bir adamla karşılaştım. Bu adam sesini yükselterek: ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ikram ettin, onu bizden üstün kıldın″ diyordu. Ona uğrayıp selâm verdik. O da selâmımıza karşılık verdi ve dedi ki: ″Yâ Cebrâil! Senin yanındaki kimdir?″ Cebrâil: ″Bu Ahmed’dir″ deyince, dedi ki: ″Merhaba! Rabbinin emirlerini tebliğ eden, ümmetine hayır getiren ümmî ve Arap olan Peygamber!″ dedi. Sonra yanından geçip gittik. ″Yâ Cebrâil! Bu kimdir?″ diye sordum. Dedi ki: ″Bu Mûsâ İbn-i İmran Aleyhisselâm’dır.″ ″Ben kime itap ediyordu?″ diye sordum. Cebrâil: ″Rabbına itap ediyordu″ dedi. Ben hayret ederek, ″Rabbine yüksek sesle itap etmesi doğru olur mu?″ diye sordum. Cebrâil: ″Allah’u Teâlâ, Mûsâ’nın hiddetini hoş görüyor″ dedi.″[21]

مَرَرْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي عَلَى مُوسَى بْنِ عِمْرَانَ عَلَيْهِ السَّلَام رَجُلٌ آدَمُ طُوَالٌ جَعْدٌ كَأَنَّهُ مِنْ رِجَالِ شَنُوءَةَ وَرَأَيْتُ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ مَرْبُوعَ الْخَلْقِ إِلَى الْحُمْرَةِ وَالْبَيَاضِ سَبِطَ الرَّأْسِ وَأُرِيَ مَالِكًا خَازِنَ النَّارِ وَالدَّجَّالَ (م عن ابن عباس(

″Mîraç gecesi, Mûsâ İbn-i İmran Aleyhisselâm’a uğradım. Onu esmer, uzun ve kıvırcık saçlı bir zât olarak gördüm. Şenua (Yemen’de bir kabile) erkeklerinden birini andırıyordu. Meryem oğlu Îsâ’yı da, orta boylu, kırmızı ve beyaza çalan bir renkte ve saçları salınıvermiş olarak gördüm. Bana Cehennem bekçisi olan Mâlik ve Deccal de gösterildi.″[22]

لَمَّا أُسْرِيَ بِى اِلَى السَّمَاءِ دَخَلْتُ الْجَنَّةَ فَرَأَيْتُ فِي سَاقِ الْعَرْشِ مَكْتُوبًا لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ أَيَّدْتُهُ بِعَلِيٍّ وَنَصَرْتُهُ. (طب عن أبي الحمراء(

″Mîraca çıktığımda, Cennete girdim. Oradaki Arş’ın sütunlarında: Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Allah’ın Resûlüdür ve ben onu Ali ile güçlendirdim ve yardım ettim, ifadesinin yazılı olduğunu gördüm.″[23]

وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَوْ رَأَيْتُمْ مَا رَأَيْتُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيلًا وَلَبَكَيْتُمْ كَثِيرًا قَالُوا وَمَا رَأَيْتَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ رَأَيْتُ الْجَنَّةَ وَالنَّارَ (م حم عن انس(

″Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler benim gördüğümü görmüş olsaydınız, muhakkak az güler ve çok ağlardınız.″ Sahâbîler: ″Gördüğünüz nedir Yâ Resûlallah?″ dediler. ″Cenneti ve Cehennemi gördüm″ diye buyurdu.[24]

دَخَلْتُ الْجَنَّةَ فَإِذَا أَنَا بِقَصْرٍ مِنْ ذَهَبٍ فَقُلْتُ لِمَنْ هَذَا الْقَصْرُ قَالُوا لِشَابٍّ مِنْ قُرَيْشٍ فَظَنَنْتُ أَنِّي أَنَا هُوَ فَقُلْتُ وَمَنْ هُوَ فَقَالُوا عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ قَالَ فَلَوْلَا مَا عَلِمْتُ مِنْ غَيْرَتِكَ لَدَخَلْتُهُ فَقَالَ عُمَرُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَغَارُ (حم عن انس(

