TEVBE SÛRESİ

﴿ وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟ ﴿١٢٢﴾

122. Bununla beraber Mü’minlerin hepsinin gazâya çıkması câiz değildir. Dinde derin bilgi sahibi olmak ve gazâya gidenler döndükleri vakit onları uyarmak için her fırkadan bir zümre kalsa ya! Umulur ki, onlar da sakınırlar.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ’nın, ″Her fırkadan bir zümre kalsa ya!″ diye geçen emri üzerine, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Ashâbın içinden Ashâb-ı Suffa’yı ayırdı. Onlar, Mescid-i Nebevî’nin sofasında gece gündüz, sürekli olarak ibâdetle; namazla, zikirle meşgul olurlar ve böylece dinde derin bilgi sahibi olmak için ilmi yakîni öğrenmeye çalışırlardı. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

تَعَلَّمُوا الْيَقِينَ كَمَا تَعَلَّمُوا الْقُرْآنَ حَتَّى تَعْرِفُوهُ فَاِنِّى اَتَعَلَّمُهُ (حل عن ثور)

″İlm-i yakîni öğrenmeye çalışın. Kur’ân öğrenmeye çalıştığınız gibi. Hattâ onu iyice bilesiniz, ben de onu öğrenmeye çalışıyorum.″[1]

Ayrıca savaşa gitmeyen bu zümre, İslâm ordusu için de duâ ederlerdi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem onları harbe götürmediği halde, ganîmet malından onlara da verirdi.

Ashab-ı Suffa, Peygamber Efendimizin himâyesinde yetiştikleri için, onu tâkip eder ve onun yaptığı gibi ibâdet etmeye çalışırlardı. Gece Peygamber Efendimizin ibâdet için kalktığını anladıklarında, kendileri de kalkar ibâdet ederlerdi. Bu husus Sûre-i Müzzemmil, Âyet 20’de şöyle geçmektedir:

″Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, senin ve seninle beraber olanlardan bir tâifenin gecenin üçte ikisinden azını ve gecenin yarısını ve üçte birini ibâdetle geçirdiğinizi bilir...″

İşte tasavvuf yaşantısı da bu uygulamanın bir devamıdır. Nasıl ki Peygamber Efendimiz, Ashâbın içinden Ashâb-ı Suffa’yı ayırdı ise, Peygamber Efendimizden sonra da bu uygulama tasavvuf ehli tarafından devam ettirilmiştir. Çünkü Âyet-i Kerîme’nin hükmü kıyâmete kadar geçerlidir.

Ashâb-ı Suffa’dan olan Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

حَفِظْتُ مِنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وِعَاءَيْنِ فَأَمَّا أَحَدُهُمَا فَبَثَثْتُهُ وَأَمَّا الْآخَرُ فَلَوْ بَثَثْتُهُ قُطِعَ هَذَا الْبُلْعُومُ (خ عن ابى هريرة)

″Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den iki çeşit ilim öğrendim. Bunlardan birini sizlere bildirdim. Eğer ikinci öğrendiğim ilmi size söylersem, benim şu boğazım kesilir.″[2]

Burada Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den iki çeşit ilim öğrendiğini söylemektedir. İşte birisi bütün Ashâbın bildiği ve uyguladığı şeriat ilmidir. Diğeri de Ashâb-ı Suffa’nın bildiği ve uyguladığı ledün ilmidir.

Bu iki ilim hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلْعِلْمُ عِلْمَانِ فَعِلْمٌ ثَابِتٌ فِى الْقَلْبِ فَذَاكَ الْعِلْمُ النَّافِعُ وَعِلْمٌ فِى اللِّسَانِ فَذَاكَ حُجَّةُ اللّٰهِ عَلَى عِبَادِهِ (ابو نعيم عن انس)

″İlim ikidir: Biri kalpte sâbittir. İşte en faydalı olan ilim (Hikmet ve Ledün ilmi) budur. Bir ilim de lisândaki ilimdir (kitaptır). Bu da Allah’u Teâlâ’nın kullarına hüccetidir (delilidir).[3]

Kelîmullah olan Mûsâ Aleyhisselâm, kitap ilmini en iyi şekilde bildiği halde, mâneviyat ilmi olan ilm-i ledün’ü öğrenmek için Hızır Aleyhis-selâm’ın yanında kalıp ona tâbi olarak öğrenmiştir.[4]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 254/1; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 7337.

[2] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 100.

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 223/2; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 60.

[4] Bu ilmi nasıl öğrendiğine dair geniş bilgi için Sûre-i Kehf, Âyet 63-82 ve izahlarına bakınız.