AHZÂB SÛRESİ

﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَٓاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ ر۪يحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرًاۚ ﴿٩﴾

9. Ey îman edenler! Allah’u Teâlâ’nın üzerinize olan nîmetini yâd edin. O vakit ki, düşman orduları üzerinize gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı görmektedir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Hendek Harbi’nden bahsetmektedir. Bu harpte; Kureyş ve Gatfân kabileleri; Kureyza ve Nâdr Yahudileri’nden müteşekkil gruplar bir araya gelerek Müslümanlara savaş açmışlardı. Bunlar Medîne’nin yakınına kadar gelmişlerdi. Kâfir şairleri, aşiretleri gezip kâfirleri galeyana getiriyordu. Kâfirlerin büyük bir kuvvetle geleceklerini haber alan Peygamberimiz, Ashâbı toplayıp müşâvere yaptı. Harbe karşı tedbir almayı düşündü. En son Selmân-ı Fârisî’ye: ″Sen, Acem Sarayı’nda hizmetçi olarak çok kaldın, sen de fikrini söyle? Acemliler, savaşçıdırlar. Çok büyük bir düşman karşısında kalırlarsa, ne gibi bir tedbir alırlardı?″ diye sordu. Selmân-ı Fârisî: ″Ya bir kaleye sığınırlar, ya da şehrin etrafına hendek kazarlardı″ dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, hendek kazılmasını emretti.

Berâ İbn-i Azib Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Ahzab Günü (Müslümanlara karşı kâfirlerin birlik oluşturduğu gün) hendek kazılırken, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm. O, toprak taşıyordu. Bir hâlde ki, toprak karnının beyazlığını örtmüştü ve şöyle diyordu:

لَوْلَا أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا وَلَا تَصَدَّقْنَا وَلَا صَلَّيْنَا فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا وَثَبِّتْ الْأَقْدَامَ إِنْ لَاقَيْنَا إِنَّ الْأُلَى قَدْ بَغَوْا عَلَيْنَا إِذَا أَرَادُوا فِتْنَةً أَبَيْنَا (خ عن البراء)

″Yâ Rabbi! Sen bize hidâyet etmemiş olsaydın, bize doğruluğu göstermemiş, bize rahmet etmemiş olsaydın; biz şaşırırdık. Bize saldıran kâfirler, çekindiğimiz fitne ve fesâdı bize yaptırmak istediklerinde, bize sabr-ı sebat ihsan et ve onlarla yüz yüze geldiğimizde, ayaklarımızı sâbit tut.[1]

Yine Abdullah İbn-i Ebî Evfa Radiyallâhu anhu’dan nakledilen diğer bir Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ahzâb günü müşriklerin aleyhine duâ ederek şöyle buyurdu:

اللّٰهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ سَرِيعَ الْحِسَابِ اللّٰهُمَّ اهْزِمْ الْأَحْزَابَ اللّٰهُمَّ اهْزِمْهُمْ وَزَلْزِلْهُمْ (خ عن عبد اللّٰه بن ابى اوفى)

″Ey Allah’ım! Ey Kur’ân gönderen Allah’ım! Ey düşmanlarla hesabı tez olan Rabbim! Şu kâfir Arap kabilelerini dağıt. Allah’ım! Onların topluluklarını kır, irâdelerini sars.″[2]

Allah’u Teâlâ’nın, Hendek Muharebesi’nde hendeğin karşı tarafında kalan kâfirlere doğru rüzgâr estirmesiyle, hepsi perişan olarak kaçmışlardır. Daha kimsenin görmediği Allah’ın gönderdiği ordular da gelerek Müslümanlara yardım etmiş ve sonunda zafer Müslümanların olmuştur.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

نُصِرْتُ بِالصَّبَا وَأُهْلِكَتْ عَادٌ بِالدَّبُورِ (خ م عن ابن عباس)

″Bana, doğu ta­rafından esen rüzgâr ile yardım edildi. Âd kavmi ise, batıdan esen rüz­gâr ile helâk edildi.″[3]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

خَيْرُ الصَّحَابَةِ أَرْبَعَةٌ وَخَيْرُ السَّرَايَا أَرْبَعُ مِائَةٍ وَخَيْرُ الْجُيُوشِ أَرْبَعَةُ آلَافٍ وَلَا يُغْلَبُ اثْنَا عَشَرَ أَلْفًا مِنْ قِلَّةٍ (د ت ه عن ابن عباس)

″Yolculukta arkadaşlarının sayı bakımından en hayırlısı dört kişilik, seriyyelerin en hayırlısı dört yüz kişilik, orduların en hayırlısı da dört bin kişilik olanıdır ve on iki bin kişilik hakiki Müslüman (ne şartlar altında olursa olsun, düşman ne kadar çok olsa da) azlıktan dolayı yenilmez.″[4]

Bir Müslüman askeri beş silahla harbe girer. Eğer bu beş silah olursa aslâ yenilmez!

Birincisi: Allah’u Teâlâ’nın kudret eli ile olan yardımıdır.

Sûre-i Ahzâb, Âyet 26’da Allah’u Teâlâ:Onların kalplerine korku koydu″ diye buyurmaktadır. Allah’u Teâlâ kâfirlerin kalbine korku koyar ve Mü’minlerin de cesaretini artırır.

İkincisi: Meleklerin yardımıdır.

Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 124’de geçtiği üzere, Bedir Harbi‘nde Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in Ashâbına üç bin melek ile yardım ettiği beyan edilmektedir.

Üçüncüsü: Ruhaniyetin yardımıdır. Yani dünyâdan gitmiş olan Peygamberlerin ve evliyâların yardımıdır.

Dördüncüsü: Sağ olan velîlerin, evliyâların yardımıdır.

Tebuk’ten dönerken Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَقْوَامًا بِالْمَدِينَةِ خَلْفَنَا مَا سَلَكْنَا شِعْبًا وَلَا وَادِيًا إِلَّا وَهُمْ مَعَنَا فِيهِ حَبَسَهُمْ الْعُذْرُ (خ عن انس بن مالك)

″Şüphesiz, özürlerinden dolayı Medîne’de bıraktığımız insanların içinde öyleleri var ki, geçtiğimiz her dağ yolunda ve vâdide onlar bizimle beraberdirler.″[5] Yani onlar, sizinle beraber harp edip, size yardımcı olurlar. Fakat siz anlayamazsınız, demektir.