Cennete girdim ve altından bir köşk karşıma çıktı. ″Bu köşk kimin?″ diye sordum. ″Kureyşten bir gencin″ dediler. O gencin kendim olduğunu sandım ve ″kimdir o?″ diye sordum. Ömer b. el-Hattab″ dediler.[25] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Ömer! İçine girip bakmayı arzu ettim. Ancak senin kıskanç olduğunu hatırladım ve geri döndüm!″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Sana karşı da mı kıskanç olacağım, girseydin.″[26]

أَتَيْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي عَلَى قَوْمٍ بُطُونُهُمْ كَالْبُيُوتِ فِيهَا الْحَيَّاتُ تُرَى مِنْ خَارِجِ بُطُونِهِمْ فَقُلْتُ مَنْ هَؤُلَاءِ يَا جِبْرَائِيلُ قَالَ هَؤُلَاءِ أَكَلَةُ الرِّبَا (ه عن ابى هريرة(

″Mîraç gecesi bir kavme geldim. Karınları, içinde yılanlar bulunan evler gibiydi. Karınlarının dışından görünüyordu. Cebrâil’e onların kim olduklarını sordum. Dedi ki: ″Bunlar fâiz yiyenlerdir.″[27]

مَرَرْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي بِالمَلَإ الأَعْلَى وَجِبْريلُ كَالْحِلْسِ الْبَالِي مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ (الديلمي عن جابر(

″Mîraç gecesi, meleklerin topluluklarına uğradım. Cebrâil, Allah’u Teâlâ’nın korkusundan eski bir kilim gibi idi ve titriyordu.″[28]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Mîraç gecesinde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Cennete de gitmişti. Orada iken kendilerini tâkip eden bir ayak sesi duyar ve onun ne olduğunu sorar. Cebrâil Aleyhisselâm: ″O ses, Bilal’in ayak sesleridir″ der.[29] Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraçtan dönünce, Hz. Bilal’e şöyle buyurdu:

يَا بِلَالُ حَدِّثْنِي بِأَرْجَى عَمَلٍ عَمِلْتَهُ عِنْدَكَ فِي الْإِسْلَامِ مَنْفَعَةً فَإِنِّي سَمِعْتُ اللَّيْلَةَ خَشْفَ نَعْلَيْكَ بَيْنَ يَدَيَّ فِي الْجَنَّةِ قَالَ بِلَالٌ مَا عَمِلْتُ عَمَلًا فِي الْإِسْلَامِ أَرْجَى عِنْدِي مَنْفَعَةً مِنْ أَنِّي لَا أَتَطَهَّرُ طُهُورًا تَامًّا فِي سَاعَةٍ مِنْ لَيْلٍ وَلَا نَهَارٍ إِلَّا صَلَّيْتُ بِذَلِكَ الطُّهُورِ مَا كَتَبَ اللّٰهُ لِي أَنْ أُصَلِّيَ (م عن ابى هريرة(

″Ey Bilal! Müslüman olduğundan beri işlediğin ve sen en çok menfaat ümit ettiğin ameli bana söyler misin? Çünkü ben, bu gece cennette ön tarafımda senin ayakkabılarının sesini işittim!″ Bilal Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Ben, İslâm’da nazarımda daha çok menfaat umduğum şu amelden başkasını işlemedim: Gece olsun, gündüz olsun abdest aldığım zaman, mutlaka (iki rek’at abdest namazı) bana kılmam yazılan (farz gibi gördüğüm) bir namaz kılarım.″[30]

Yine Mîraç hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu hâdise nakledilmiştir:

