A’RÂF SÛRESİ

﴿ وَاِلٰى عَادٍ اَخَاهُمْ هُودًاۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اَفَلَا تَتَّقُونَ ﴿٦٥﴾ قَالَ الْمَلَ۬أُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ٓ اِنَّا لَنَرٰيكَ ف۪ي سَفَاهَةٍ وَاِنَّا لَنَظُنُّكَ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٦٦﴾

65-66. Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u Peygamber olarak gönderdik. O da: ″Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Allah’tan korkmaz mısınız?″ dedi.* Kavminden ileri gelen kâfirler de ona: ″Muhakkak biz seni aklı eksik görüyoruz ve biz zannediyoruz ki, sen elbette yalancılardansın″ dediler.

İzah: Hûd Aleyhisselâm, Âd kavminden ve Nûh Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir. Âd kavmi, bir Arap kabilesi olup Yemen bölgesinde ikâmet ederlerdi.

﴿ قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ ب۪ي سَفَاهَةٌ وَلٰكِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٦٧﴾ اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنَا۬ لَكُمْ نَاصِحٌ اَم۪ينٌ ﴿٦٨﴾ اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْۜ وَاذْكُرُٓوا اِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَٓاءَ مِنْ بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ وَزَادَكُمْ فِي الْخَلْقِ بَصْۣطَةًۚ فَاذْكُرُٓوا اٰلَٓاءَ اللّٰهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿٦٩﴾

67-69. Hûd onlara dedi ki: ″Ey kavmim! Bende akıl eksikliği yoktur. Aksine ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir Peygamberim.* Ben size Rabbimin emirlerini tebliğ ediyorum. Ben sizin için emin bir nasihatçıyım.* Sizi uyarmak için, içinizden bir adam vâsıtası ile Rabbinizden size bir öğüt gelmesine mi hayret ediyorsunuz? Allah’u Teâlâ’nın, Nûh kavminden sonra sizi yeryüzünün halifeleri kıldığı ve size daha ziyâde kuvvet ve irilik verdiği vakti zikredin. Artık Allah’ın nîmetlerini yâd edin ki, kurtuluşa eresiniz.″

﴿ قَالُٓوا اَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللّٰهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬نَاۚ فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٧٠﴾

70. Kavmi, Hûd’a: ″Babalarımızın ibâdet ettiği şeyi terk edip de, yalnız bir Allah’a ibâdet etmemiz için mi bize geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize vaad ettiğin azâbı getir″ dediler.

﴿ قَالَ قَدْ وَقَعَ عَلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ رِجْسٌ وَغَضَبٌۜ اَتُجَادِلُونَن۪ي ف۪ٓي اَسْمَٓاءٍ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَا نَزَّلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ فَانْتَظِرُٓوا اِنّ۪ي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِر۪ينَ ﴿٧١﴾ فَاَنْجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَقَطَعْنَا دَابِرَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَمَا كَانُوا مُؤْمِن۪ينَ۟ ﴿٧٢﴾

71-72. Hûd da: ″Rabbinizin azap ve gazabı sizin üzerinize hak oldu. Sizin ve babalarınızın ilah diye isimlendirdikleri şeyler ki, onlara ibâdet olunması için Allah tarafından hiçbir şey nâzil olmamıştır. Onlar hakkında benimle mücâdele mi ediyorsunuz? Öyleyse vaad edilen azâbı siz de bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim″ dedi.* Bunun üzerine Hûd’u ve onunla beraber olanları tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayıp îman etmeyenlerin ise kökünü kestik.

