ENBİYÂ SÛRESİ

﴿ وَدَاوُ۫دَ وَسُلَيْمٰنَ اِذْ يَحْكُمَانِ فِي الْحَرْثِ اِذْ نَفَشَتْ ف۪يهِ غَنَمُ الْقَوْمِۚ وَكُنَّا لِحُكْمِهِمْ شَاهِد۪ينَۙ ﴿٧٨﴾ فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمٰنَۚ وَكُلًّا اٰتَيْنَا حُكْمًا وَعِلْمًاۘ وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُ۫دَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَۜ وَكُنَّا فَاعِل۪ينَ ﴿٧٩﴾

78-79. Ey Resûlüm! Dâvud’u ve Süleyman’ı da zikret. Hani onlar, kavmin koyunları ekini yediği vakit, ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların hükümlerine şâhit idik.* Ve o hususta nasıl hüküm verileceğini Süleyman’a bildirdik. Her ikisine de Peygamberlik ve ilim verdik. Dağları ve kuşları, Dâvud ile beraber tesbih etmek üzere onun emrine verdik. İşte bunları yapan Biz idik.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak şu hâdise nakledilmiştir:

Bir gün, Dâvud Aleyhisselâm’ın huzuruna iki adam geldi. Birisinin bahçesine diğer birinin yüz koyunu girmişti. Bahçede her koyun kendi fiyatından daha fazla ziyanlık yapmıştı. Koyun sahibinin, koyunlarından başka hiç malı yoktu, bahçe sahibinin de bahçesinden başka hiç malı yoktu. Dâvud Aleyhisselâm ikisine de acıyordu. Nihâyet koyun sahibine:

- Sen koyunlarına bakmadın, onun bahçesinde yayıldı. Onun bahçesi gelip, senin koyunlarına yem olmadı. Onun için koyununun hepsi bahçe sahibinindir, diye koyunları bahçe sahibine verdi. İkisi de çıkıp giderken, Dâvud Aleyhisselâm’ın oğlu Süleyman Aleyhisselâm bunları gördü. Birisi gözleri yaşarmış ağlıyor; diğeri seviniyor, gülüyordu. Yedi yaşında olan Süleyman Aleyhisselâm bunlara sordu, onlarda olayı anlattılar. Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm: ″Babam yanlış yapmış, bu mahkemede iki tarafı da sevindirmek lâzım″ dedi ve babasının yanına geldi. Mahkemeyi yanlış yaptığını, birisinin sevinip, diğerinin ağladığını söyledi. Babası adamları tekrar çağırıp, Süleyman Aleyhisselâm’ı hâkim yaptı.

Süleyman Aleyhisselâm ikisini de dinledi; ″Ben, ikinizi de sevindireceğim″ dedi. Bahçe sahibine: ″Bu yüz koyun senin yanında emânet kalsın. Koyunun yünü, kuzusu, sütü senin. Koyunun anası koyun sahibinin″ dedi. Koyun sahibine de: ″Bu bahçeyi al ek, verimli hâle getir, yüz koyununu teslim al, bahçesini teslim et″ dedi. Koyun sahibi çok sevindi; ″İki üç ay çalışır, bahçeyi eker, yetiştirir, koyunlarımı alırım″ dedi. Bahçe sahibi de: ″Ben, koyunların yününü, sütünü alırsam, bahçeme de kavuşursam, buna râzıyım″ dedi. İkisi de sevinip çıkıp gittiler. Süleyman Aleyhisselâm, babası Dâvud Aleyhisselâm’a: ″İşte iki tarafı da düşünmek ve sevindirmek lâzım″ dedi. Babası bu mahkemeye hayran kalmıştı.