Yine Sûre-i Tevbe, Âyet 122’de: ″… Her fırkadan bir zümre kalsa ya!...″ diye geçtiği üzere, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Ashâb-ı Suffa‘yı ayırmıştır. Resûlü Ekrem Efendimiz onları harbe göndermezdi. Cephede Müslüman askeri harp ederken, bunlar Mescid-i Nebevî‘de sürekli ibâdet ederler ve onların zafere ulaşmaları için duâ ederlerdi.

Beşincisi: Elindeki silahın yardımıdır.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in övgüsüne mazhar olmuş olan Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri de; Allah‘u Teâlâ’dan, Peygamberlerden, evliyâullahlardan, sağ olan velîlerden ve ruhaniyetten nasıl yardım istediğini kasidesinde şöyle anlatıyor:

İmtisâl-i câhidû fillah oluptur niyyetim,

Dîn-i İslâm‘ın mücerred gayretidir gayretim.

Kur’ân’da Hakk Teâlâ: ″Allah için cihat edin″ diye buyurduğu için, harbetmek niyetim var. Şan, şeref değil, toprak almak değil, dünyâ malı değil, Allah’u Teâlâ emrettiği için harp edeceğim. Bir tek gayem, Din-i İslâm’ı yükseltmektir.

Fazl-u Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile,

Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim.

Allah’ın lütfu keremiyle, başta Allah’ın yardımıyla, bir de ″Cündü ricâlullah″ yardımıyla, yani Peygamberlerin ve evliyâların mânevi yardımlarıyla yeryüzünde küfür ehlini peyderpey kahretmek, yok etmektir, niyetim.

Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim,

Lütf-u Hakk‘tandır heman ümidi fethu ve nusratım

Peygamberlere ve evliyâlara çağırıp, onlardan yardım almam var benim. En büyük yardımı, ümidi de Allah’tan umuyor ve bekliyorum. Zafer, O’nun lütfuyla olacak.

Nefs ü ve mal ile nola kılsam cihanda içtihad,

Hamdü lillâh var gazâya sad hazaran rağbetim.

Malımla, canımla, ne olur cihada bir girebilsem de, harp etsem. Elhamdülillah, harbetmeye yüzbinlerce iştahım ve rağbetim var.

Ey Muhammed! Mûcizat-ı Ahmed ü Muhtar ile,

Umarım gâlip ola e’dâ-yı dîne devletim.

Ey Muhammed Fâtih! Mûcizat-ı Ahmed-i Muhtar olan Peygam-berimizin isminin hürmetiyle; umuyorum ki, yaptığım ve yapacağım harplerde gâlip olacağım. Bu Din-i Mübîn’i yükseltip, her tarafa yayacağım.

İşte Âyet-i Kerîme’de Müslümanlar için, ″Görmediğiniz ordular göndermiştik diye buyrulması, yukarıda da geniş olarak anlatıldığı üzere, Allah’u Teâlâ’nın, Peygamberlerin, meleklerin, evliyâların mânevi olarak Müslüman ordularına yardım edeceği ve bunun sonunda da İslâm ordusunun zafere ulaşacağı belirtilmektedir.

Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri de, yakînî bir inanca sahip olduğu için, bu yardımlara mazhar olarak zaferden zafere koşmuş, iki yüz civârında kale veya şehir almış, on yedi devleti ve iki imparatorluğu yıkmış, İstanbul’u da fethederek bir çağ kapatıp yeni bir çağ açmıştır.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Fatih Sultan Muhammed Han hakkında dîne olan bağlılığı ve hizmetinden dolayı, onu methederek şöyle buyurmuştur:

لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ (حم طب عن عبد اللّٰه بن بشر الخثمعى عن ابيه)

″Kostantin (İstanbul) şehri muhakkak fetholunacak. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır. Onun askeri de ne güzel askerdir.″[6]

﴿ اِذْ جَٓاؤُ۫كُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ اَسْفَلَ مِنْكُمْ وَاِذْ زَاغَتِ الْاَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللّٰهِ الظُّنُونَا ﴿١٠﴾ هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَد۪يدًا ﴿١١﴾

10-11. O vakit kâfirler, size hem üst tarafınızdan, hem de aşağı tarafınızdan gelmişlerdi. O zaman gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Siz de Allah’a çeşitli zanlarda bulunuyordunuz.* İşte orada, Mü’minler imtihan edilmişler ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

İzah: Bu âyetlerin nüzul sebebine dair şu hâdise nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hendek Muharebesi’nde: ″Allah’ın yardımı var. Allah’u Teâlâ bizimle beraberdir, korkmayın!″ diye buyuruyordu. Müslümanlar, bu savaşta çok bunalmışlardı ki, ″Allah‘ın yardımı ne zaman gelecek″ diyorlardı. Herkesin ümidi kesilmişti. Neredeyse Müslümanlıktan ayakları kayma derecesine gelmişti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in yanına gelip, ″Yâ Resûlullah! Allah’ın yardımı ne zaman? Bizim sabrımız kalmadı″ dediler. İşte bunun üzerine bu âyetler nâzil olmuştur.