Fahr-i Âlem Sallallâhu aleyhi ve sellem; Mescid-i Haram’a gelip Hicr’de[31] hüzünlü ve sessiz olarak oturdu. Kureyş’in yalanlamasını düşünürdü. Ebû Cehil alay yollu Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in önüne gelip, ″Yâ Muhammed! Hiç yeni bir şey, acâyip bir hâl zuhur etti mi?″ diye sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, bu gece bir sefer ettim. Hiç kimse böyle bir sefer etmemiştir. Öyle bir haber getirdim ki, böyle bir haberi kimse getirmemiştir. Beni Beyt’ül-Mukaddes’e ilettiler, sonra göklere çıkardılar″ diye buyurdu. Ebû Cehil: ″Bu gece gittin, geldin mi?″ dedi. ″Evet″ dedi. Ebû Cehil: ″Bu sözü kavminin yanında söyler misin?″ dedi. ″Evet söylerim″ dedi. Ebû Cehil bağırıp, ″Ey Benî Kaab! Hepiniz gelin″ dedi. Halk toplanıp geldiler. Ebû Cehil: ″Şimdi benim yanımda söylediğini söyle″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Beni bu gece Beyt’ül-Mukaddes’e ilettiler. Oradan semâvata çıkardılar″ buyurdu. Orada hazır olanlar, hayret ettiler. Kimi elini eline vurdu. Kimi de inkâr ederek alay etti. Çünkü bu iş akla sığmaz dediler. Ne kadar îmanı zayıf olan varsa hepsi de dîninden döndüler. Ebû Cehil, Hz. Ebû Bekir’in yanına vardı ve ona, ″Sahibinin yanına varmaz mısın, göresin ki ne söyler? dedi.″ Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu: ″Ne söyler?″ dedi. Ebû Cehil: ″Bu gece gökleri gezdim″ diye haber verdi. Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu: ″Bu dediklerini söyledi mi?″ deyince, Ebû Cehil: ″Söyledi″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu dedi ki: ″O’nun sözü gerçektir. Ben O’nun göklerden verdiği haberleri tasdik ederim. Eğer göz açıp kapayıncaya kadar geçen anda yedi kat göğe vardım ve geldim dese, yine tasdik ederim.″ Bunun üzerine Ebû Cehil lâin: ″Senin gibi sahibini tasdik eden hiçbir kimse görmedim″ dedi.

Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna vardı: ″Yâ Resûlallah! Şöyle şöyle buyurdun mu?″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet″ dedi. Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu: ″Doğru söylüyorsun. Yâ Resûlullah! Nasıl oldu, haber ver?″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, başından sonuna kadar anlattı. Her bölümünü anlattığında, Doğru söylüyorsun″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Her bölümü hiçbir kısıntıya lüzum kalmadan tasdik eder misin?″ dedi. Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu: ″Hakk Teâlâ, Cebrâil Aleyhisselâm’ı bin kere göklerden indirdi. Seni bir kere semâya iletmeye kâdir değil midir?″ dedi.

Herkesten önce Mirâc’ı tasdik eden (yetişkin erkeklerden) Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu’dur. Onun için Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu’nun lakâb-ı şerifleri, ″Sıddîk″ oldu. Doğruyla gelen zâtı (Muhammed Aleyhisselâm’ı) tasdik edenler var ya, işte takvâ sahipleri onlardır″ mealindeki Sûre-i Zümer, Âyet 33, Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu hakkında nâzil oldu.

Mîracı ilk inkâr eden de Ebû Cehil’dir. Onun hakkında ise, ″Allah’a karşı yalan söyleyen ve doğru geldiği vakit, onu yalanlayan kimseden daha zâlim kimdir? Kâfirler için Cehennemde yer mi yok?″ mealindeki Sûre-i Zümer, Âyet 32 nâzil oldu.[32]

Mîracı ilk tasdik eden Hz. Ebû Bekir, ilk inkâr eden de Ebû Cehil olmuştur. Her kim Mîracı tasdik ederse, Ebû Bekir Radiyallâhu anhu ile haşrolur. Her kim de inkâr ederse, Ebû Cehil ile haşrolur. [33]

Hz. Ebû Bekir hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَا أَبَا بَكْرٍ إِنَّ اللّٰهَ سَمَّاكَ اَلصِّدِّيقُ (الديلمى عن ام هانى(

″Yâ Ebû Bekir! Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ sana ″Sıddîk″ adını verdi.″[34]

Mîracı inkâr eden münkirler toplanıp Resûlü Ekrem’in bulunduğu yere geldiler ve dediler ki: ″Göklere ait haberin doğru mu?″ Hazır olan bir cemaat ki, Mescid-i Aksâ’yı görmüşlerdi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Biz biliriz ki, sen ömründe Mescid-i Aksâ’yı görmedin. Bize onun alâmetlerinden haber ver″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

- Bana bir ızdırap geldi. Ömrümde bunun gibi sıkıntı görmedim. Zîrâ giderken de gelirken de etrafıma bakıp, Mescid-i Aksâ’nın alâmetlerine dikkat etmemiştim. O anda Cebrâil Aleyhisselâm Mescid-i Aksâ’yı karşıma getirdi. Her ne sual ettilerse cevabını verdim. Mescid-i Aksâ’nın izahında hiç kusur bulamadılar.

