ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

﴿ اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرٰنَ رَبِّ اِنّ۪ي نَذَرْتُ لَكَ مَا ف۪ي بَطْن۪ي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنّ۪يۚ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿٣٥﴾

35. Ey Resûlüm! Hatırlat o vakti ki, İmrân’ın zevcesi: ″Ya Rabbi! Karnımdakini, ancak senin Beyt’ül-Makdis’ine hizmet etmesi için adadım. Bunu benden kabul buyur. Şüphesiz Sen her şeyi işiten ve bilensin″ dedi.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

{نَذَرْتُ لَكَ مَا فِي بَطْنِي مُحَرَّرًا} لِلْمَسْجِدِ يَخْدُمُهَا. (خ عن ابن عباس)

Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 35’te geçen ″Adamak″ ifadesinden maksat, mescide hizmet etmek için adamak anlamındadır.[1]

Müfessirlerin beyanına göre, İmrân’ın zevcesi: Îsâ Aleyhisselâm’ın vâlidesi olan Hz. Meryem’in annesi Hanne’dir. Bu kadın, Zekeriyya Aleyhisselâm’ın karısının kız kardeşidir. Hanne’nin karnındaki çocuğu, Allah’ın evine hizmet etmek için adaması­nın sebebi, Muhammed b. İshâk tarafından şöyle nakledilmiştir:

Zekeriyya Aleyhisselâm ile İmrân, iki bacı ile evlendiler. Bu bacılardan biri, Zekeriyya Aleyhisselâm’ın oğlu Yahyâ Aleyhisselâm’ın annesi, diğeri ise İmran’ın kızı Hz. Mer­yem’in annesidir. Hanne, ileri yaşlarına kadar çocuk doğurmamıştı. O, Allah’u Teâlâ’nın seçkin kıldığı bir ailedendi. Bir gün, bir ağacın gölgesi altında otururken bir kuşun, yavrularını beslediğini gördü ve kendisinin de çocuğu olmasını arzuladı. Allah’u Teâlâ’ya, kendisine çocuk vermesi için yal­vardı. Bundan sonra Hz. Meryem’e hâmile kaldı. Hâmileliği sırasında kocası İmran vefât etti. Hanne de karnında bulunan çocuğu Allah’a adadı. Onu adamasının mânâsı şuydu:

- Adanan çocuk, Allah’ın evine vakfedilmiş oluyordu. Artık o çocuk, sâdece Allah’u Teâlâ’ya ibâdet ediyor ve ondan ailesi dünyevî bir fayda beklemiyordu.

﴿ فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنّ۪ي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىۜ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْۜ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ وَاِنّ۪ي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنّ۪ٓي اُع۪يذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ﴿٣٦﴾

36. İmran’ın zevcesi çocuğu doğurunca, Allah’u Teâlâ onun ne doğurduğunu daha iyi bildiği halde, ″Yâ Rabbi! Onu kız doğurdum. Erkek kız gibi değildir. Ve ona Meryem ismini verdim. Yâ Rabbi! Onu ve zürriyetini kovulmuş şeytanın şerrinden Senin himâyene bıraktım″ dedi.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ, Hz. Meryem’in annesinin duâsını kabul etmiştir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا مِنْ مَوْلُودٍ يُولَدُ إِلَّا وَالشَّيْطَانُ يَمَسُّهُ حِينَ يُولَدُ فَيَسْتَهِلُّ صَارِخًا مِنْ مَسِّ الشَّيْطَانِ إِيَّاهُ إِلَّا مَرْيَمَ وَابْنَهَا ثُمَّ يَقُولُ أَبُو هُرَيْرَةَ وَاقْرَءُوا إِنْ شِئْتُمْ {وَإِنِّي أُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنْ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ} (خ م عن ابى هريرة)

″Doğan hiçbir çocuk yoktur ki annesinden doğduğu anda şeytan ona do­kunmuş olmasın. Çocuk, şeytanın bu dokunmasından dolayı ilk defa ağlar. Fakat Hz. Meryem ile oğlu böyle değildirler.″ Sonra Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şöyle dedi: ″Dilerseniz, Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 36’yı okuyun.″[2]

Ayrıca Hz. Meryem’in annesinin bu duâsı üzerine Hz. Meryem ve Hz. Îsâ’nın günah işlemedikleri, Allah’u Teâlâ’nın Hz. Îsâ’ya verdiği yakîn sebebiyle onun, karada yürür gibi denizlerin üzerinde de yürüdüğü nakledilmiştir.