Bu husus Sûre-i Bakara, Âyet 214’te de şöyle geçmektedir:

Ey Mü’minler! Yoksa siz, önceki ümmetlere isâbet edenler size de gelmedikçe, Cennete gireceğinizi mi zannedersiniz? Onları, türlü türlü belâlar yıldırmıştı. Hattâ Peygamberleri ve O’nunla beraber imân edenler: ″Allah’ın yardımı ne zaman?″ dediler. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı muhakkak yakındır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

ضَحِكَ رَبُّنَا مِنْ قُنُوطِ عِبَادِهِ وَقُرْبِ غِيَرِهِ قَالَ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَوَ يَضْحَكُ الرَّبُّ قَالَ نَعَمْ قُلْتُ لَنْ نَعْدَمَ مِنْ رَبٍّ يَضْحَكُ خَيْرًا ( ه عن ابى رزين)

″Allah’u Teâlâ kullarının ümitsizliğe düşmesine güler. Çünkü Allah’u Teâlâ onların sıkıntılı durumlarının değişip kurtuluşlarının yakın olduğunu bilir.″ Ebû Rezîn dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Allah’u Teâlâ güler mi?″ diye sordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet″ deyince de ben: ″Gülmek vasfını taşıyan bir Rabb’den daima hayır buluruz″ dedim.[7]

﴿ وَاِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اِلَّا غُرُورًا ﴿١٢﴾

12. O vakit, münâfıklar ve kalplerinde maraz olanlar: ″Allah ve Resûlü, bize ancak aldatıcı bir vaadde bulundu″ dediler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen hususla ilgili olarak Bera İbn-i Azib Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bize hendek kazılmasını emretti. Biz hendeği kazarken çok büyük bir kaya çıkmıştı. Bunu kimse kıramadı. Durumu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şikâyet ettik. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem geldi, mübârek eline bir balyoz aldı ve ″Bismillâh″ diyerek o kayaya vurdu, kayanın üçte biri koptu. Kayadan bir kıvılcım çıktı ve Şam tarafına sıçradı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

اللّٰهُ أَكْبَرُ أُعْطِيتُ مَفَاتِيحَ الشَّامِ وَاللّٰهِ إِنِّي لَأُبْصِرُ قُصُورَهَا الْحُمْرَ مِنْ مَكَانِي هَذَا ثُمَّ قَالَ بِسْمِ اللّٰهِ وَضَرَبَ أُخْرَى فَكَسَرَ ثُلُثَ الْحَجَرِ فَقَالَ اللّٰهُ أَكْبَرُ أُعْطِيتُ مَفَاتِيحَ فَارِسَ وَاللّٰهِ إِنِّي لَأُبْصِرُ الْمَدَائِنَ وَأُبْصِرُ قَصْرَهَا الْأَبْيَضَ مِنْ مَكَانِي هَذَا ثُمَّ قَالَ بِسْمِ اللّٰهِ وَضَرَبَ ضَرْبَةً أُخْرَى فَقَلَعَ بَقِيَّةَ الْحَجَرِ فَقَالَ اللّٰهُ أَكْبَرُ أُعْطِيتُ مَفَاتِيحَ الْيَمَنِ وَاللّٰهِ إِنِّي لَأُبْصِرُ أَبْوَابَ صَنْعَاءَ مِنْ مَكَانِي هَذَا(حم ع عن البراء)

″Allah’u Ekber! Bana Şam’ın anahtarları verildi. Vallâhi! Ben şimdi Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum″ diye buyurdu. Sonra balyozu ″Bismillâh″ diyerek bir daha vurdu, kayanın bir parçası daha koptu. İran tarafına bir kıvılcım sıçradı, bu defa da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Ekber! Bana Fars ikliminin anahtarları verildi, şu anda Kisra’nın beyaz köşklerini görüyorum″ diye buyurdu. Daha sonra bir daha ″Bismillâh″ diyerek vurdu, o kaya tamamen yerinden koparılmış oldu ve çıkan bir kıvılcım Yemen tarafına sıçradı ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Ekber! Bana Yemen’in anahtarları verildi, ben şimdi San’a’nın kapılarını görüyorum″ diye buyurdu ve ″Bunlar, Müslümanlara nasip olacaktır, bunları bana Cebrâil Aleyhisselâm müjdeledi″ diyerek Ashâbına müjde verdi.[8]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu müjdeleri ile, o münâfıklar alay ediyor ve bu vaadin bir aldatma olduğunu söylüyorlardı. Bunlar Abdullah İbn-i Übeyy ve arkadaşları gibi kimselerdi. Bu münâfıklar:

- Bana Şam’ın, Acem’in ve Yemen’in anahtarları verildi, benim ümmetim oraları fethedecek, diye söylüyor. Bir taraftan da düşmandan korunmak için hendek kazıyor, gibi buna benzer sözler söyleyerek alay ediyorlardı.

Düşman gelip de Medîne’nin etrafını muhâsara edince, Ashâb uzun bir süre açlık çekerek büyük sıkıntılara mâruz kaldı. Öyle ki, açlıktan kuşaklarının arasına taş koyuyorlardı. Münâfıkların ve kalplerinde hastalık olanların bu sebepten dolayı, küfrü arttı. Mü’minlerin ise îmanı daha da kuvvetlendi.

İşte Sûre-i Ahzâb, Âyet 12, bu olayı haber vermektedir.

Daha sonra İslâm orduları Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in fethini müjdelediği Şam, İran ve Yemen’i fethetmişlerdir.

﴿ وَاِذْ قَالَتْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ يَٓا اَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُواۚ وَيَسْتَأْذِنُ فَر۪يقٌ مِنْهُمُ النَّبِيَّ يَقُولُونَ اِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍۜ اِنْ يُر۪يدُونَ اِلَّا فِرَارًا ﴿١٣﴾

13. O vakit, münâfıklardan bir taife, ″Ey Medîne ehli! Burası sizin için durulacak yer değildir, haydi geri dönün″ dediler. Onlardan bir fırka da, ″Evlerimiz korumasız″ diyerek Peygamberden dönmek için izin istediler. Halbuki evleri korumasız değildi. Sâdece kaçmak istiyorlardı.

﴿ وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ اَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَاٰتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَٓا اِلَّا يَس۪يرًا ﴿١٤﴾

14. Eğer Medîne’nin her tarafından üzerlerine gelinse ve bunlardan mürtet olmaları istenilse, bu teklifi fazla geciktirmeden hemen yaparlardı.

İzah: Eğer o müşrikler, bir taraftan boşluk bulup Medîne’ye girse, münâfıklara: ″Siz de bize katılın″ deseler, bunlar Müslümanların safından ayrılarak, hemen kâfirlerin safına geçerler.

