NEML SÛRESİ

﴿ قَالَ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَؤُ۬ا اَيُّكُمْ يَأْت۪ين۪ي بِعَرْشِهَا قَبْلَ اَنْ يَأْتُون۪ي مُسْلِم۪ينَ ﴿٣٨﴾ قَالَ عِفْر۪يتٌ مِنَ الْجِنِّ اَنَا۬ اٰت۪يكَ بِه۪ قَبْلَ اَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَۚ وَاِنّ۪ي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ اَم۪ينٌ ﴿٣٩﴾ قَالَ الَّذ۪ي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا۬ اٰت۪يكَ بِه۪ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَۜ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ قَالَ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ي۠ لِيَبْلُوَن۪ٓي ءَاَشْكُرُ اَمْ اَكْفُرُۜ وَمَنْ شَكَرَ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ رَبّ۪ي غَنِيٌّ كَر۪يمٌ ﴿٤٠﴾

38-40. Süleyman: ″Ey ileri gelenler! Onlar, Müslüman olarak gelmeden önce, Belkıs’ın arşını (köşkünü) bana kim getirir?″ dedi.* Cinlerden bir ifrit: ″Sen, yerinden kalkmadan önce, ben onu sana getiririm. Ben buna muktedirim ve emînim″ dedi.* Kendinde kitaptan bir ilim bulunan zât (Âsaf b. Berhaya) da: ″Ben onu sana gözünü kapayıp açıncaya kadar getiririm″ dedi (ve hemen getirdi). Süleyman, arşın geldiğini görünce, dedi ki: ″Bu, Rabbimin bana lütfudur. Şükür mü ederim, yoksa nankörlükte mi bulunurum? diye beni imtihan etmek için verdi. Her kim şükrederse nefsi için şükreder. Kim de nankörlükte bulunursa, şüphesiz ki Rabbim hiçbir şeye muhtaç değildir, büyük lütuf sahibidir.″

İzah: Süleyman Aleyhisselâm: ″Belkıs benim yanıma gelmeden önce Yemen’den Kudüs’e, o kızın köşkünü kim getirir?″ diye sordu. Süleyman Aleyhisselâm eğer isteseydi, o kızın köşkünü kendisi getirirdi. Lâkin böyle yapmadı. Bakalım benim ümmetimin içinde kerâmet sahibi kimseler var mı? diye ümmetini denedi. Cinlerden bir ifrit: ″Belkıs’ın köşkünü, sen oturduğun yerden kalkmadan getiririm″ demesine rağmen, Süleyman Aleyhisselâm onun getirmesini istemedi. Çünkü insanlardan birisinin getirmesini istiyordu.

Süleyman Aleyhisselâm‘ın kendi yanındaki ashâbına döndü. Baş veziri olan Âsaf b. Berhaya: ″Ben, Belkıs’ın o muazzam köşkünü sen gözünü kapayıp açıncaya kadar getiririm″ dedi. Süleyman Aleyhisselâm, başını çevirip baktı ki, köşk gelmiş.[1] Bunun üzerine Allah‘u Teâlâ‘ya şükredip, ″Bu, benim Rabbimin büyük bir lütfudur, hediyesidir. Elhamdulillâh! Benim ümmetimde bu gibi kerâmete eren zâtlar yetişmiş″ diyerek hemen secdeye kapandı. ″Şükür mü edecek, verdiğim nîmetlere nankörlükte mi bulunacak diye beni denemek için Rabbim bunu verdi. Yâ Rabbi! Sana yüz binlerce şükürler olsun″ dedi.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, Belkıs’ın sarayını Yemen’den Kudüs’e getiren zâtın, Âsaf b. Berhaya olduğunu söylemiştir.