Nitekim Hz. Îsâ hakkında Resûlullah (Salllallâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:

اِنَّ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ كَانَ يَمْشِي عَلَى الْمَاءِ وَلَوْ اِزْدَادَ يَقِينًا لَمَشَى فِي الْهَوَى. (الحكيم عن زافر بن سليمان)

″Meryem oğlu Îsâ suda yürürdü. Eğer daha fazla yakîn elde etseydi, havada da yürürdü.″[3]

Bu husus Mir’ât-ı Kâinat adlı eserde de şöyle nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bâzı Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! İşittik ki, Îsâ Aleyhisselâm su üstünde yürür imiş″ dediklerinde, buyurdu ki: ″Evet, eğer korkusu daha ziyâde olaydı, hava üzerinde dahi yürürdü.″ Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Resullerin kusurlu olabileceklerini, anlıyoruz″ dediklerinde, buyurdu ki:

اِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى اَبْلَغَ شَاْنًا مِنْ اَنْ اَبْلَغَ اَحَدٌ اَمْرِهِ.

″Allah’u Teâlâ’nın İzzet ve Kibriyâsı öyle büyüktür ki, hiç kimse O’nun kulluğunu tam olarak yapamaz.″[4]

﴿ فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًاۙ وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّاۜ كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَۙ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًاۚ قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَاۜ قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٣٧﴾

37. Bunun üzerine Rabbi, Meryem’in annesinin adağını kabul etti ve onun güzel bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriyya onun odasına her girişinde, yanında yiyecek bulurdu. ″Yâ Meryem! Bunlar sana nereden geldi?″ deyince, o da: ″Allah katından geldi″ derdi. Zîrâ Allah’u Teâlâ, dilediğine hesapsız rızık verir.

İzah: Hz. Meryem’in bakımı hususunda anlaşmazlığa düşülünce, yine Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 44’te de geçtiği üzere atılan kura sonucu Hz. Meryem’in bakımı Zekeriyya Aleyhisselâm’a verilmişti. Zekeriyya Aleyhisselâm, Hz. Meryem’in yanına her geldiğinde, onun yanında o zamana kadar hiç görmediği meyveler görürdü. Bunların nerden geldiğini sorunca da Hz. Meryem:

- Rabbim tarafından gönderilen Cennet meyveleridir; buyur ye, diye kendisine de ikram ederdi. İşte Allah’u Teâlâ Hz. Meryem’in böyle büyük bir kerâmete erdiğini, bu âyetle bildirmiştir. Nitekim Hz. Meryem bir Peygamber değildir. Bu sebeple ona Cennetten meyve gelmesi olayı bir mûcize değil, kerâmettir. Bu da Hz. Meryem’in Allah katında büyük bir evliyâ olduğunu gösterir.

Evliyâ kerametine dair Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Bir keresinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem birkaç gün yemek yemeden durdu. Sonra bu ona ağır gelmeye başladı. Hanımlarının evlerine uğradı. Onlardan hiçbirinde yiyecek bir şey yoktu. Onlardan çıkıp kızı Hz. Fâtıma’ya geldi ve ″Kızcağızım, yanında yiyebileceğim bir şey var mı? Karnım aç″ buyurdular. O da: ″Her şeyim anam babam sana fedâ olsun, yok″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hz. Fâtıma’nın yanından çıktıktan sonra bir komşusu, Hz. Fâtıma’ya iki ekmekle bir parça et gönderdi. Hz. Fâtıma bunları aldı ve bir kaba koyarak: ″Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah’ı kendime ve yanımdakilere tercih ederim″ dedi. Halbuki hepsi de bir parça yemeğe çok muhtaç idiler. Hz. Hasan’ı veya Hz. Hüseyin’i Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gönderdi. Peygamberimiz geri geldi. Hz. Fâtıma: ″Anam babam sana fedâ olsun. Allah’u Teâlâ bize bir şey gönderdi, ben de onu sana sakladım″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Getir onu kızcağızım″ buyurdu. Hz. Fâtıma anlatıyor:

فَأَتَيْته بِالْجَفْنَةِ فَكَشَفْت عَنْهَا فَإِذَا هِيَ مَمْلُوءَة خُبْزًا وَلَحْمًا فَلَمَّا نَظَرْت إِلَيْهَا بُهِتّ وَعَرَفْت أَنَّهَا بَرَكَة مِنَ اللّٰهِ فَحَمِدْت اللّٰه وَصَلَّيْت عَلَى نَبِيّه وَقَدَّمْته إِلَى رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَمَّا رَآهُ حَمِدَ اللّٰه وَقَالَ مِنْ أَيْنَ لَك هَذَا يَا بُنَيَّة؟ قَالَتْ يَا أَبَت هُوَ مِنْ عِنْد اللّٰه إِنَّ اللّٰه يَرْزُق مَنْ يَشَاء بِغَيْرِ حِسَاب فَحَمِدَ اللّٰه وَقَالَ الْحَمْد لِلّٰهِ الَّذِي جَعَلَك يَا بُنَيَّة شَبِيهَة بِسَيِّدَةِ نِسَاء بَنِي إِسْرَائِيل فَإِنَّهَا كَانَتْ إِذَا رَزَقَهَا اللّٰه شَيْئًا وَسُئِلَتْ عَنْهُ قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْد اللّٰه إِنَّ اللّٰهَ يَرْزُق مِنْ يَشَاء بِغَيْرِ حِسَاب فَبَعَثَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَى عَلِيّ ثُمَّ أَكَلَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَكَلَ عَلِيّ وَفَاطِمَة وَحَسَن وَحُسَيْن وَجَمِيع أَزْوَاج النَّبِيّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَهْل بَيْته حَتَّى شَبِعُوا جَمِيعًا قَالَتْ وَبَقِيَتْ الْجَفْنَة كَمَا هِيَ قَالَتْ فَأَوْسَعْت بِبَقِيَّتِهَا عَلَى جَمِيع الْجِيرَان وَجَعَلَ اللّٰه فِيهَا بَرَكَة وَخَيْرًا كَثِيرًا. (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن جابر)

Kabı getirdim, açtım, bir de baktım ki ekmek ve etle dolu. Hz. Fâtıma kaba bakıp da içindekileri görünce, âdeta dili tutuldu ve anladı ki bu, Allah’ın bereketindendir. Allah’a hamd ve Peygamberine de salât ve selâm ederek, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ikram etti. Peygamberimiz onu görünce Allah’a hamd etti ve ″Kızcağızım, bu sana nereden geldi?″ diye sordu. O da: ″Babacığım! Bu Allah katındandır. Muhakkak ki Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem tekrar Allah’a hamd etti ve buyurdu ki: ″Kızcağızım, seni İsrailoğulları kadınlarının Efendisi olan Hz. Meryem’in bir benzeri kılan Allah’a hamdolsun. Allah’u Teâlâ, Hz. Meryem’i rızıklandırıp da bundan sorulduğunda: ″Allah katından geldi″ derdi. Zîrâ Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. Sonra Hz. Ali’ye haber gönderdi. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Efendimizin hanımları ve ev halkı ondan doyuncaya kadar yediler. Hz. Fâtıma diyor ki: ″Yemek kabı olduğu gibi dolu duruyordu. Kalanını bütün komşularıma dağıttım. Allah’u Teâlâ ona çok hayır ve bereket vermişti.″[5]

Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:

أَنَّ رَجُلَيْنِ مِنْ أَصْحَابِ النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَرَجَا مِنْ عِنْدِ النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِى لَيْلَةٍ مُظْلِمَةٍ وَمَعَهُمَا مِثْلُ الْمِصْبَاحَيْنِ يُضِيئَانِ بَيْنَ أَيْدِيهِمَا فَلَمَّا افْتَرَقَا صَارَ مَعَ كُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا وَاحِدٌ حَتَّى أَتَى أَهْلَهُ (خ عن انس بن مالك)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbından iki kişi karanlık bir gece de Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanından çıktılar. Önlerinde meşâle gibi iki ışık belirdi. Birbirlerinden ayrılınca da, evlerine varıncaya kadar her birinin yolunu bir ışık aydınlattı.″[6]