Münâfıkların özellikleri hakkında Ebu’l-Âliye Hazretleri şöyle buyurmuştur:

هِيَ سِتُّ خِصَالٍ فِي الْمُنَافِقِينَ إِذَا كَانَتْ فِيهِمُ الظُّهْرَةُ عَلَى النَّاسِ أَظْهَرُوا هَذِهِ الْخِصَالَ: إِذَا حَدَّثُوا كَذَبُوا وَإِذَا وَعَدُوا أَخْلَفُوا وَإِذَا ائْتُمِنُوا خَانُوا وَنَقَضُوا عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَقَطَعُوا مَا أَمَرَ اللّٰهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَأَفْسَدُوا فِي الأَرْضِ وَإِذَا كَانَتِ الظُّهْرَةُ عَلَيْهِمْ أَظْهَرُوا الْخِصَالَ: إِذَا حَدَّثُوا كَذَبُوا وَإِذَا وَعَدُوا أَخْلَفُوا وَإِذَا ائْتُمِنُوا خَانُوا (تفسير ابن ابى حاتم عن ابى العالية)

Münâfıkların altı özelliği vardır. İnsanlar üzerine gâlip geldikleri zaman, bu özelliklerini açığa çıkarırlar. Bunlar: ″Konuştukları zaman yalan söyler­ler, vaad ettikleri zaman dönerler, emânet verildiğinde hıyânet ederler, Allah’u Teâlâ’ya söz verdikten sonra ahidlerini bozarlar, Allah’ın emrettiği Hakk’a kavuşmak yolunu keserler ve yeryüzünde fesat çıkarırlar.″ Eğer gâlibiyet kendilerinin değil de başkalarının olursa, o zaman da şu üç özelliği ortaya çıkar: ″Konuşunca yalan söylerler, vaad edince dönerler, emânet verilince hıyânet ederler.″[9]

﴿ وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللّٰهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْاَدْبَارَۜ وَكَانَ عَهْدُ اللّٰهِ مَسْؤُ۫لًا ﴿١٥﴾

15. Yemin olsun ki bunlar, düşmandan kaçmayacaklarına dair daha önce Allah’a söz vermişlerdi. Allah’a verilen söz ise, sorumluluğu gerektirir.

﴿ قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمُ الْفِرَارُ اِنْ فَرَرْتُمْ مِنَ الْمَوْتِ اَوِ الْقَتْلِ وَاِذًا لَا تُمَتَّعُونَ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿١٦﴾

16. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Ölümden ve öldürülmekten kaçarsanız, bilin ki kaçmak size aslâ fayda vermeyecektir. Kaçsa­nız bile, ancak az bir zaman yaşatılırsınız.″

﴿ قُلْ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَعْصِمُكُمْ مِنَ اللّٰهِ اِنْ اَرَادَ بِكُمْ سُٓوءًا اَوْ اَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةًۜ وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِيًّا وَلَا نَص۪يرًا ﴿١٧﴾

17. Ey Resûlüm! Onlara: ″Eğer Allah’u Teâlâ, size bir şer dilerse yahut size bir hayır dilerse, sizden onu menedecek kimdir?″ de. Onlar, kendileri için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı bulamazlar.

﴿ قَدْ يَعْلَمُ اللّٰهُ الْمُعَوِّق۪ينَ مِنْكُمْ وَالْقَٓائِل۪ينَ لِاِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ اِلَيْنَاۚ وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ اِلَّا قَل۪يلًاۙ ﴿١٨﴾

18. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, aranızdan cihattan alıkoyanları ve kardeşlerine, ″Bize gelin!″ diyenleri elbette bilir. Bunlardan ancak pek azı harbe geliyorlardı.

﴿ اَشِحَّةً عَلَيْكُمْۚ فَاِذَا جَٓاءَ الْخَوْفُ رَاَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ تَدُورُ اَعْيُنُهُمْ كَالَّذ۪ي يُغْشٰى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِۚ فَاِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِاَلْسِنَةٍ حِدَادٍ اَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَاَحْبَطَ اللّٰهُ اَعْمَالَهُمْۜ وَكَانَ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرًا ﴿١٩﴾

19. Savaşa geldikleri zaman da, size yardım hususunda cimri kimseler olarak gelirler. Düşmandan korktukları vakit, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş kimse gibi gözlerini döndüre­rek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince de ganîmete karşı aşırı düşkünlük göstererek, iğneli dilleriyle sizi tenkit ederler. İşte bunlar, aslında îman etmediler. Allah’u Teâlâ da onların amellerini boşa çıkardı. Bu, Allah’a göre çok kolaydır.

﴿ يَحْسَبُونَ الْاَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُواۚ وَاِنْ يَأْتِ الْاَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ اَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْاَعْرَابِ يَسْـَٔلُونَ عَنْ اَنْبَٓائِكُمْۜ وَلَوْ كَانُوا ف۪يكُمْ مَا قَاتَلُٓوا اِلَّا قَل۪يلًا۟ ﴿٢٠﴾

20. Bunlar, düşman birliklerinin Medîne etrafından gitmediklerini zannettiler. Eğer düşman birlikleri tekrar saldıracak olsa, Medîne’yi bırakıp bedevîler ile beraber olmayı ve Medîne’den gelenlerden de, kâfirlerle aranızda cereyan eden ahvâli sormayı temenni ederler. Şâyet aranızda olsalardı, ancak pek az savaşırlardı.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, münâfıkların kalplerine korku vererek, onları Mü’minlerden ayırdığını beyan etmektedir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bir mûcizesi olarak, kendisinin yapmış olduğu duâ sonucunda, kuvvetli bir rüzgâr çıkmış, hendeğin etrafındaki düşman askerleri dağılmış ve bozguna uğramışlar. Münâfık-ların, düşmanın dağıldığından haberleri olmamış, onlar korkudan cepheyi terk ederek, Medîne’nin içlerine kaçmışlardı. İşte bu âyette Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında kalanların gerçek Mü’minler olup, îmanlarının daha da kuvvetlendiği bildirilmektedir.