Bu hâdisede olduğu gibi birçok içinden çıkılması zor olan meseleyi Süleyman Aleyhisselâm, en adâletli şekilde hükme bağlardı.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَتْ امْرَأَتَانِ مَعَهُمَا ابْنَاهُمَا جَاءَ الذِّئْبُ فَذَهَبَ بِابْنِ إِحْدَاهُمَا فَقَالَتْ صَاحِبَتُهَا إِنَّمَا ذَهَبَ بِابْنِكِ وَقَالَتْ الْأُخْرَى إِنَّمَا ذَهَبَ بِابْنِكِ فَتَحَاكَمَتَا إِلَى دَاوُدَ فَقَضَى بِهِ لِلْكُبْرَى فَخَرَجَتَا عَلَى سُلَيْمَانَ بْنِ دَاوُدَ فَأَخْبَرَتَاهُ فَقَالَ ائْتُونِي بِالسِّكِّينِ أَشُقُّهُ بَيْنَهُمَا ... (خ عن ابى هريرة)

Vaktiyle iki kadın ve bu kadınların birer oğlan çocuğu vardı. Bunlar (yolda giderken) kurt gelerek bunlardan birisinin (büyük kadının) çocuğunu kapıp götürmüş. Bunun üzerine (çocuğunu kurt kapan büyük) kadın, diğer (küçük) kadına: ″Kurt senin çocuğunu götürdü″ der. Öbür kadında: ″Hayır, senin çocuğunu götürdü″ der. Nihâyet bu iki hasım, mahkemelerini Dâvud Aleyhisselâm‘a arz ederler. O da oradaki büyük kadına hükmeder. Kurdun kaptığı çocuk, küçük kadına ait olur. Bunlar mahkemeden çıkıp Dâvud‘un oğlu Süleyman‘a giderler. Ve babasının hükmünü ona bildirirler. O da: ″Haydi, bana bir bıçak getirin. Çocuğu iki kadın arasında paylaştırayım″ demiş. Bunun üzerine küçük kadın: ″Aman öyle yapma, Allah sana rahmet etsin!″ der. Bunun üzerine, ″Çocuk bu kadınındır″ diyerek, Süleyman Aleyhisselâm, çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetmiştir.[1]

Bu hâdise de Süleyman Aleyhisselâm, bir annenin kendi çocuğunun bilerek öldürülmesine râzı olmayacağını bildiği için gerçek annesinin bu şekilde ortaya çıkacağını anlamıştı.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de: ″Dağları ve kuşları, Dâvud ile beraber tesbih etmek üzere onun emrine verdik. İşte bunları yapan Biz idik″ diye buyrularak, Dâvud Aleyhisselâm’a birçok farklı özelliğin verildiği de beyan edilmiştir.

Bu husus Sûre-i Sâd, Âyet 16-19’da da şöyle geçmektedir:

Kâfirler: ″Ey Rabbimiz! Hesap günü gelmeden evvel amel defterimizi bize acele ver, görelim″ diye alay ederler.* Ey Resûlüm! Onların bu gibi sözlerine sabret ve kuvvet sahibi olan kulumuz Dâvud’u yâd et. Şüphesiz o, dâimâ Allah’a yönelirdi.* Muhakkak ki dağları onun emrine verdik, onunla beraber akşam ve işrak vakti tesbih ederlerdi.* Kuşları da toplanmış olarak onun emrine verdik. Hepsi de ona yönelmişlerdi (Dâvud Aleyhisselâm ile berâber tesbihe devam ederlerdi).

Dâvud Aleyhisselâm, dağların tesbihini ve zikrini işitir, onlarla beraber tesbih ve zikir ederdi.

Canlı ve cansız her şeyin, Allah’ı zikrettiğine dair Sûre-i İsrâ, Âyet 44’te şöyle buyrulmuştur:

″Yedi gök, yer ve onlarda bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O, Halîm’dir (cezâ vermekte acele etmez), çok bağışlayandır.″

Dâvud Aleyhisselâm‘ın, sesi çok güzeldi. Dâvudî ses dedikleri onun sesidir. Kendisi, Zebur okurken havada uçan kuşlar geri döner, onun okuması bitene kadar dinler, ondan sonra uçar giderlerdi.

Dâvud Aleyhisselâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

خُفِّفَ عَلَى دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلَام الْقُرْآنُ فَكَانَ يَأْمُرُ بِدَوَابِّهِ فَتُسْرَجُ فَيَقْرَأُ الْقُرْآنَ قَبْلَ أَنْ تُسْرَجَ دَوَابُّهُ وَلَا يَأْكُلُ إِلَّا مِنْ عَمَلِ يَدِهِ (خ عن ابى هريرة)

″Dâvud Aleyhisselâm’a Zebur’u okumak kolaylaştırıldı. O, kendi binit hayvanının hazırlanmasını emrederdi de, onlar eğerlenirdi. Ve bunlar eğerlenmezden evvel kendisi Zebur’u okur, hatmederdi. Yine Dâvud Aleyhisselâm, elinin emeğini yerdi.″[2]