İmam Muhammed Mâturidî Hazretleri kerâmetin hak olduğunu delillerle ispat etmiş ve Süleyman Aleyhisselâm’ın baş veziri olan Âsaf bin Berhaya’nın Belkıs’ın Yemende bulunan köşkünü Yemen’den Kudüs’e göz açıp kapayıncaya kadar getirdiğini anlatan Sûre-i Neml, Âyet 40’ı delil getirmiş ve Yine Nihavend’de bulunan Sâriye Radiyallâhu anhu, Medîne’deki halife Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’nun:

يَا سَارِيَةُ الْجَبَلُ اَلْجَبَلُ

″Ey Sâriye! Dağa dikkat et, dağa!″ sözünü işitmiştir. Halbuki ikisi arasında beş yüz fersahtan (2778 km’den) fazla bir mesafe bulunuyordu.

Yine Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’nun mektubu atılınca Nil Nehri’nin taşması, Hz. Halid’in zehir içmesi ve bundan zarar görmemesi meşhurdur.

Tâbiine ve Ümmet-i Muhammed’in sâlihlerine ait nakledilen kerâmetler o dereceye ulaşmıştır ki, ahad yolla gelen bu rivâyetler bir araya getirildiği takdirde, kerâmetin hak olduğu tevâtür mertebesine varır, diye bu delilleri İmam Maturidî sıralamaktadır.[7]

Tevâtür: Bir Hadis-i Şerif’i veya bir olayı, yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan büyük bir topluluğun, nesilden nesile başka topluluklara aktarmasıdır. Örneğin, Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri tarafından İstanbul’un alınması hâdisesinin nesilden nesile söylenilerek günümüze kadar geldiği gibi. Bunun aksini iddia etmek imkânsızdır.

Bir Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

مَنْ عَادَى لِى وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ وَمَا تَقَرَّبَ اِلَيَّ عَبْدِى بِشَيْءٍ أَحَبَّ اِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُهُ وَمَا يَزَالُ عَبْدِى يَتَقَرَّبُ اِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى اُحِبَّهُ فَاِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعُهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِى يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِى يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا وَاِنْ سَأَلَنِى أَعْطَيْتُهُ وَلَوِ اسْتَعَاذَنِى لَأُعِيذُنِيهِ (خ حب ق عن ابى هريرة)

Her kim Benim evliyâmdan birine düşmanlık ederse, Bana karşı harp ilan eyledi. Kulum Bana farz namazı kılarken yakın olduğu gibi başka bir şey ile yakın olamaz. O kulum, nâfilelere devam ettiği sürece, bu yakınlığı devam eder. Hattâ o kulumu severim. Bir kulumu seversem; onun işiten kulağı Ben olurum, Benim ile işitir. Gören gözü Ben olurum, Benim ile görür. Tutan eli Ben olurum, Benim ile tutar ve yürüyen ayağı Ben olurum, Benim ile yürür. Benden ne isterse istediğini veririm. Bana sığınır ise Ben de onu muhafazama alırım.[8]

Bu Hadis-i Kudsî’de de belirtildiği üzere, Allah’u Teâlâ diğer kullarına vermediği birçok özellikleri velî kullarına vermiştir. İşte kerâmet de, bu özellikte olan kişilerde zuhur eder.


[1] Sahih-i Buhârî, Salât 73.

[2] Sahih-i Buhârî, Ehâdis’ül-Enbiyâ 42; Tefsir-i Âl-i İmrân 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7540, 7574; Sahih-i Müslim, Fedâil 40 (146).

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 24/1; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 7342; İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 6, s. 341.

[4] Mir’at-ı Kâinat, c. 1, s. 295.

[5] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 2, s. 36.

[6] Sahih-i Buhârî, Salât 79, Menâkıb’ül–Ensâr 13.

[7] Mâturidiyye Akâidi, s. 123-124.

[8] Sahih-i Buhârî, Rikâk 38; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 330/3.