﴿ لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ ﴿٢١﴾

21. Yemin olsun ki Resûlullah’ta, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler için güzel bir numune vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’ye göre, Hendek Savaşı’nda Müslümanlar Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında sebat edip, onu örnek alarak emrinden ayrılmamışlardır. İşte Mü’minler burada olduğu gibi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bütün yaşantısını, sünnetlerini nûmune olarak kabul edip, kendi yaşantılarında uygulamışlardır. Bu, Allah’ın emridir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünneti iki kısma ayrılır. Bu hususta Mekhûl Hazretlerinden şöyle nakledilmiştir:

السُّنَّةُ سُنَّتَانِ: سُنَّةٌ الأَخْذُ بِهَا فَرِيضَةٌ وَتَرْكُهَا كُفْرٌ، وَسُنَّةٌ الأَخْذُ بِهَا فَضِيلَةٌ وَتَرْكُهَا إِلَى غَيْرِ حَرَجٍ. (الدارمى عن مكحول)

″Sünnet iki çeşittir: Bir sünnet var ki, onu almak farz, bırakmak küfürdür. Bir sünnette var ki, onu almak fazilet, onu bırakıp başkasını (bid’ati) almak günahtır.″[10]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

السُّنَّةُ سُنَّتَانِ: سُنَّةٌ فِي فَرِيضَةٍ، وَسُنَّةٌ فِي غَيْرِ فَرِيضَةٍ، السُّنَّةُ الَّتِي فِي الْفَرِيضَةِ أَصْلُهَا فِي كِتَابِ اللّٰهِ، أَخْذُهَا هُدًى، وَتَرْكُهَا ضَلالَةٌ، وَالسُّنَّةُ الَّتِي لَيْسَ أَصْلُهَا فِي كِتَابِ اللّٰهِ الأَخْذُ بِهَا فَضِيلَةٌ، وَتَرْكُهَا لَيْسَ بِخَطِيئَةٍ (طب عن ابى هريرة)

″Sünnet ikidir. Biri, farzın içinde olan sünnet; biri de, farzın dışında olan sünnet. Farzın içinde olan sünnetin aslı Allah’ın kitabındadır. Ona uymak hidâyettir, terki ise dalâlettir. Aslı Allah’ın kitabında olmayan sünnete uymak da sevaptır, terki ise günah değildir.″[11]

Bu hadisten anlaşılan, sünnet iki kısımdır. Biri farz hükmünde olan sünnettir. Bu sünnete uymak farz, terk etmek ise günahtır. İkincisi de nâfile olan sünnettir. Bu sünnete uyulduğu zaman sevap vardır, uyulmadığında ise günah yoktur.

Hadis-i Şerif’te: ″Farz olan sünnetin aslı Allah’ın kitabındadır″ diye geçen ifadeden maksat, ″Allah’a ve Resûlüne itaat edin″[12] diye geçen âyetlerdir. Resûlüne itaat, Allah’a itaat gibidir. Eğer bir kimse Allah’ın Resûlüne itaat etmezse, Allah’a da itaat etmemiş olur. Bu nedenle Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir şeyi emrettiği zaman, kesin olarak ona itaat edilmesi farz olur. Bu hususta geçen âyetlerden bâzıları şöyledir.

Sûre-i Necm, Âyet: 3-4:

O (Muhammed Aleyhisselâm), kendi hevâsından konuşmaz.* Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.″

Sûre-i Ahzâb, Âyet 36:

″Allah ve Resûlü, bir iş hakkında hükmettiği zaman, hiçbir Mü’min erkek ve hiçbir Mü’min kadın için, artık o işte seçme hakkı olamaz. Her kim Allah’a ve Resûlüne isyan ederse, şüphesiz ki apaçık bir dalâlete düşmüş olur.″

Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün hutbesinde bize şöyle hitap etti:

أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ قَدْ فَرَضَ عَلَيْكُمْ الْحَجَّ فَحُجُّوا فَقَالَ رَجُلٌ أَكُلَّ عَامٍ يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَسَكَتَ حَتَّى قَالَهَا ثَلَاثًا فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَوْ قُلْتُ نَعَمْ لَوَجَبَتْ وَلَمَا اسْتَطَعْتُمْ ثُمَّ قَالَ ذَرُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ فَإِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِكَثْرَةِ سُؤَالِهِمْ وَاخْتِلَافِهِمْ عَلَى أَنْبِيَائِهِمْ فَإِذَا أَمَرْتُكُمْ بِأَمْرٍ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَإِذَا نَهَيْتُكُمْ عَنْ شَيْءٍ فَدَعُوهُ (م ن حم عن ابى هريرة)

″Ey insanlar! Allah’u Teâlâ üzerinize haccı farz kıldı, haccedin″ buyurunca, Adamın biri, ″Her sene mi Yâ Resûlallah?″ diye sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem sükût etti. O kişi aynı soruyu üçüncü kez tekrar sorunca, buyurdu ki: ″Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, evet deseydim hac üzeri­nize her sene farz olacaktı. Üzerinize farz olsaydı, buna güç yetiremeyecektiniz. Ben sizi bıraktı­ğım sürece siz de beni bırakın. Sizden öncekiler çok soru sormaları ve Peygamberlerine karşı muhalefet etmeleri sebebiyle helâk oldular. Ben size bir şeyi emrettiğim zaman gücünüz yettiği kadar tutun. Sizi bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan sakının.″[13]

Ebû Said İbn’ul-Muallâ Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

كُنْتُ أُصَلِّي فِي الْمَسْجِدِ فَدَعَانِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَمْ أُجِبْهُ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي كُنْتُ أُصَلِّي فَقَالَ أَلَمْ يَقُلْ اللّٰهُ {اسْتَجِيبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ} (خ د ن عن سعيد بن المعلى)