Zamanın mekâna, mekânın zamana tebdil olması, Dâvud Aleyhis-selâm’a da verilmişti. Yoksa atların hazırlanması beş on dakikada biterdi. Zebûr büyük bir kitaptır. Hatmedilmesi çok daha uzun sürerdi.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de Dâvud Aleyhisselâm hakkında şu hâdiseyi anlatmıştır:

لَمَّا خَلَقَ اللّٰهُ آدَمَ وَنَفَخَ فِيهِ الرُّوحَ عَطَسَ فَقَالَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ فَحَمِدَ اللّٰهَ بِإِذْنِهِ فَقَالَ لَهُ رَبُّهُ يَرْحَمُكَ اللّٰهُ يَا آدَمُ اذْهَبْ إِلَى أُولَئِكَ الْمَلَائِكَةِ إِلَى مَلَإٍ مِنْهُمْ جُلُوسٍ فَقُلْ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ قَالُوا وَعَلَيْكَ السَّلَامُ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ ... (ت عن ابى هريرة)

Allah‘u Teâlâ, Âdem‘i yarattığı ve ruh üflediği zaman, o hapşırdı ve ″Elhamdulillâh″ diyerek, izni ile Allah’a hamdetti. Rabbi Teâlâ da ona: ″Yerhamukallâh (Allah sana rahmet etsin) Ey Âdem! Mukarreb (Allah’a en yakın olan) meleklerden şu oturan gruba git ve -Esselâmü aleyküm- de″ dedi. Âdem de öyle yaptı. Hitap ettiği melekler: ″Ve Aleyke‘s-selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuh″ diye karşılık verdiler. Sonra Âdem, Rabbine döndü. Rabbi Teâlâ ona: ″Bu cümle, senin ve evlatlarının aralarındaki selamlaşmadır″ dedi. Allah‘u Teâlâ elleri kapalı olduğu halde, Âdem‘e: ″Dilediğini seç″ dedi. Âdem: ″Rabbimin sağ elini seçtim! Rabbimin iki eli de sağdır, mübârektir″ dedi.[3] Sonra Allah‘u Teâlâ sağ elini açtı. İçinde Âdem ve onun zürriyeti vardı. ″Ey Rabbim! Bunlar nedir?″ dedi. Rabbi Teâlâ: ″Bunlar senin zürriyetindir″ dedi. Her insanın, iki gözünün arasında ömrü yazılıydı. Aralarında biri hepsinden daha parlak, daha nûrlu idi. ″Ey Rabbim! Bu kimdir?″ dedi. Rabbi Teâlâ: ″Bu senin oğlun Dâvud’dur. Ben ona kırk yıllık ömür takdir ettim″ dedi. ″Ey Rabbim! Onun ömrünü uzat″ talebinde bulundu. Rabbi Teâlâ: ″Bu ona takdir edilmiş olandır″ deyince, O: ″Ey Rabbim! Ben ona kendi ömrümden altmış senesini verdim″ diye ısrar etti. Bunun üzerine Rabbi Teâlâ: ″Sen ve bu talebin berabersiniz″ buyurdu.

Sonra Âdem, Cennete yerleştirildi. Allah’u Teâlâ‘nın dilediği kadar orada kaldı. Sonra Cennetten yeryüzüne indirildi. Âdem, burada kendi ecelini yıl be yıl sayıp hesaplıyordu. Derken ölüm meleği geldi. Bunun üzerine ona: ″Acele ettin, erken geldin. Bana bin yıl ömür takdir edilmişti″ dedi. Melek: ″İyi ama sen oğlun Dâvud‘a altmış senesini verdin″ dedi. Ne var ki o bunu inkâr etti, zürriyeti de inkâr etti; o unuttu, zürriyeti de unuttu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ilâve etti: ″O günden itibaren yazışmak ve şâhit tutmak emredildi.″[4]

﴿ وَعَلَّمْنَاهُ صَنْعَةَ لَبُوسٍ لَكُمْ لِتُحْصِنَكُمْ مِنْ بَأْسِكُمْۚ فَهَلْ اَنْتُمْ شَاكِرُونَ ﴿٨٠﴾

80. Dâvud‘a, sizi savaş zamanlarında düşmanlarınızdan muhafaza için, zırh yapma sanatını da öğrettik. Artık siz, (bu nîmetlerimize karşı) şükrediyor musunuz?