İzah: İbrâhim Aleyhisselâm‘dan evvel, Nûh Aleyhisselâm‘dan sonra Âd kavmi geldi. Bunlar çok iri ve kuvvetli adamlardı. Peygamberleri Hûd Aleyhisselâm, her ne kadar Allah’ın emirlerini söyleyerek bunları uyarmışsa da, söz dinletemedi. Bunlar tam azgınlaşınca, Allah‘u Teâlâ bunlara belâ vereceğini, Hûd Aleyhisselâm‘a haber verdi. Bu kavmin padişahı şeddad idi. O, kendi kendini tanrı ilan etmişti. Şeddad ölmüş, yerine başka birisi geçmişti. Bu azgın kavim, onun yerine geçmiş olan padişahlarına: ″Allah ile harbedelim″ dediler. Allah‘u Teâlâ bunlara kavurucu Cehennem sıcaklığı verdi. Sıcaktan mağaralar kazıp içine girdiler. Sıcak daha da ziyâdeleşti. Yine kazdılar, daha ileri girdiler. En son belâ kararlaştırılmıştı. Allah‘u Teâlâ belâlarını vermek diledi. Hava bulutlandı, hafiften az az yağmur yağmaya başladı. Birden hava serinledi. Bunlar sevindiler. Hepsi o bulutun altına toplandı. Allah‘u Teâlâ bunlara uğultulu, şiddetli bir rüzgâr gönderdi. Bu rüzgârla tamamı helâk oldu. Âd kavmi de yaptıkları büyük ve muazzam eserleri de kendileri ile birlikte helâk oldu.

Bu husus Sûre-i Fussilet, Âyet 15-16’da şöyle geçmektedir:

″Âd kavmine gelince, onlar da yeryüzünde haksız yere kibirlendiler ve ″Bizden daha kuvvetli kim var?″ dediler. Onlar, kendilerini yaratan Allah’u Teâlâ’nın onlardan daha kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Onlar, Bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.* Biz de onlara, dünyâ hayatında zelil edici azâbı tattırmak için belânın geldiği günlerde uğultulu rüzgâr gönderdik. Âhiretin azâbı ise daha şiddetlidir ve onlara yardım da edilmez.″

Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

مَا رَأَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مُسْتَجْمِعًا ضَاحِكًا حَتَّى أَرَى مِنْهُ لَهَوَاتِهِ إِنَّمَا كَانَ يَتَبَسَّمُ قَالَتْ وَكَانَ إِذَا رَأَى غَيْمًا أَوْ رِيحًا عُرِفَ ذَلِكَ فِي وَجْهِهِ فَقَالَتْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَرَى النَّاسَ إِذَا رَأَوْا الْغَيْمَ فَرِحُوا رَجَاءَ أَنْ يَكُونَ فِيهِ الْمَطَرُ وَأَرَاكَ إِذَا رَأَيْتَهُ عَرَفْتُ فِي وَجْهِكَ الْكَرَاهِيَةَ قَالَتْ فَقَالَ يَا عَائِشَةُ مَا يُؤَمِّنُنِي أَنْ يَكُونَ فِيهِ عَذَابٌ قَدْ عُذِّبَ قَوْمٌ بِالرِّيحِ وَقَدْ رَأَى قَوْمٌ الْعَذَابَ فَقَالُوا هَذَا عَارِضٌ مُمْطِرُنَا (خ م عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ciddi bir şekilde küçük dili görünecek derecede güldüğünü görmedim. O, sâdece tebessüm ederdi, bir bulut görecek olsa bu yüzünden bilinirdi. ″Yâ Resûlallah! Halk bir bulut görecek olsa, yağmur getirebilir ümidiyle sevinir, halbuki sen bir bulut gördüğünde üzüldüğünü yüzünden okuyorum, sebebi nedir?″ diye sordum. Şöyle buyurdu: Yâ Âişe! Bunda bir azap bulunmadığı hususunda bana kim teminat verebilir? Nitekim geçmişte bir kavim rüzgârla azâba uğratılmıştır. O kavim azâbı gördükleri vakit, ″Buluttan bize yağmur yağacak″[1] demişlerdi.[2]

Hz. Âişe: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ancak yağmur yağınca rahatlardı ve ben bunu yüzünden anlardım″[3] diye buyurmuştur.


[1] Sûre-i Ahkaf, Âyet 24.

[2] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Ahkaf 2; Sahih-i Müslim, İstiskâ 3 (16).

[3] Bakınız: Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 47.