Yine bu zât hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

إِنَّ اِسْمَ اللّٰه الْأَعْظَمَ الَّذِي دَعَا بِهِ آصَفُ بْنُ بَرْخِيَا يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن عائشة)

″Âsaf b. Berhaya’nın kendisini zikrederek duâ ettiği Allah’ın İsm-i Âzam’ı; Yâ Hayyu, Yâ Kayyûm[2] idi.″[3]

Şeyh Abdülkadir Geylanî Kaddesallâhu sırrahû da, kitabında: ″Süleyman Aleyhisselâm‘ın baş veziri, Âsaf b. Berhaya; ″Kayyûm″ ismine mazhardı. ″Yâ Kayyûm″ dedi, Belkıs’ın köşkü geldi″ diye beyan etmiştir.[4]

Hanefi Mezhebi’nin itikâdda imamı olan İmam Mâturudî’nin görüşlerinin yazıldığı ″Mâturidiyye Akâidi″ adlı kitapta, ″Velîlerin Kerâmetleri″ başlığı altında bu konu şöyle geçmektedir:

[Velîlerin kerâmetleri bize göre câizdir. Mûtezile buna muhaliftir. Yine sihir ile göz değmesi bize göre olağan olup onlarca mümkün değildir.

Bu konudaki delilimiz hem akli hem de nakli yöndendir.

a. Nakli delil: Süleyman Aleyhisselâm’ın vezirine dair gelen ilâhi haberdir. Şöyle ki o, (Sebe Melikesi) Belkıs’ın köşkünü uzak mesafeden kısa bir zaman içinde getirmiştir. Nitekim Allah’u Teâlâ (Sûre-i Neml, Âyet 40’ta) şöyle buyurmuştur: ″Ben onu sana gözünü kapayıp açıncaya kadar getiririm″ dedi…

Yine Nihavend’de bulunan Hz. Sâriye, Medîne’de halife Ömer Radiyallâhu anhu’nun:

يَا سَارِيَةُ الْجَبَلُ اَلْجَبَلُ

″Ey Sâriye dağa dikkat et dağa!″ sözünü işitmiştir. Halbuki ikisi arasında beş yüz fersahtan (2778 km’den) fazla bir mesafe bulunuyordu. Hz. Ömer’in mektubu (atılmak sûreti) ile Nil Nehri’nin taşması, Hz. Halid’in zehir içmesi ve bundan zarar görmemesi de meşhurdur. Tabiine ve Ümmet-i Muhammed’in sâlihlerine ait nakloluna gelen kerâmetler o dereceye ulaşmıştır ki, ahad yoluyla gelen bu rivâyetler bir araya getirildiği takdirde, kerâmetin mümkün olduğu noktasında tevâtür mertebesine varır.

(Tevâtür: Bir Hadis-i Şerif’i veya bir olayı, yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan büyük bir topluluğun nesilden nesile başka topluluklara aktarmasıdır. Örneğin Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri tarafından fethedilen İstanbul’un alınması hâdisesinde olduğu gibi. Nesilden nesile söylenilerek günümüze kadar bu bilgi gelmiştir. Bunun aksini iddia etmek imkânsızdır.)

b. Akli delil’e gelince: Kerâmet, tabiatta câri kanuna aykırı olarak vukû bulan ilâhi bir fiildir (olağanüstü bir haldir). Tâ ki kul, itaatkârlığın meyvesini tanısın ve dînin hak olduğuna dair basiret ve inancı artsın.

Soru: Kerâmet bu tarzda vukû bulacak olsaydı, mûcizeye benzer, Nebî ile velî birbirinden ayırt edilemezdi.