Ben, Mescid-i Nebevî’de (nâfile) namaz kılıyordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem beni çağırdı. Fakat namazda olduğum için icâbet edemedim. Sonra yanına gelerek: ″Yâ Resûlallah! Namaz kılıyordum″ dedim. Bana: ″Allah’u Teâlâ, kitabında: ″Ey îman edenler! Resûl, kalplerinizi dîni hakikatler ile ihyâ için sizi dâvet ettiği vakit, Allah’a ve Resûlüne icâbet edin…″[14] diye buyurmuyor mu?″ dedi...[15]

Haram ve helâl olan şeylerin bir kısmı âyetle belirlenmiş, bâzıları da bizzat Peygamberimiz tarafından belirlenmiştir. Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُوتِيتُ الْكِتَابَ وَمِثْلَهُ أَلا يُوشِكُ شَبْعَانٌ عَلَى أَرِيكَتِهِ يَقُولُ: عَلَيْكُمْ بِالْقُرْآنِ، فَمَا وَجَدْتُمْ فِيهِ مِنْ حَلَالٍ فَأَحِلُّوهُ وَمَا وَجَدْتُمْ فِيهِ مِنْ حَرَامٍ فَحَرِّمُوهُ، وَاِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَمَا حَرَّمَ اللّٰهُ. أَلَا لَا يَحِلُّ لَكُمُ الْحِمَارُ الأَهْلِيُّ وَلَا كُلُّ ذِي نَابٍ مِنَ السِّبَاعِ وَلَا لُقَطَةُ مُعَاهَدٍ إِلَّا أَنْ يَسْتَغْنِيَ عَنْهَا صَاحِبُهَا وَمَنْ نَزَلَ بِقَوْمٍ فَعَلَيْهِمْ أَنْ يَقْرُوهُ. فَإِنْ لَمْ يَقْرُوهُ فَلَهُ أَنْ يُعْقِبَهُمْ بِمِثْلِ قِرَاهُ. (د طب عن المقدام بن معدي كرب)

″Haberiniz olsun! Bana Kur’ân ile birlikte, onun bir benzeri sünnet de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bâzı kimselerin: ″Bize Kur’ân yeter! Onda helâl olarak ne görmüşseniz, onu helâl; neyi de haram görmüşseniz, onu da haram kabul edin″ diyeceği zamanlar yakındır. Şüphesiz ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in haram kıldığı da Allah’u Teâlâ’nın haram kıldığı gibidir.″[16] ″Haberiniz olsun! Sizin için evcil olan eşek eti helâl değildir. Yırtıcı hayvanların eti size helâl değildir. Bir muâhidin (kendisiyle barış ortamında olunan ve İslâm Dîni’nin haricinde olan kimselerin) yitiği size helâl olmaz. Ancak sahibi ona ihtiyaç duymayıp helâl ederse müstesnâ.″[17]

Allah’u Teâlâ âyetlerde, beş vakit namaza işâret ederek bu namazları vaktinde kılmamızı emretmiştir. Fakat nasıl ve kaç rek’at kılacağımızı açıklamamıştır. Allah, namazın nasıl kılınacağını Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtasıyla Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e öğretmiş ve bizim de ondan öğrenmemiz gerektiğine işâret etmiştir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَصَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي (خ عن مالك)

″Namazı ben nasıl kılıyorsam, benden gördüğünüz gibi kılın.″[18] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de:

لِتَأْخُذُوا مَنَاسِكَكُمْ (م عن جابر)

″Hacca ait ibâdetlerin uygulamalarını benden alın″[19] diye buyurmuştur.

Bir de farz hükmünde olmayan sünnetler vardır. Bunlar; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kendisinin yaptığı ve ümmetine de nâfile olarak yapılmasını tavsiye ettiği; misvak kullanmak, sarık sarmak ve teheccüd, işrak, kuşluk, evvâbin namazları gibi nâfile ibâdetlerdir. Bu sünnetler yapıldığında sevap vardır, yapılmadığında da günah yoktur.

Yine Sûre-i Ahzâb, Âyet 21’de: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler″ ifadesiyle, zikrullahın önemine dikkat çekilmektedir.

Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَذْكُرُ اللّٰهَ جَمِيعَ اَحْيَانِهِ (خ م د ت حم حب ه عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, her vakit zikrullah ederdi.″[20]

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[21] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

İşte her dâim ve her hâl üzere Allah’ı zikretmemiz ve bu hususta, âyette de geçtiği üzere Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i örnek almamız gerekir.

Zikrullah hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 151, 200 ve izahlarına bakınız.

﴿ وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَۙ قَالُوا هٰذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُۘ وَمَا زَادَهُمْ اِلَّٓا ا۪يمَانًا وَتَسْل۪يمًاۜ ﴿٢٢﴾

22. Mü’minler, düşman birliklerini gördükleri vakit, ″Allah’ın ve Resûlünün bize vaadi budur. Allah ve Resûlü doğru söylemiş″ dediler. Bu, ancak onların îmanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.

﴿ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِۚ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضٰى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُۘ وَمَا بَدَّلُوا تَبْد۪يلًاۙ ﴿٢٣﴾

23. Mü’minler içinde öyle adamlar vardır ki, Allah’a vermiş oldukları sözde sadâkat gösterdiler (Resûl ile beraber harpte sebat ettiler). Onlardan bir kısmı verdikleri sözü yerine getirerek şehit oldu. Bir kısmı da şehit olmayı bekliyor. Onlardan hiçbiri Allah’a verdikleri sözü değiştirmediler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Talhâ Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şu hâdise anlatılmıştır:

أَنَّ أَصْحَابَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالُوا لِأَعْرَابِيٍّ جَاهِلٍ سَلْهُ عَمَّنْ قَضَى نَحْبَهُ مَنْ هُوَ وَكَانُوا لَا يَجْتَرِئُونَ هُمْ عَلَى مَسْأَلَتِهِ يُوَقِّرُونَهُ وَيَهَابُونَهُ فَسَأَلَهُ الْأَعْرَابِيُّ فَأَعْرَضَ عَنْهُ ثُمَّ سَأَلَهُ فَأَعْرَضَ عَنْهُ ثُمَّ إِنِّي اطَّلَعْتُ مِنْ بَابِ الْمَسْجِدِ وَعَلَيَّ ثِيَابٌ خُضْرٌ فَلَمَّا رَآنِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ أَيْنَ السَّائِلُ عَمَّنْ قَضَى نَحْبَهُ قَالَ الْأَعْرَابِيُّ أَنَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ هَذَا مِمَّنْ قَضَى نَحْبَهُ (ت عن طلحة)