Bu husus Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

لَمَّا كَذَّبَتْنِي قُرَيْشٌ قُمْتُ فِي الْحِجْرِ فَجَلَا اللّٰهُ لِي بَيْتَ الْمَقْدِسِ فَطَفِقْتُ أُخْبِرُهُمْ عَنْ آيَاتِهِ وَأَنَا أَنْظُرُ إِلَيْهِ (خ م عن جابر بن عبد اللّٰه(

″Kureyş beni yalanladığı vakit, Hicr’de[35] doğruldum. Allah’u Teâlâ Beyt’ül-Makdis’i bana tecelli ettirdi. Onlara onun alâmetlerini bir bir haber vermeye başladım. Hem ona bakıyor, hem de haber veriyordum.″[36]

Bu sefer de, ″Bizim o tarafta kafilelerimiz vardı, onları gördün mü?″ diye sordular. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

- Üç kafileyi gördüm. Birisi ″Ruha″ dedikleri yerde bir deve kaybetmişler, onu aramaya gitmişlerdi. Ben, onlarla karşılaştım ve onların kırbalarından su içtim. Geldikleri vâkit sorun. Birisi de ″Zîmerû″ mevkiinde iki kişi bir deveye binmişlerdi. Deve benden ürktü. Birisi deveden düştü eli kırıldı. Üçüncü kafile ki, onları ″Ten’im″ mevkiinde geçtim. Filan, filân, filan ile bir toprak renkli deve üzerinde, alaca çuval yüklü devede kafilenin önünde idiler. Onlar gün doğduktan sonra gelirler, buyurdu. Kureyş halkı ″Seniyeh″ tarafına çıktılar. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i yalanlayabilmek için günün doğmasını beklediler. Nihâyet birisi: ″Vallâhi! İşte gün doğdu″ dedi. Bir diğeri: ″Vallâhi! İşte kâfile geldi″ dedi. Her ne söylemişse, hepsi doğru çıktı. Deveden düşen kimse gelip,″Muhammed doğru söyler″ dedi. ″Sahrada Burak çok süratli geçti. Elimizden yay düştü. Kaldırıp bize verdi″ dediler. Bu kadar alâmet gördükleri halde münkirler yine de, ″Bu sihirdir″ dediler.[37]

Muhammed İbn-i Ka’b el-Kurazî Hazretleri şöyle anlatmaktadır:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Dihye İbn-i Halîfe’yi Kayser’e gönderdi. Muhammed İbn-i Kâ’b, Dihye’nin Kayser’e gidişini ve dönüşünü nakleder. Heraklius, ticaret maksadıyla Şam topraklarında bulunan Ebû Süfyan Sahr İbn-i Harb ve arkadaşlarını huzuruna çağırttı.[38]

Ebû Süfyan, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in durumunu Kayser’in yanında küçük düşürmeğe ve önemsizmiş gibi göstermeğe gayret etti. Ebû Süfyan der ki:

- Doğrusu benim, Nebî Sallallâhu aleyhi ve sellem’i Kayser’in gözünden düşürmek için yeterli sözleri söylememe engel olan husus, onun yanında bir yalan söyleyip de, bundan dolayı beni sorumlu tutması endişesi idi. Bu durumda o, benim söylediklerimden hiçbirini doğru saymazdı…

Ebû Süfyan der ki:

- Ben, Kayser’e, onun Mîraca gittiğini anlatırken dedim ki:

أَيُّهَا الْمَلِكُ أَلَا أُخْبِرُكَ خَبَرًا تَعْرِفُ بِهِ أَنَّهُ قَدْ كَذَبَ قَالَ وَمَا هُوَ قَالَ قُلْتُ إِنَّهُ يَزْعُمُ لَنَا أَنَّهُ خَرَجَ مِنْ أَرْضِنَا أَرْضِ الْحَرَمِ فِي لَيْلَةٍ فَجَاءَ مَسْجِدَكُمْ هَذَا مَسْجِدَ إِيلِيَاءَ وَرَجَعَ إِلَيْنَا تِلْكَ اللَّيْلَةَ قَبْلَ الصَّبَاحِ. قَالَ وَبِطْرِيقُ إِيلِيَاءَ عِنْدَ رَأْسِ قَيْصَرَ فَقَالَ بِطْرِيقُ إِيلِيَاءَ :قَدْ عَلِمْتُ تِلْكَ اللَّيْلَةَ قَالَ فَنَظَرَ إِلَيْهِ قَيْصَرُ .وَقَالَ وَمَا عِلْمُكَ بِهَذَا قَالَ إِنِّي كُنْتُ لَا أَنَامُ لَيْلَةً حَتَّى أُغْلِقَ أَبْوَابَ الْمَسْجِدِ فَلَمَّا كَانَتْ تِلْكَ اللَّيْلَةُ أَغْلَقْتُ الْأَبْوَابَ كُلَّهَا غَيْرَ بَابٍ وَاحِدٍ غَلَبَنِي فَاسْتَعَنْتُ عَلَيْهِ بِعُمَّالِي وَمَنْ يَحْضُرُنِي كُلُّهُمْ فَغَلَبَنَا ، فَلَمْ نَسْتَطِعْ أَنْ نُحَرِّكَهُ كَأَنَّمَا نُزَاوِلُ بِهِ جَبَلًا فَدَعَوْتُ إِلَيْهِ النَّجَاجِرَةَ فَنَظَرُوا إِلَيْهِ فَقَالُوا إِنَّ هَذَا الْبَابَ سَقَطَ عَلَيْهِ النِّجَافُ وَالْبُنْيَانُ وَلَا نَسْتَطِيعُ أَنْ نُحَرِّكَهُ حَتَّى نُصْبِحَ فَنَنْظُرَ مِنْ أَيْنَ أَتَى قَالَ فَرَجَعْتُ وَتَرَكْتُ الْبَابَيْنِ مَفْتُوحَيْنِ فَلَمَّا أَصْبَحَتْ غَدَوْتُ عَلَيْهِمَا فَإِذَا الْمَجَرُّ الَّذِي فِي زَاوِيَةِ الْمَسْجِدِ مَثْقُوبٌ. وَإِذَا فِيهِ أَثَرُ مَرْبِطِ الدَّابَّةِ قَالَ فَقُلْتُ لِأَصْحَابِي مَا حُبِسَ هَذَا الْبَابُ اللَّيْلَةَ إِلَّا عَلَى نَبِيٍّ وَقَدْ صَلَّى اللَّيْلَةَ فِي مَسْجِدِنَا (أبو نعيم الأصبهاني دلائل النبوة عن محمد بن كعب القرظي(

- Ey Hükümdar! Sana onun yalan söylediğini bildiren bir haber vereyim mi? Kayser:

- Nedir o? dedi. Ben dedim ki:

- O, bizim toprağımızda bulunan Harem-i Şerif’ten geceleyin çıkıp sizin mescidiniz olan şu İlyâ (Kudüs) mescidine geldiğini ve sabah olmadan önce, o gece tekrar bizim yanımıza döndüğünü iddia ediyor. Ebû Süfyan diyor ki:

- Kudüs Patriği de Kayser’in yanı başındaydı. Patrik dedi ki:

- Ben o geceyi biliyorum. Kayser ona baktı ve dedi ki:

- Senin bu gece hakkındaki bilgin nedir? Patrik dedi ki:

- Ben, gece Kudüs mescidinin kapılarını kapatmadan yatmazdım. O gece bütün kapıları kapamıştım. Ancak bir kapıyı kapayamadım. Yanımda çalışanlardan ve mescitte hazır bulunanlardan yardım istedim. Onlar da gelip bana yardım ettiler, ama kapıyı yerinden oynatamadık. Sanki bir dağ ile uğraşıyorduk. Marangozları çağırdım. Onlar baktılar ve dediler ki:

- Bu kapının üstü yıkılmış. Sabah olup bu yıkıntının nereden geldiğini görünceye kadar yerinden oynatamayız. Bunun üzerine Patrik dedi ki:

- O kapıyı açık bırakmak zorunda kaldım. Evime döndüm. Sabah oraya geldiğimde, mescidin bir köşesinde bulunan taş delinmişti ve taşın üzerinde bir hayvanın bağının izi vardı. Arkadaşlarıma dedim ki:

- Bu kapı, bu gece bir Peygambere açılmıştır ve o, bu gece bizim mescidimizde namaz kılmıştır.[39]

Bu olay hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَمَّا انْتَهَيْنَا اِلَى بَيْتِ الْمَقْدِسِ قَالَ جِبْرِيلُ بِاَصْبُعِهِ فَخَرَقَ بِهِ الْحَجَرَ وَشَدَّ بِهَا الْبُرَاقَ (ت عن بريدة(

″Beyt’ül-Makdis’e vardığımız zaman, Cebrâil parmağını koyarak taşı deldi ve Burak’ı ona bağladı.″[40]

Âyette açıklanan Mîracın hangi ayda meydana geldiğine dair farklı görüşler ileri sürülse de, genel kabul, bu olayın Mübârek Receb ayının 27. Gecesinde meydana gelmiş olduğudur. Bu geceyi Müslümanlar, ″Mîraç Kandili″ olarak kutlamaktadırlar. Resûlü Ekrem’in bu Mîracı, kendisine Peygamberliğin ilk geldiği zamanlarda, aradan çok geçmeden meydana gelmiştir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in birden fazla Mîraca çıktığına dair rivâyetler de vardır.

Sonuç olarak, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yirmi üç sene Peygamberlik hayatında, gittiği Mîraçlardan yalnız bir geceyi anlatmasını Allah’u Teâlâ emretti. Yirmi üç sene Peygamberlik hayatının her gecesinde o âlemlere gidiyor, söylemiyorsa, kimin ne haberi olabilir. Çünkü Ashâb-ı Kehf’in başından üç yüz dokuz sene, yarım gün gibi geçti.[41] Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Mîraçta yüz sene gibi geçen uzun zaman, dünyâda beş dakika gibi geçmiştir. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Döndüğümde yatağımı sıcak buldum″ diye söylemiştir. Bunlar Allah’a göre çok kolaydır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem her ne dedi ise, hepsi haktır.

Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu: ″Hakk Teâlâ, Cebrâil Aleyhisselâm’ı bin kere göklerden indirdi. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i semâya iletmeye kâdir değil midir?″ diye söylemiştir. Hz. Ebû Bekir Efendimiz, ″Sıddîk″ ismini bu tasdiki üzerine almıştır. Mîraca inananlar Müslümanlardır. İnkâr edenler ise Ebû Cehil gibi kâfir olanlardır. İnsan aklının alamayacağı bu büyük mûcizeye, îmanı zayıf olanlar; rüyâsında görmüştür, hayal görmüştür veya bedenen gitmeyip ruh âleminde gitmiştir gibi sözler söyleyerek inkâr edip kâfir olmuşlardır.

Çünkü Sûre-i İsrâ, Âyet 1’de: ″Kendisine kudretimize delil olan alâmetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Muhammed Aleyhisselâm’ı) bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’u Teâlâ, noksan sıfatlardan uzaktır…″ diye açık bir ifadeyle Allah’u Teâlâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i Mekke’den, Kudüs’e gecenin az bir kısmında götürdüğünü beyan etmektedir. Mekke ile Kudüs’ün arası yaklaşık iki bin km. olduğuna göre, gidişi ve dönüşü dört bin km. yapar. Gecenin az bir kısmında o zamanın şartlarında bir kişi en hızlı binek olan atla oraya gidecek olsa, ortalaması günlük yüz km. yol gider. Bu kimse dört bin km. olan yolu, kırk günde ancak alabilir. Allah’u Teâlâ, net bir ifade ile Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gecenin az bir kısmında Kudüs’e gittiğini ve oradan döndüğünü haber vermektedir. Bu olay akla ve mantığa sığmaz, ancak îmana sığar. Bunu inkâr etmek insanı küfre götürür. Çünkü âyeti inkâr etmek anlamına gelir.

Sûre-i Bakara, Âyet 117’de şöyle buyrulmaktadır:

″Allah’u Teâlâ, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. O, bir şeyin olmasını istediği zaman, ona sâdece ″Ol″ der, o da hemen oluverir.″ Allah’u Teâlâ her şeye kâdirdir, O’na zor yoktur.