Cevap: Öyle değildir, çünkü mûcize nübüvvet iddiasıyla beraber bulunur. Halbuki velî bunu iddia edecek olsa, anında kâfir olur ve kerâmete lâyık olma vasfından sıyrılır. Bilakis velî, Peygamber Aleyhisselâm’a bağlı olduğunu ikrar eder. Şüphe yok ki, velîye ait her bir kerâmet, tâbi olduğunu ikrar ettiği Peygamber hakkında bir mûcize sayılır. Böyle olunca da velî ile Nebî arasında benzerlik doğmaz.][5]

İşte yukarıda geçtiği gibi, Ehl-i Sünnet’e göre, evliyâ kerâmeti haktır ve bu hususta çok delil nakledilmiştir. Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 37’de geçtiği üzere Hz. Meryem’e Cennet meyvelerinin gelmesi, Sûre-i Kehf, Âyet 25’te geçtiği üzere Ashâb-ı Kehf’in 309 sene uyuması ve bu Sûre-i Neml, Âyet 40’da geçtiği üzere; Süleyman Aleyhisselâm’ın yanındaki baş veziri olan Âsaf b. Berhaya’nın Belkıs’ın sarayını Yemen’den Kudüs’e göz açıp kapayıncaya kadar getirmesi bunlardandır.[6]

Kerâmete dair Enes Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

أَنَّ رَجُلَيْنِ مِنْ أَصْحَابِ النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَرَجَا مِنْ عِنْدِ النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِى لَيْلَةٍ مُظْلِمَةٍ وَمَعَهُمَا مِثْلُ الْمِصْبَاحَيْنِ يُضِيئَانِ بَيْنَ أَيْدِيهِمَا فَلَمَّا افْتَرَقَا صَارَ مَعَ كُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا وَاحِدٌ حَتَّى أَتَى أَهْلَهُ (خ عن انس بن مالك)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbından iki kişi karanlık bir gece de Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanından çıktılar. Önlerinde meşâle gibi iki ışık belirdi. Birbirlerinden ayrılınca da, evlerine varıncaya kadar her birinin yolunu bir ışık aydınlattı.″[7]

Allah’u Teâlâ’nın, evliyâları vâsıtasıyla darda kalanlara yardım ettiğine dair de Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِذَا أَضَلَّ أَحَدُكُمْ شَيْئًا أَوْ أَرَادَ أَحَدُكُمْ غَوْثًا وَهُوَ بِأَرْضٍ لَيْسَ بِهَا أَن۪يسٌ فَلْيَقُلْ يَا عِبَادَ اللّٰهِ أَغِيثُونِى يَا عِبَادَ اللّٰهِ أَعِينُونِى فَاِنَّ لِلّٰهَ عِبَادًا لَا يُرَاهُمْ (طب عن عتبة بن غزوان)

″Biriniz bir şeyde yolunuzu şaşırırsanız veya hiç kimsenin size yoldaş olmadığı, çaresiz kaldığınız bir yerde yardımcı ararsanız, deyin ki: ″Ey Allah’ın has kulları! Benim imdadıma yetişin. Ey Allah’ın has kulları! Bana yardım edin!″ Çünkü Allah’u Teâlâ’nın öyle kulları var ki, onlara yardıma gelirler, görünmezler.″[8]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde ise şöyle buyurmuştur:

اِذَا انْفَلَتَتْ دَابَّةُ أَحَدِكُمْ بِأَرْضِ فَلاةٍ فَلْيُنَادِ: يَا عِبَادَ اللّٰهِ احْبِسُوا عَلَيَّ يَا عِبَادَ اللّٰهِ احْبِسُوا عَلَيَّ فَاِنَّ لِلّٰهِ فِى الأَرْضِ حَاضِرًا سَيَحْبِسُهُ عَلَيْكُمْ. (طب عن ابن مسعود)

″Sizin birinizin sahrada hayvanı kaçarsa, ″Ey Allah’ın has kulları! hapsedin. Ey Allah’ın has kulları! durdurun″ diye seslensin. Çünkü Allah’ın yeryüzünde hazır bulunan öyle kulları vardır ki, onu tutarlar.″[9]

Yine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَقَدْ كَانَ فِيمَا قَبْلَكُمْ مِنَ الْأُمَمِ مُحَدَّثُونَ فَاِنْ يَكُونُ فِى أُمَّتِى أَحَدٌ فَاِنَّهُ عُمَرُ (خ ت عن ابى هريرة)