Peygamberimizin Ashâbı, bir bedevîye: ″Verdikleri sözü yerine getirenlerin kimler olduğunu Resûlü Ekrem’den sor″ dediler. Çünkü kendileri ona soru sormaya cesâret edemiyor, ona saygı gösteriyor, ondan çekiniyorlardı. Bedevî sordu. Rasûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ondan yüz çevirdi. Sonra yine sordu. Peygamberimiz yine yüz çevirdi: Sonra ben yeşil elbiseler içerisinde mescidin kapısından çıkıverdim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, beni görünce, ″Soru soran kimse nerededir?″ buyurdu. Bedevî: ″Benim Yâ Resûlallah!″ dedi. ″İşte bu kimse (Hz. Talhâ[22]), ahdini yerine getiren kimselerdendir″ buyurdu.[23]

﴿ لِيَجْزِيَ اللّٰهُ الصَّادِق۪ينَ بِصِدْقِهِمْ وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِق۪ينَ اِنْ شَٓاءَ اَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًاۚ ﴿٢٤﴾

24. Bu haller, Allah’u Teâlâ’nın, sözünde duranları sadâkatleri sebebiyle mükâfatlandırması, münâfıkları dilerse azap etmesi yahut tevbelerini kabul etmesi içindir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

﴿ وَرَدَّ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًاۜ وَكَفَى اللّٰهُ الْمُؤْمِن۪ينَ الْقِتَالَۜ وَكَانَ اللّٰهُ قَوِيًّا عَز۪يزًاۚ ﴿٢٥﴾

25. Allah’u Teâlâ, o kâfirleri, hiçbir hayra ermedikleri halde öfkeleriyle geri çevirdi. Allah’u Teâlâ, Mü’minlere harbin kazanılmasında yetti. Allah’u Teâlâ, istediğini yapmaya muktedirdir ve her şeye gâliptir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ, Mü’minlere harbin kazanılmasında yetti″ diye geçen ifadeden maksat, Sûre-i Ahzâb, Âyet 9’da: ″… Biz de onların üzerine rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik…″ diye buyrulan yardımdır.

﴿ وَاَنْزَلَ الَّذ۪ينَ ظَاهَرُوهُمْ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ صَيَاص۪يهِمْ وَقَذَفَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ فَر۪يقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَر۪يقًاۚ ﴿٢٦﴾ وَاَوْرَثَكُمْ اَرْضَهُمْ وَدِيَارَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ وَاَرْضًا لَمْ تَطَؤُ۫هَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرًا۟ ﴿٢٧﴾

26-27. Allah’u Teâlâ, Ehl-i Kitap’tan olup müşriklere yardım edenleri kalelerinden indirdi ve onların kalplerine korku koydu. Onların bir kısmını öldürüyor ve bir kısmını esir alıyordunuz.* Allah’u Teâlâ, sizi onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız diğer yerlere vâris kıldı. Allah’u Teâlâ her şeye kâdirdir.

İzah: Hendek Muharebesi’nde küçük bir Yahudi kabilesi olan Benî Kurayza; Müslümanlar kâfirlerle harp ederlerse, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile harp müttefiki olacaklarına dair antlaşma yapmışlardı. Hendek kazılırken; kazma, kürek gibi şeylerin çoğunu bu kabile vermişti. Hendeğin kazılmasına da bedenen, fiilen el emeği ile yardımcı olmuşlardı. Hendeğin dışı kâfirlerle çevrilince, bu kabile Müslümanlardan ayrılıp, Mekkeli müşriklerin tarafına geçtiler.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbından Sa’d İbn-i Muaz Radiyallâhu anhu, bu kabilenin reisleri ile çok iyi konuşurdu. O, Benî Kurayza kabilesinin reislerine dedi ki: ″Siz bizimleydiniz, size ne oldu? Niçin onlardan tarafa geçtiniz?″ Onlar: ″Sizin yaşama imkânınız kalmadı. Biz sizin ateşinize neden yanalım. Biz yaşamak istiyoruz, siz öleceksiniz. Onun için ayrıldık″ dediler. Sa’d İbn-i Muaz Radiyallâhu anhu: ″Bizim kazanacağımızı Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem söyledi. Biz kazanırsak, sizi o zaman affetmem. Onun için şimdiden bizim tarafımıza geçin″ deyince, Benî Kurayza kabilesinin reisleri gülüştüler ve ″Neden hendekten dışarı çıkamıyorsunuz? Hepiniz ya harple, ya da açlıktan öleceksiniz″ dediler. Yine Sa’d İbn-i Muaz Radiyallâhu anhu: ″Biz kazanırsak, hiçbirinizin mâzeretini kabul etmem; hepinizi öldürürüm″ dedi. Onlar yine gülüştüler ve ayrıldılar.

Allah’u Teâlâ, müşrikleri mağlup ederek Müslümanları gâlip getirince, Mü’minler dinlenmek için evlerine gidecekleri sırada ikindi vakti girmişti. Bu sırada Cebrâil Aleyhisselâm gelerek, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, hemen Benî Kureyza’nın üzerine gitmelerini Allah’u Teâlâ’nın emrettiğini söyedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bu hâinlerden hesap sormak için Ashâba: ″Hiç kimse ikindi namazını, Benî Kureyza yurduna varmadan kılmasın″ buyurdu. Ashâbın bir kısmı, oraya varınca ikindi namazını kıldı. Diğer bir kısmı da, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in maksadı acele etmemiz içindi, diyerek vakit çıkmadan yolda kıldı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem her iki uygulamayı da hoş görmüştür.