İzah: Demircilerin piri, Dâvud Aleyhisselâm‘dır. Onun mûcizesiyle, demir avucunda erir; hamur gibi istediği şekilde bükülürdü. Demir, kendinin emrine itaat ederdi. Onunla zırh, kılıç, kalkan ve harp aletleri yapardı.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا أَكَلَ أَحَدٌ طَعَامًا قَطُّ خَيْرًا مِنْ أَنْ يَأْكُلَ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ وَإِنَّ نَبِيَّ اللّٰهِ دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلَام كَانَ يَأْكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ (خ عن المقدام)

Hiç kimse elinin emeğinin mahsûlü olan yemekten daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın Nebîsi Dâvud Aleyhisselâm da elinin emeğini yerdi.″[5]

﴿ وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَاۜ وَكُنَّا بِكُلِّ شَيْءٍ عَالِم۪ينَ ﴿٨١﴾ وَمِنَ الشَّيَاط۪ينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذٰلِكَۚ وَكُنَّا لَهُمْ حَافِظ۪ينَۙ ﴿٨٢﴾

81-82. Şiddetli esen rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. Rüzgâr, onun emriyle, hayır ve bereketi çok olan yere eserdi. Biz her şeyi biliriz.* Ve cinlerden[6] dalgıç olanları ve dalgıçlıktan başka diğer işleri yapanları da Süleyman’ın emrine verdik. Ve Biz onları onun emrinde tutuyorduk.

İzah: Süleyman Aleyhisselâmın çok büyük köşkü, sarayı vardı. O sarayın üzerinde atlar koşar, askerler tâlim yapar ve her mahlûkun padişahları orada olurdu. Kuşlar, sürüyle saati geldikçe gelir, sarayın üzerinde oturan insanlara gölgelik yaparlardı. Aslanlar, kaplanlar, yırtıcı hayvanlar sarayın kapısında bekçilik görevi yaparlardı. Allah’u Teâlâ’nın emri ile dünyâ yüzündeki cinler ve hayvanlar, Süleyman Aleyhisselâm’ın emri altına girmişti. Bu sebeple ona itaat etmek zorunda idiler. Rüzgâr da onun emrine verilmişti; ne kadar emrederse, o kadar eserdi. Yine bu husus Sûre-i Sebe, Âyet 12’de şöyle geçmektedir:

″Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgâr estiğinde sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar bir aylık yol kat ederdi. Onun için erimiş bakır mâdenini sel gibi akıttık ve Rabbinin emriyle hizmetinde bulunan cinleri onun emrine verdik ve onlardan Süleyman’a itaat etmeleri için vukû bulan emrimize muhalefet edenlere alevli ateş azabını tattırırız.″

Süleyman Aleyhisselâm, rüzgâra emrettiğinde, onun sarayını havanın yüzünde götürürdü. Âyette de geçtiği gibi güneşin doğmasıyla batması arasında iki aylık yol uçardı. İsterse de uçmaz, havada dururdu. Yaz günü sıcaklarda, yaylalara uçar, orada konaklardı. Hava soğuyunca da oradan iklimi sıcak olan yerlere giderdi. Ne kışın bir soğuk, ne yazın bir sıcak görmezdi.


[1] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1394; Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ul-Enbiyâ 38.

[2] Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ul-Enbiyâ 35.

[3] Burada geçen ″Allah’ın eli″ ifadesi müteşabih olan bir husustur. Allah’ın elinin nasıl olduğunu kimse bilemez, tarif de edemez.

[4] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 8.

[5] Sahih-i Buhârî, Buyû 15; Râmûz’ul-Ehâdîs, s 371/10.

[6] Âyetin metninde şeytanlar diye bir ifade kullanılmakta ve bu ifadeyle cinler kastedilmektedir. Nitekim cin için şeytan ifadesi, bâzen de şeytan için cin ifadesi kullanılmaktadır. Bu hususta Sûre-i En’âm, Âyet 128, Sûre-i Hicr, Âyet 27 ve izahlarına bakınız.