Müslümanlar böyle îman ettikleri için, Âyet-i Kerîme’lerde anlatılan, bu ve buna benzer akla mantığa sığmayan harikulâde olaylara, ″Bunların hepsi Rabbimiz tarafındandır″ diyerek bütün kalbiyle îman ederler. Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 7’de şöyle buyrulmuştur:

″… İlimde râsih olanlar ise, ″Âyetlerin cümlesi Rabbimizden nâzil olmuştur, biz onlara îman ettik″ derler. İşte böyle diyenler, hâlis akıl sahipleridir.″


[1] Bakınız: Geylânî Tefsîri, c. 5, s. 443.

[2] Âyet-i Kerîme’nin metninde geçen ″Kâbe Kavseyn″ (bir yayın iki ucu kadar) dediği; kâb, yayın ortasındaki birleşme yeridir. Kavseyn de, birleşme yerinin iki tarafındaki esnek olan kanatlardır, yani bir yay mesafesi demektir.

[3] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 188-189.

[4] Nebhânî, Huccetullâhi Alel Âlemin fî Mucizât-ı Seyyide’l-Murselîn, c. 1, s. 511.

[5] Sûre-i İnşirâh, Âyet 1.

[6] Sahih-i Müslim, Îman 74 (263).

[7] Bu Hadis-i Şerif’te geçtiği üzere, Peygamberlerin, büyük zâtların makamlarını ve türbelerini ziyaret edip oralarda Allah için iki rek’at nâfile namaz kılmak buradan kalan bir sünnettir.

[8] Sünen-i Nesâî, Salât 1.

[9] Bu hususta Sûre-i Zuhruf, Âyet 45 ve izahına bakınız.

[10] Beyt’ül-Mâmur: Aynı Kâbe gibi meleklerin tavaf yaparak ibâdet ettikleri yer olup, dünyâdaki Kâbe’nin tam üzerine denk gelmektedir.

[11] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 6, Enbiyâ 22-23, Salat 1; Sahih-i Müslim, Îman 74 (259, 263 Sünen-i Nesâî, Salat 1; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’üs-Salat 194.

[12] Sûre-i En’am, Âyet 103.

[13] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 53.

[14] Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 57; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 204.

[15] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3706; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11746.

[16] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 138-139.

[17] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 99; Keşf’ul-Hafâ, Hadis No: 2159.

[18] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 71.

[19] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i İsrâ 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1816.

[20] Sahih-i Müslim, Fedâil 42 (164 Sünen-i Nesâî, Kıyâm’ul-Leyl 15.

[21] Nebhânî, Huccetullâhi Alel Âlemîn fî Mûcizât-ı Seyyid’el-Murselîn, c. 1, s. 511.

[22] Sahih-i Müslim, Îman 74 (266-267).

[23] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 17974.

[24] Sahih-i Müslim, Salât 25 (112 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11559.

[25] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 50.

[26] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11604.

[27] Sünen-i İbn-i Mâce, Ticaret 58.

[28] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 393/1.

[29] Nebhânî, Huccetullâhi Alel Âlemîn fî Mûcizât-ı Seyyide’l-Murselîn, c. 1, s. 489.

[30] Sahih-i Müslim Fedâil’us-Sahâbe 21 (108).

[31] Hicr, Kâbe’nin kuzey köşesinde bulunan ve diğer adı Hatîm olan yerdir.

[32] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 188-189.

[33] Tercüme-i Tefsir-i Tıbyan, c. 2, s. 399-400; Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 190.

[34] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 492/4.

[35] Hicr: Kâbe’nin kuzey köşesinde bulunan ve diğer adı Hatîm olan yerdir.

[36] Sahih-i Buhârî, Menâkib’ul-Ensâr 41; Sahih-i Müslim, Îman 75 (276).

[37] Tercüme-i Tefsir-i Tıbyan, c. 2, s. 399-400; Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 187-188.

[38] Sahih-i Buhârî’de İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan geniş olarak nakledildiğine göre, Heraklius birçok meseleleri onlara sordu. Bu meselelerin tamamı için Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 64’ün izahına bakınız.

[39] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 45; İmam Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 209-210.

[40] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 18.

[41] Sûre-i Kehf, Âyet 19, 20 ve 25’e bakınız.