Bu sefer hakkında nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:

قَامَ النَّبِىُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمَ قُرَيْظَةَ تَحْتَ حُصَونِهِمْ فَقَالَ: يَا اِخْوَانَ القِرَدَةِ وَالْخَنَازِيرَ فَقَالُوا: مَنْ أَخْبَرَ بِهَذَا الْأَمْرِ مُحَمَّدًا؟ مَا خَرَجَ هَذَا الْقَوْلُ اِلَّا مِنْكُمْ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن مجاهد)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Kureyza Yahudilerini muhâsara ettiğinde, kalelerinin altında durdu ve buyurdu ki: ″Ey maymun ve domuzların kardeşleri! Kalenizden inin.″ Onlar birbirlerine: ″Bunu Muhammed’e kim haber verdi? Bu söz sizden çıkmış olmalıdır″ dediler.[24]

Yirmi bir gün süren bu muhasaranın sonunda, Benî Kureyza kabilesinin beylerinden seksen kişiyi tutuklayıp Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e getirdiler. Bunlar, Peygamberimizden aman dilediler. Resûlü Ekrem: ″Benim sizinle hiçbir şartım yok. Sizinle şartı olan, yemin eden Sa’d b. Muaz’dır. Siz onu râzı edin″ dedi. Onlar da Sa’d b. Muaz Radiyallâhu anhu’nun hakemliğine râzı oldular.

Bu husus Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle anlatmaktadır:

نَزَلَ أَهْلُ قُرَيْظَةَ عَلَي حُكْمِ سَعْدِ بْنِ مُعَاذٍ فَأَرْسَلَ اۡلنَّبِيُّ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَي سَعْدٍ فَأَتَي عَلَي حِمَارٍ فَلَمَّا دَنَا مِنَ اۡلْمَسْجِدِ قَالَ لِلْاءَنْصَرِ قُومُوا إِلَي سَيَّدِكُمْ ثُمَّ قَالَ هَؤُ لَاءِ نَزَلُوا عَلَي حُكْمِكَ فَقَالَ تَقْتُلُ مُقَاتِلَتَهُمْ وَ تَسْبِي ذَرَارِيَّهُمْ قَالَ قَضَيْتَ بِحُكْمِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ وَ رُبَّمَا قَالَ بِحُكْمِ الْمَلِكِ (خ عن ابى سعيد الخدرى)

Kureyza halkı, Sa’d b. Muaz’ın hükmüne boyun eğdi ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Sa’d b. Muaz’a haber gönderdi. Sa’d b. Muaz, bir merkep üzerinde (yaralı olduğu halde) geldi. Mescide yaklaşınca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Ensâra: ″Haydi, ulunuza ayağa kalkın″ buyurdu. Sonra Sa’d b. Muaz’a: ″Şunlar senin hükmüne râzı oldular″ buyurdu. Sa’d b. Muaz da: ″Bunların harp edenleri öldürülür, kadın ve çocukları esir alınır″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ey Sa’d! Aziz ve Celil olan Allah’ın hükmüne uygun hükmettin″ buyurdu.[25]

Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre; Sa’d b. Muaz Radiyallâhu anhu, Hendek’te ağır bir şekilde yaralanmıştı. O, Benî Kureyza kabilesinin mahvolmasını görene kadar yaşamak için duâ etmişti. Duâsı kabul edilerek Benî Kureyza hakkında hüküm verme yetkisi kendisine verilmişti. Hükmünü verdikten sonra Hendek’te aldığı yara kanamaya başlamış ve şehit olmuştur.[26] Cenâze namazı, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından kıldırılmıştır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اهْتَزَّ عَرْشُ الرَّحْمَنِ عَزَّ وَجَلَّ لِمَوْتِ سَعْدِ بْنِ مُعَاذٍ (ه عن جابر)

″Aziz ve Celil olan Rahmân’ın Arş’ı, Sa’d b. Muaz’ın ölümü için titredi.″[27]


[1] Sahih-i Buhârî, Cihat ve Siyer 34.

[2] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1233.

[3] Sahih-i Buhârî, İstiskâ 26, Bed’uI-Halk 5; Sahih-i Müslim, Salât’ul-lstiskâ 4 (17).

[4] Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 81; Sünen-i Tirmizî, Siyer 7; Ibn-i Mâce, Cihat 25

[5] Sahih-i Buhârî, Cihat 35; Abdurrezzâk es-San’ânî, Musannef, Hadis No: 9547.

[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 18189; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1200; Kırk Mevzuda Kırk Hadis Kitabı, Hadis No: 28.

[7] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 13.

[8] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 17946; Ebû Ya’la el-Mevsilî, Müsned, Hadis No: 1649.

[9] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 285.

[10] Sünen-i Dârimi, Mukaddime, 49.

[11] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 785.

[12] Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 31, 50; Sûre-i Nûr, Âyet,52, 54, 56; Sûre-i Necm, Âyet: 3; Sûre-i Tevbe, Âyet 71; Sûre-i Şuarâ, Âyet 108, 110, 131, 150, 179, Sûre-i Ahzâb, Âyet 33, Sûre-i Muhammed, Âyet 33.

[13] Sahih-i Müslim, Hac 73 (412 Sünen-i Nesâî, Menasik’ul-Hac 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10199.

[14] Sûre-i Enfal, Âyet 24.

[15] Sahih-i Buhârî, Tefsir’ul-Fâtiha 1; Sünen-i Nesâî, İftitah 26; Sünen-i Ebû Dâvud, Vitir 15.

[16] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 6; Sünen-i Tirmizî, İlim 10; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 2.

[17] Rudâni, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 3920, 3921, 6216.

[18] Sahih-i Buhârî, Ezan 18, Edeb, 27.

[19] Sahih-i Müslim, Hac 51 (310).

[20] Sahih-i Müslim, Hayz 30 (117 Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 9; Sünen-i Tirmizî, Daavât 7.

[21] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[22] Hz. Talhâ b. Ubeydullah, Cennetle müjdelenen on kişiden biridir.

[23] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 22.

[24] İbn-i Kesir, Tefir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 1, s. 309.

[25] Sahih-i Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1591.

[26] Sünen-i Tirmizî, Siyer 28.

[27] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 28.