″Yemin olsun ki, sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilham olunan kimseler vardı. Ümmetim içinde onlardan biri de şüphesiz Ömer’dir.″[10]

Kuraklık olduğunda, Ashâb’ın önerisiyle Hz. Ömer, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in amcası Hz. Abbas’ı minber üzerine oturtup, kendisi de yanına oturur ve onu vesîle ederek yağmur duâsı yapardı. Bu husus Hz. Enes’den nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle geçmektedir:

أَنَّ عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ كَانَ اِذَا قَحَطُوا اسْتَسْقَى بِالْعَبَّاسِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ فَقَالَ اللّٰهُمَّ اِنَّا كُنَّا نَتَوَسَّلُ اِلَيْكَ بِنَبِيِّنَا فَتَسْقِينَا وَاِنَّا نَتَوَسَّلُ اِلَيْكَ بِعَمِّ نَبِيِّنَا فَاسْقِنَا قَالَ فَيُسْقَوْنَ (خ طب عن انس)

Kuraklık olduğunda, Ömer b. el-Hattab, (Peygamberimizin amcası) Abbas İbn-i Abdulmuttalib’i vesîle ederek, ″Yâ Rabbi! Bizler, Peygamberimiz (hayatta iken) vesîlesiyle senden yağmur isterdik de bize yağmur ihsan ederdin. Şimdi de Peygamberimizin amcasının vesîlesiyle bize yağmur ihsan et″ diye duâ ederdi. Enes Radiyallâhu anhu der ki: ″Bu duâyı edince hemen yağmur yağardı.″[11]

İşte bu türden görülen kerâmetler o kadar çok nakledilmiştir ki, tevatür derecesine ulaşmıştır, yani inkârı mümkün değildir. Yine kerâmet hakkında Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 37’nin izahına bakınız.


[1] Âsaf b. Berhaya’nın Yemen’den Kudüs‘e Belkıs’ın köşkünü getirmesi, Allah’u Teâlâ’nın sevdiği kullarına verdiği bir lütfudur. Buna benzer harikulâde haller, Kur’ân âyetlerinde geçmektedir. Meselâ: Ashâb-ı Kehf’in üç yüz dokuz yıl uyuması, Hz. Meryem’e her gün Cennetten yiyecek gelmesi gibi. İşte Allah dostları olan böyle zâtlardan zuhur eden harikulâde hallere kerâmet denir.

[2] ″Hayy ve Kayyûm″ ifadeleri; Allah’u Teâlâ‘nın Esmâ’ül-Hüsnâ‘sındandır. Hayy: Diri olmak yani hayatı ezelî ve ebedîdir. Kayyûm da: Bütün mükevvenâtın halk ve tedbiri, muhafazası O‘na aittir, demektir.

[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 13, s. 204.

[4] Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 164-165. Süleyman Aleyhisselâm’ın kıssası için yine buraya bakabilirsiniz.

[5] Nureddin es-Sabuni, Maturidiyye Akaidi, s. 123-124.

[6] Bakınız: Hamâil’ül-Vesâil Alâ Delâil’ül-Mesâil, s. 233-235.

[7] Sahih-i Buhârî, Salât 79, Menâkıb’ul–Ensâr 13.

[8] Taberânî Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 13737.

[9] Ebû Ya’la Mevsili, Müsned, Hadis No: 5269; Taberanî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 10520; Heysemî, Mecme’uz-Zevâid, Hadis No: 17105; İbn-i Hacer el-Askalani, el-Metâlib’ul-Âliye Fî Zevâid’il Mesanid’is-Semâniye, Duâlar ve Zikirler 25, Hadis No: 3382.

[10] Sahih-i Buhârî, Fedâil’ul-Ashâb 6, Enbiyâ 54; Sünen-i Tirmizî, Menâkıb 17.

[11] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 537; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 82.